Kalbin Haykırışı

Damlalar düşüyor kalbime Rahman’dan. Yalnız bu yağmurun damlaları sudan değil. Her biri sevgiyi mayalayan bir tecelli. Öyle ki ufka daldıran, nefes aldıran ve insanı, “Hz. İnsan” olmaya sevk eden bir kıvılcım. Yapıyı oluşturan sevgi. “Sev, korkma sev!” der ehl-i aşk. Hatta Molla Cami bu mana için “Önce sev sonra gel.” diyerek Allah’a varmanın yolunun başlangıcını ifade eder yüzyıllar ötesinden… Bu hakikatı doruğa ulaştıran son.

Burada seni sana bırakmayan, yüce Yaratıcı’nın “Rahman” sıfatının tecellisini görmek lazım. Hayat, amacına matuf yaşandığında güzel. Sonsuz yaşamak, her daim var olmak senin özünde yerleşmiş bir değer. Çünkü senin kumaşın atlastan… İnsan yaratılanların en hayırlısı. Allah (c.c.) bir hadis-i kudside ifade buyurduğu üzere, “Alemlere sığmam ama mümin kulumun kalbine sığarım.” dediği bir değersin. Bunların hepsi ancak gerçek anlamda iman sahibi olmakla karşılığını bulur. Bu değerlerin tam karşılığı, kısa bir müddet sonra kavuşmayı umduğumuz ahirette var. Kıymetli olan cazibelidir. Onu elde etmek özel kabiliyet ve cihazatlar gerektirir. Daim olması da istikrarlı bu yolda devam etmekle mümkün olur. İman bu yüzden insanın en kıymetlisidir. Hamd âlemlerin Rabbi’ne olsun ki onu nasıl ve neyle muhafaza edeceğimiz bilgisini de bize lütfetmiştir. Bu değerli bilgilerin nasıl kullanılacağını da Rabbim peygamberleriyle göstermiştir. Ey insan! Kirletme, kolay harcama, bu büyük bir ikramdır Rabbin’den, sana nasip olmuş bir elmastır. Onu senden alıkoymak isteyen şeytan, nefs ve bu amaca hizmet eden diğer varlıklara karşı da teyakkuzda ol.

Heyhat! Bir ömürden geçiyor ehli, bir ânına muhatap olabilmek için bu hakikatin... İnanmak ve bu yolda imanını muhafaza etmek için bütün eza ve cefalara göğüs geriyor gerçek mümin. Sen karanlıklarda olsan da iman ateşine tutuldun mu, Rabbim her nerede olursak olalım bizi kendine yaklaştırıyor. Gerçekten samimi bir gayretle mücadelenin bu yolda nasıl sonuçlandığına en güzel örnek, Efendimiz’in sahabelerinden Selman Farisi’nin (r.a) bilinen hayatıdır:

Kendisi soy olarak Fars kökenli bir ailede dünyaya gelmişti. Neseb olarak da Mabeh bin Buzahşah bin Mursilan bin Behbudah bin Firüz; lakabı Selmanü’l Hayr; künyesi Ebu Abdullah’tır. İsfahan şehrinin Cey köyünde doğdu. “Selman” ismi, Hz. Muhammed (s.a.v.) tarafından, Müslüman olduktan sonra kendisine verilmiştir. Ailesi mecusiydi. Kendisi de bu ortamda büyümenin getirdiği şartlar nedeniyle onlarla beraberdi. Bir gün yaşadıkları yere Hristiyan rahipler geldi. Kendisi onların yaptığı bir ayine rastlamış, yıllardır içinde oluşan boşluğun karşılığını bulmuş ve rahiplerin vesilesiyle Hristiyan olmuştu.

Selman’ın Hıristiyan olduğunu duyan babası, ayaklarına zincir vurarak dışarıya çıkmasına engel oldu. Bütün engellemelere rağmen Selman bir yolunu bulup zincirleri çözdü, hızlıca evden kendisinin Hristiyan olmasına vesile olan rahiplerin yanına kaçtı. Bu rahipler de hemen Selman’ı Şam taraflarına gitmekte olan bir kervana teslim ederek, orada bulunan bir manastıra gitmesini tavsiye ettiler. Şam’a vardığında, bahse konu olan manastıra varıp papazın huzuruna çıktı. Selman, papaza, dinlerini kabul ettiğini, yanlarında kalıp hizmet etmek istediğini söyledi. Bir süre sonra, manastırdaki papazın sahtekâr birisi olduğunu anladı. Çünkü, halktan topladığı paraları amacına uygun dağıtmayıp kendisi için biriktiriyordu. Yapılan bu işin yanlışlığını ortaya koymak için Selman, durumu uzaktan takip ediyor, fırsatını kolluyordu. Çok geçmeden papaz öldü. Selman, hemen bunu fırsat bilip papazın yaptıklarını halka açıkladı. Paralar da sahiplerine teslim edildi.

Ölen papazın yerine başka bir rahip göreve başladı. Selman mutlu ve huzurlu idi. Çünkü bu kişi ahlaklı ve din adamlığı vasfına haizdi. Fakat bu papaz da çok geçmeden hastalandı ve Selman’ı yanına çağırarak şu tavsiyede bulundu:

“Dünya, karanlıklara teslim olmuş, hak ve hakikati arayan kalmamış... Allah’ın koyduğu hükümler de değiştirilmiş durumda. Sen, benden sonra, Musul’da bulunan bir rahip var, ona git. Çünkü o da benim yolumdadır.”

Selman, bu zâtın vefatından sonra Musul’a gitti. Musul’da işaret edilen din adamını buldu. Fakat bu zât da yaşının ilerlemesi ve bazı sebeplerden dolayı kısa süre sonra vefat etti.  Selman, bunun üzerine kısa bir araştırma yaparak gerçek anlamda bu yolu temsil eden bir din adamının, Nusaybin yakınlarında Amuriye’de olduğunu tespit edip oraya gitti. Buradaki rahiple tanıştı ve hizmet etmesi için kendisini kabul etmesini istedi. Bu zât, hak dinin kalan son kişilerindendi. Selman, bu manastırda hizmet etti. Hem de küçük çaplı ticaret yaparak para kazanmaya başladı. Rahip, Selman’ı sevmişti. Bir gün yanına çağırarak şu nasihatte bulundu:

“Selman! Dünyada artık gerçek anlamda, İncil’e bağlı din adamları ve inananlar kalmadı. Kanaatim odur ki kendisinin geleceği Tevrat ve İncil’de de müjdelenen peygamberin gelişi yakındır. O, Hicaz’da zuhur edecek, sonra da Yesrip şehrine hicret edecektir. Bu şehir iki taşlık arası hurmalık bir yerdir. O kişinin bazı alamet ve işaretleri olacaktır. Bunlardan bazıları, hediyeyi kabul edip hem yiyecek hem de dağıtacaktır. Fakat sadakayı yemez, yalnızca dağıtacaktır. Ayrıca sırtında, iki küreği arasında Nübüvvet’in nişanı olan bir mühür olacaktır. Eğer ömrüm yetmezse sen bir yolunu bul ve o diyara git, o müjdelenen kişiyi bekle...”

Bu konuşmanın ardından kısa bir süre sonra bu rahip de öldü. Selman bunun üzerine bu zâtın tavsiyesine uyup Hicaz’a gitmeye karar verdi. Sahip olduğu her şeyi satıp paraya çevirdi. Ardından, Hicaz’a giden bir kafile buldu. Kafile reisiyle anlaşarak yola koyuldular. Kervan, Vâdi’l-Kura denilen yere geldiğinde burada konakladı. Kervancılar sahipsiz olduğunu bildikleri için, Selman’ı burada köle olarak bir Yahudi’ye sattılar. Selman’ın bu zulme yapacak çok fazla bir şeyi olmadı. Uzun müddet bu kişinin kölesi olarak çalıştı. Fakat, rahibin kendisine olan tavsiyesini de asla unutmadan... İşaret edilen şehrin nerede olabileceğini araştırdı. Hedefi, beklenen peygambere ulaşmak ve Allah’ın rızasına nail olmaktı. Bir gün yine bahçede çalışırken, Kurayzaoğullarından birisi, sahibinin yanına gelmişti. Zengin olan bu zât Selman’ı satın aldı.

Kaderin tecellisine bakın ki Selman’ı bu Yahudi Medine’ye getirmişti. Selman, rahibin anlattığı müjdelenen şehrin burası olduğunu anladı. Uzun bir süre daha burada köle olarak çalıştı. Bu arada Mekke şehrinde kendisinin peygamber olduğunu söyleyen bir kişinin olduğu bilgisi, Yesrib’e ve tabi ki Selman’a da ulaştı. Artık Selman’ın heyecanı daha çok artmıştı. Günler bir türlü geçmiyordu. Selman, müjdelenen kişinin bu zât olduğundan emin olmak istiyordu. Çünkü bu yola, O’na kavuşmak isteği ve rahibin tavsiyesiyle çıkmıştı. Allah’a güveniyordu, bir vesileyle bu değere ulaşacağından emindi. Fakat köle olduğu gerçeği de bir hakikatti. Rahat davranamıyor, Mekke’ye gidemiyordu. 

Bir gün Selman, bahçede sahibinin işinde çalışmakla meşguldü. Sahibi, bir ağacın gölgesinde dinleniyordu. Sahibinin bir akrabasının, yanlarına gelerek kızgın ve hiddetli bir şekilde “Mekke’de peygamber olduğunu söyleyen kişi Medine’ye gelmiş. Artık bundan sonra bize huzur yok.” dediğini işitti… Tabi bu kişilerin Yahudi oldukları unutulmamalı. Çünkü Peygamberimiz’i sevmeyenlerin en önünde gelenlerdendir Yahudiler.

Selman, konuşulanları duymuş, heyecanından kendisini bir titreme almıştı. Ürpertiyle yığılıp kaldı. Fakat bir taraftan da sahibinin akrabasına soruyor “Ne dedin, ne dedin?” diyordu. Köle olduğunu unutmuştu Selman. Öfkeyle irkilen sahibi, “Bundan sana ne, nasıl işini bırakıp söze karışıyorsun?!” diyerek, kızgınlıkla Selman’a bir tekme savurdu ve onu yere yıktı. Fakat Selman’a bunlar ‘vız’ gelirdi artık. Ne olursa olsun bir fırsatını bulup o kişiyi ziyaret etmek istiyordu; rahibin söylediklerini de unutmadan. Bir fırsatını bulup daha önceden biriktirdiği hurmalardan bir avuç alarak Peygamber’in sohbet meclisine gitti. Kuba Mescidi’nde görüşmek nasip olmuştu.

Rasûlullah (s.a.v)’in huzurundaydı artık: “Sizin salih bir insan olduğunuzu duydum. Yanımda biriktirdiğim bir miktar sadakam var, lütfen kabul eder misiniz?” dedi. Allah’ın Rasûlü sadakayı aldı ve yanındaki sahabelere dağıttı. Selman’ın vakti yoktu. Müsaade isteyip ayrıldı. Kalbindeki düğümlerden biri daha çözülmüştü. Tekrar bir şeyler biriktirmeye başladı. Sadakayı yemeyen Rasûlullah (s.a.v.)’in, hediyeden yiyip yemeyeceğini öğrenmek istiyordu. Daha sonra bir yolunu bulup aceleyle Allah’ın Rasûlü’nün (s.a.v.) huzuruna vardı. “Bu sefer arz ettiğim, bir hediye olarak hazırlanmıştır.” dedi. Rasûlullah (s.a.v.), hediye olarak getirilen yiyecekten “Bismillah!” diyerek yedi ve yanındaki sahabelere de yemeleri için verdi.

Şimdi sıra, rahibin üçüncü söylediğine gelmişti. Peygamber’in, kabristanda olduğu haberini aldığı bir gün, hemen koşup kabristana vardı. Rasûlullah (s.a.v)’i sahabelerle sohbet ederken buldu. Rasûlullah (s.a.v)’in üzerinde iki parçalı elbise bulunuyordu. Selman, selam verip Rasûlullah (s.a.v)’in arka tarafına geçmek istedi. Rasûlullah (s.a.v), Selman’ın meraklı ve telaşlı hâlini sezdi ve hemen ridasını sıyırarak sırtındaki “Nübüvvet Mührü”nü görmesini sağladı. Selman, Rasûlullah (s.a.v)’in ayaklarına kapanıp hıçkırıklarla ağladı. Ardından da Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu.

Evet, kıymetli okurlar… Selman Farisi’nin (r.a) mücadelesi öyle büyük bir örnek ki bizlere, yeter ki Allah için çarpan bir kalp, hakikati arayan bir gayretimiz olsun. İşte o zaman, Rabbim seni umduğuna nail kılar. Allahu Teâlâ Hazretleri bir hadis-i kudside buyuruyor ki; “Ben kulumun zannına göreyim.” Biz yeter ki istemesini bilelim. Hayra talip olup bütün güzelliklerle beraber bütün olumsuzluklar yanında her daim Allah’tan (cc) yana tavır alalım.

Bulunduğumuz zaman diliminde de yapılması gereken en akıllı gayret, imanımızı ayakta tutacak samimi bir toplulukla beraber olabilmektir. Bize yoldaş olacak, tökezlediğimizde elimizden tutacak iyi bir dost... Bakın o zaman; körler gören, sağırlar duyan, lâl olmuş diller bülbül olur. Ya Rab, mahcubuz sana! Senin yolunun kesintisiz savunucusu olan sevgiliye… Senin ikramının nankörüyüz...

Ey Ademoğulları! Titreyelim, dem alalım, bu yola revan olalım. İç âlemimize de seslenerek diyelim ki: “Ey nefsim! Sen bilmezsin kaybını, yıllarca sana uydum, sonuç ortada; gel bu sefer de ruhumun haykırışına uy... Görelim Rabbim’in hakikatini... Bil ki sonsuzluk âlemi, sonsuz da sonsuz... Pişmanlığın yok karşılığı o âlemde… Her şey yerinde güzeldir. Bak ve gör... Kollarını açmış bekliyor bu yolda, sana arkadaş olacak değerler. Bunu bilmelisin ki  iltifat sana değildir, o değerlerin yüceliğinedir. Yücelik ise Allah’a aittir. Yüce gönüllü olmak da kula. Yakaladın mı bu yolu bırakma, asla geriye dönme... Değerler ancak paylaşılınca güzel... Kul olmak, ümmet olmak ve lider olmak her iman sahibi için var. Bu değerler sende de var... İşte yeniden bu değerleri harekete geçirecek, ümmete öncülük edecek büyükler de olacak hiç şüphesiz... Asıl bunlara kavuşmayı iste. Şartların, amacına ulaşana kadar değişken olduğunu da unutma...”

Sevgi, kalpten dile de akan bir muhabbet. Bir tutkunun senin bedenini sarmasına şahit olmak... Kalp ve ruh bir bütünün parçası, bedeni diri tutan cevher... Kâinatın sırrı, Rabbim’in tecellisi... Sendeki varlığına şüphe yok... Açılsın kapılar, girsin içeri sevgiden esen meltem... Yansın, har olsun, aşka dönüşsün bu tılsım... Ah, ah... Pervane olayım Sevgili’ye... Benliğim yok olsun, küle dönüşsün, biçareyim Allahım... İlacım belli, tesiri sende… Gayret ver, idrak ver Allahım…

Sözler anlamlı, gönüller özgür uçan kuşlar kadar heyecanlı. Ya Rab! Gönül dünyamızda, Peygamber nesli Ehl-i Beyt baş tacı... Bu, akıp giden muhabbet nehri... Ulaştığı tüm topraklara Rahman’dan gelen ab-u hayat iksiri... Tohumundan çatlamış filiz kadar narin... Yüz yıllara ulaşacak kadar köklü... Yaşam bulduk biz bu topraklarda... Bir gül bahçesinde gül diken, diken de güldür. Bunlar ayrı olmaz... Bu yol bedelsiz elde edilmez... Büyük olan nimetler ise ehlince bilinir ki lütufla gelir, şükürle elde kalır... Lütfedene sonsuz şükürler olsun...

Kıymetli okurlar, H. 1436 yılına girdik. Mekke’den Medine’yi, oradan tüm dünyayı saran en kutlu davanın temsilcisi Rasulullah’ın (s.a.v.) hicretinin 1436. yılı. Bu yürüyüş;  şeytanın oyunu karşısında yenilmiş olanların, karanlıkları geride bırakanların, her şeyden önemlisi Rabbi’ni arayan sessizlerin uyanışı. Bu yürüyüş, zulme uğrayan insanlığa bir ışık... Hicreti Allah’a (cc) olana ne mutlu...