Dünya - Ahiret Dengesi / Yrd. Doç. Dr. Hülya Terzioğlu

Dünya-ahiret dengesi üzerinde yoğun bir şekilde durulmasını neye bağlıyorsunuz? Sizce bu konudaki problemler nelerdir? 

Öncelikle böylesi önemli ve temel bir konuyu gündeme getirdiğiniz için teşekkür ederim. Denilebilir ki İslam’ın en temel öğretileri ve bunların üzerinde yükselen dünya görüşü işte bu dengenin tesisiyle anlaşılabilmekte, bireysel ve toplumsal hedefleri yine bu dengenin sağlanması halinde gerçeklik kazanabilmektedir. 

İnanan insan açısından din; insanın sahip olduğu inançları, düşünce sistemini, duygu ve davranışları, her türlü ilişkileri, idealleri, planları, kısaca bütün bir yaşam alanını etkileme gücündedir. Hal böyle olunca ahiret telakkisi, dinin dünyada yaşanması ve algılanması bakımından belki de en etkin öge olarak kabul edilebilir. Esasen ahirete olan inancın gücü ve içeriği, dindarlığın da belirleyicisi durumundadır. Bu noktada asıl problem bu dengenin nasıl sağlanacağıdır. Zira bütün cazibesi, çekiciliği ve çeşitliliğiyle dünya hayatı ve nimetleri bilfiil karşımızdadır, yaşanmaktadır. İnsanın yapısının bu cazibelere meyleder şekilde yaratılması imtihanı daha da zor kılmaktadır. Buna, içinde yaşadığımız yüzyılın imkân ve nimetleri de eklenince dünya-ahiret dengesinin tesisi asıl imtihan alanı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir medcezir ilişkisi olarak tarif edebileceğimiz bu düzlem, kimi zaman dünya hayatının lehine ahireti öteleyen veya en azından bu bilinci zayıflatan süreçleri getirirken, kimi zaman da sözde ahireti önceleyerek dünya hayatının hakkını veremeyen ve inanan toplumların söz, güç ve yetki sahibi olmadığı süreçleri sonuç vermektedir. İşte tam da bu noktada mü’minler için çok yönlü bir dindarlık algısı zorunluluğu doğmaktadır diyebiliriz.

“Dünya ahiretin tarlası” ilahi bir ölçü, bir bilgi… Burada dünya mı ahiret mi, hangisi öncelenmiştir? Nasıl bir ölçü ya da düşünüşle bu konu ifade edilebilir? Her insan kendi zamanını yaşar. Günümüzde bu konu; anlamını korumak, doğru anlamak ve doğru yaşanmak bakımından nasıl değerlendirilmeli? Bu konuda duygularımız düşüncelerimiz nasıl olmalı? 

Dilerseniz dünya hayatı-ahiret hayatı tanımlamalarına Kur’ân’ın referansları ışığında bir göz atalım. Akabinde umulur ki dünyanın ahiretin tarlası olarak neden değerlendirildiği ortaya çıkmış olacaktır. Dünya hayatı yüce kitabımızda “önce gelen hayat, yakın hayat ve yakınlaştırıcı hayat” anlam içeriklerinde kullanılmıştır. “Önce gelen hayat ve yakın hayat” olması, hali hazırda yaşadığımız ve ahiretten zaman açısından önce gelmesidir. “Yakınlaştırıcı hayat” anlam içeriğiyle ise dünya hayatı onu yaratana bizi yakınlaştırıcı olarak ulvi bir bağlantıyla karşımıza gelmektedir. İşte tam da bu anlam içeriğiyle düşünmek lazımdır “Dünya-ahiretin tarlasıdır.” nebevi söylemini. Allahu Teâla’nın hiçbir yarattığında mutlak kıymetsizlik yoktur. Bu anlamda dünya hayatı ve nimetleri de doğru değerlendirildiği sürece değerlidir. Bunu iki içerikle anlamak mümkündür. Şöyle ki: Bir yönüyle Allah’ın varlık delili olan dünya, dikkatle incelenmek ve gösterildiği istikamette de istifade etmek için yaratılmıştır. İkinci olarak da ebedî hayat bu düzlemde kazanılacağından her ânı kıymetlidir ve boşa geçirilmemelidir. Kur’ân-ı Kerim’de dünya nimetlerinden pek çoğu sıralanmış; istifademize sunulan bitkilerden, hayvanlardan, denizlerden, çeşit çeşit meyvelerden, rahmet göstergesi yağmurlardan, rüzgârlardan bahsedilmiş ve Allah’ın nimetlerini saymakla tüketemeyeceğimiz ifade edilmiştir. Denilebilir ki bütün kâinat insan için, insan da Rabbi’ne kulluk için yaratılmıştır. Her nimetten sahibine şükrederek faydalanmak esastır. Ebediyyeti ve nimetlerinin kemalâtı sebebiyle ahiret dünyadan daha hayırlıdır. Ancak “...Dünyadan da nasibini unutma...” (Kasas, 28/77) buyuran Cenab-ı Hakk, ahirete giden yolun dünyadan geçtiğini de hatırlatmak istemiştir.

Ahiretin öncelendiği bir İslam toplumunda “bireysel ve toplumsal ahlak” nasıl şekillenir? 

Yüce kitabımızda, ahiretin varlığına inanmayanlar ile ahirete inandıkları halde gevşeklik gösterenlerin özellikleri muhtelif ayetlerde sıralanmıştır. Birinci grup hakkında; yeniden dirilmeyi reddettikleri, hayatlarının hesabını vereceklerinden gafil oldukları, malları ve servetleriyle şımardıkları, dünyevi ilişkilerinde yanılgı ve aymazlıkları, inananların dinlerini yaşamalarına engel oldukları ve aldatıcı bir refah içinde yaşadıkları anlatılmaktadır. İkinci grubun ise Müslüman kimlikleriyle öne çıktıkları halde ahirete iman noktasında kâmil bir algıya sahip olmadıkları anlaşılmaktadır. Bu grubun özellikleri de; dünyaya aşırı bağlanma, geçiciliğini unutma, dünyevî işlerinde dinin emir ve yasaklarına, tavsiye ve yönlendirmelerine yeterince yer vermeme, ibadetlerde ihmalkârlık, terk veya gereği gibi özen göstermeme, Allah’ın affediciliğini yanlış değerlendirme, temelsiz bir güven içinde olma, sosyal sorumluluklarda gevşeklik gösterme, neme lazımcı davranma, dini kavramların içini boşaltma ve içselleştirememe olarak sıralanabilir. Bütün bu saydığımız özellikler ahiret bilincinin yoksunluğunun tezahürleri iken, bu bilincin oturtulması da bu konudaki bütün yoksunlukların adeta ilacı olacaktır. Bireysel ve toplumsal ahlak ancak ahiret bilinciyle ideal içerik kazanabilir. Zira ahirete imanın en büyük göstergesi vicdan, kendisi için istemediğini öteki için de istemeyecek bireylerden oluşan örnek toplumları insanlığa kazandıracaktır.

Seküler dünyanın insanlara ahireti, ölümü unutturmasındaki etkenler nelerdir? “Dünyevileşme” ne demektir? Bu durumun birey ve toplum üzerindeki etkileri nelerdir?

Dünyevileşme; temelde kökleri Batı’nın geleneğini ve dinini sorgulayarak başlattığı Sanayi Devrimi, Fransız İhtilali ve Aydınlanma Felsefesiyle yol alan uzunca bir sürecin ürünüdür. Dünya hayatının, gerçekliği olan tek ve yegâne değerli hayat olduğu düşüncesidir. Sekülerizm ise dinin ve geleneğin insanların ve toplumların hayatında tayin edici olmaktan çıkarılması demektir. Bu anlamda etkinliği kalmayan bir din ise vicdanlara hapsolacak, duygu, düşünce ve davranışlara nüfuz edemeyecektir. Bugün Batı, son üç yüz yılın hikâyesi olan seküler dünya algısının, insanın bireyselleşmesi ve yalnızlaşmasıyla sonuçlandığına şahitlik etmektedir. Kadim değerlerden bu şekilde bir bir soyutlanan insan, aile kavramını hayatından çıkarabilmiş, toplumsal duyarlılıkları ciddi anlamda zarar görmüş, hatta kendine bile yabancılaşmıştır. Ne acıdır ki İslam toplumları da global dünya algısı sebebiyle bu sosyal gerçekliklerden nasibini almaktadır. Hızlı şehirleşme sebebiyle kent hayatı, insanları birbirinden kopararak bu değişime destek vermektedir. Birbirine selam vermeyen, komşuları ve akrabalarıyla iletişimi neredeyse sıfırlanmış insanlar günden güne egoist ve narsist bir sosyal psikolojiye evrilmektedirler. Kısaca dünyevileşen insan, içinde bulunduğumuz yüzyılda kendi değerini, sahip olduğu mal varlıkları üzerinden tanımlamaya başlamıştır.

Dünya-ahiret dengesi hususunda önümüzde rol model olan Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’in bu konuda örnek olacak söylem ve davranışlarından örnekler verebilir misiniz?

Bu konuda öncelikle şunun altı çizilmelidir. Hz. Peygamber’in risalet öğretisi, ruhbanlığı başından beri reddetmiştir. Bunun Hıristiyanlarca uydurulmuş bir sapma olduğu bildirilmiştir. (Hadîd, 57/27) Bu itibarla Kur’ân’da sık sık Peygamberimiz’in beşer olduğu vurgulanarak ona yönelecek tâzimin, tevhidi zedelememesine dikkat çekilmiştir. (İsra, 17/93; Enbiya, 21/3) O herkes gibi çarşılarda dolaşan, ticaret yapan, hayat mücadelesi veren, yiyip içen, evlenen, hastalanan, sevilip üzülen bir insandır, ölümlüdür ve ahirete irtihal etmiştir. Müjdeleyici ve uyarıcı kimliğiyle sosyal hayata düzenlemeler getirmiştir. Şirk, zina, çocukları katletme, hırsızlık, iftira gibi toplumları ifsad edecek kötülüklerden sakındırmış, Allah ve Rasulü’ne itaat, idarenin ehline verilmesi, her yerde hakkı söyleme ve bu konuda kınayanın kınamasından korkmama gibi temel kriterlerle, ilk muhatapları başta olmak üzere kıyamete kadar kendisine bağlı olanlara evrensel mesajlar vermiştir. Yüce Peygamberimiz’in kadın erkek ayırmadan tebasından beyat alması, inananlara dini kimliklerinin yanında hukuki kimlik de kazandırmıştır.

Şüphesiz Peygamberimiz ahireti, dünyaya önceleyen bir imanla yaşamış ve bunu tavsiye etmiştir. Bunu yaparken ise bireysel hayatında gösterdiği tevazuyu, dini ve ümmetinin ikbali için yüksek hedefler noktasında sergilememesi dikkate şayandır. Allah’ın isminin her kavim ve coğrafyaya duyurulmasından, yeryüzünde adaletin tevziine kadar konulan büyük hedefler, dünyada kudret ve yetki sahibi olmayı zorunlu kılmaktadır. Hz. Peygamber de bunu yapmıştır. O, ibadette orta yolu tavsiye ederken az da olsa devamlı olan ibadetleri teşvik etmiştir. Bir yandan ibadet-ahlak birlikteliğini esas almış, diğer yandan insanlığa hizmeti ibadet saymıştır. Ölümü sıkça anmayı tavsiye eden Allah’ın elçisi, onu temenni etmeyi ise uygun görmemiştir. Bütün bu yaklaşımları, O’nun mümtaz şahsında İslam’ın dünya-ahiret dengesini nasıl kolladığının açık birer göstergesi değil midir? 

Peygamberlerin ve salih zatların hayatından “dünya-ahiret dengesi” hususunda güzel örnekler verebilir misiniz?

Dünya ve ahiret hayatını yerli yerinde ve doğru bir mantıkla algılama noktasında başta peygamberler olmak üzere pek çok İslam büyüğü nümuneyi timsaldir. Hz. Yusuf dünyevi olarak nice imtihanlardan geçmiş, köle olup pazarlarda satılmış, sabrı ve üstün ahlakıyla ülkesine hükümdar da olmuştur. Allah’tan peygamberlik yanında mülk de isteyen Hz. Süleyman Kur’ân’da atlara olan sevgisiyle anlatılmaktadır. “Gerçekten ben mal sevgisini Rabbim’i anmak için istedim...” (Sa’d, 38/32-33) buyrularak, Hz. Süleyman’ın şahsında, dünya malını sevmenin bir ahlakının olduğu en güzel şekilde anlatılmıştır. 

Bizim tarihimizde de bu hususta şüphesiz pek çok güzel örnek vardır. Osmanlı padişahlarının bir yandan fütühatla dünyaya açılırken bir yanda da manevi rabıtalarının gücünü gösteren tavırları dikkate şayandır. Örneğin III. Murat’ın sabah namazına kalkamaması sebebiyle yazdığı “Uyan ey gözlerim gafletten uyan” mısraları burada hatırlanabilir. 

Dünya-ahiret dengesi bizim kültürümüze de yansımıştır. Mezarlıklarımızı şehirlerimizin içine yapışımız, düğün, bayram gibi en mutlu günlerimizde ölen yakınlarımızı ziyaret etmemiz ve camilerimizin çıkış kapısına “el-Kâsibu habibullah” (kazananı Allah sever) yazmamız hep bu denge arayışının güzel tezahürleridir.