Kabir Hayatı Konusunda Ehl-İ Sünnet’e Aykırı Görüşler Ve Tenkidi / Prof. Dr. Süleyman Toprak

Dinimizin diğer esasları hususunda olduğu gibi, kabir ahvalini kabul edip etmeme yönünden de insanlar ikiye ayrılır: 

1- Kabirde sual, azap ve nimet hususunda Allah ve Rasûlü’nün haber verdiği her şeyin hak ve gerçek olduğuna iman edip -keyfiyetini Allah’ın bileceği bir şekilde- bütün bunların gerçekleşeceğini kabul edenler.

2- Kabir hayatını inkâr eden ve kabul etmeyenler. Bunlar da ikiye ayrılır: 

a) Direkt olarak inkâr edenler ve inkârlarını delillendirmeye çalışanlar.

b) Dolaylı olarak inkâr edenler.

Şimdi de tasnife çalıştığımız bu fikir sahiplerine ve fikirlerine kısaca bir göz atalım.

Selefiyye, Mâtüridiyye ve Eş’ariyye mezheplerine mensup olan âlimler -ki biz bunların hepsine birden “Ehl-i Sünnet” adını veriyoruz- kabir ahvaline dair, Allah ve Peygamber ne buyurmuşlarsa öylece kabul etmişlerdir.1 

İnkâr edenlere gelince; Materyalistler (dehriyyûn), Allah’ı ve ruhu inkâr ettikleri için, dolayısıyla kabir hayatına da inanmazlar. Bunlar beş duyularıyla algılayamadıkları hiçbir şeyi ve madde ötesi metafizik gerçekleri kabul etmezler. Naturalistler (tabiiyyûn) ise, Allah’ı kabul etmekle beraber, ruhun bekasını ve ahireti inkâr ederler. Bunlara göre de kabrin bir anlamı yoktur, ölümle herşey bitmektedir.

İslâm dünyasında bid’at fırka mensuplarından bazıları, yer tutan (mütehayyiz) soyut (mücerred) şeylerin, bulundukları yerden ayrılmalarıyla yok olacağını söylemişlerdir. Böylece onlar bedende yerleşmiş olan ruhun da, bedenden ayrıldıktan sonra yok olacağı neticesine varmışlar ve ruhun bekasını inkâr etmişlerdir. Hâlbuki ruhun bedenden ayrılışı, bedenin yok olmasını gerektirir. Bedenin fani oluşu, hiçbir zaman ruhun yokluğunu gerektirmez. Şayet varlıkların bir yerde bulunmadan varlıklarını sürdüremeyeceği söylenirse bu, Allah’ın varlığını inkâra kadar götüren tehlikeli bir hal olur. Çünkü Allah Teâlâ, bizzat vardır ve varlığını sürdürmek için hiçbir mekâna muhtaç değildir.2

Kabir hayatını ve azabını inkâr edenler, hangi sebepten dolayı inkâr ettikleri hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı, ruhun varlığını hiç kabul etmeyip hayatı sırf maddeye hasrettiği için inkâr ederken, bazıları da ruhun bekasını ve ölümden sonraki hayatını imkânsız gördükleri için inkâr etmişlerdir.

Kelâm kitaplarının çoğunda, Mu’tezile mezhebi mensuplarının hepsinin kabir azabını inkâr ettikleri kaydedilir.3 Kabir azabını inkâr eden, kabirdeki sual ve nimeti de kabul etmeyeceğinden, bu ifade kullanılmıştır. Halbuki “Mu’tezile” kelimesi, bu fırka mensuplarının hepsini içine almakta olup, fırkanın genel adıdır. Mu’tezilî olanların aralarındaki görüş ayrılıkları sebebiyle, bir de herhangi bir görüşlerinden ötürü, Mu’tezile içindeki gruplara verilen isimler vardır ki, bunlara da Mu’tezile’nin özel isimleri denilmektedir. İşte Mu’tezile’den kabir azabını inkâr edenlerin özel isimleri “Kabriyye”dir.4 Mu’tezile mezhebine mensup olanların hepsi kabir azabını inkâr etmemektedir. Onlardan bu hususta Ehl-i Sünnet’le aynı görüşte olanlar dahi vardır.5

Nitekim Mu’tezile mezhebinin büyük âlimlerinden Kadi Abdu’l-Cebbâr, (v. 415/1024) mezhebin beş temel esasını şerh etmek üzere yazdığı hacimli eserinde, kabir azabını inkâr etmediklerini, kabul ve isbat ettiklerini belirterek, sübûtunu, keyfiyetini, vaktini ve faydasını anlatmakta, inkâr edenlere de cevap vermektedir.6 O halde, Mu’tezile mezhebi mensuplarının hepsi değil de bir kısmı kabir ahvalini inkâr etmektedir. Nitekim Ehl-i Sünnet âlimlerinden bazıları bu inceliği farketmişler ve “Mu’tezile’nin bir kısmı” tabirini kullanmışlardır.7

Mu’tezile’den Dırar b. Amr, Bişr el-Merisî (v. 218/833) ve Mu’tezile’nin sonraki âlimlerinden çoğu, kabir ahvalini mutlak olarak inkâr etmişlerdir.8 Dırariyye mezhebinin de kurucusu olan Dırar b. Amr, birçok meselede Mu’tezile’nin görüşlerini benimsediği için onlardan sayılmaktadır. Ama kendisinin, Mu’tezile’den farklı sapık görüşleri de vardır.9

Rafızilerin10 çoğu da bunlarla aynı görüşü savunarak kabir azabını inkâr etmişlerdir.11 

Bunlar, “Ölüde hayat yoktur, cansız cisimler gibidir. Kabirdeki ahvali yaşamak ve azabı duymak için hayat ve idrak gerekir. Ölüde bunların olmadığını müşahede ettiğimize göre, onun kabirde azap görmesi muhaldir, imkânsızdır.” diyerek inkâr sebeplerini de açıkça belirtmektedirler.

Cehmiyye,12 Kaderiyye,13 Neccâriyye14 ve Şi’a’nın bazı fırkaları15 da kabir azabı ve dolayısıyla kabir ahvalini açıkça inkâr etmişlerdir. Cehmiyye fırkalarından birisi de yine “el-Kabriyye” diye isimlendirilmektedir ki bu isim, kabir azabını ve kabirdeki hayatı inkâr etmeleri sebebiyle kendilerine verilmiştir.16

Haricî fırkalarından biri olan Ahnesiyye’ye göre ise, insan öldükten sonra azap veya mükâfat cinsinden hiçbir şeyle karşılaşmaz. Onlara göre ölümle her şey sona erer.17

Mu’tezile fırkalarından olan Sâlihiyye ile Kerramiyye’den bazıları, kabirde ölünün diriltilmeksizin azap olunmasını caiz görmüşlerdir ki bunların bu görüşleri, aklın hudutlarından sebepsiz yere çıkmaktır, başka değil.18 İbn er-Ravendî ise, her ölüde hayatın var olduğunu ve ölümün hayatın zıddı olmadığını söyler ki bu sözler bâtıldır ve Ehl-i Sünnet itikadı ile uyuşmaz. Azabın elemini yahut nimetin lezzetini anlamak için hayat şarttır.19 Bunları idrak edecek kadar bir hayatı ise Allah ölüde yaratır.

Bu şekilde akla zıt düşecek, dolambaçlı sözler söylemek, dolaylı yönden kabir hayatını kabul etmediğini ifade etmektir. Nitekim Ebu’l-Huzeyl el-Allâf (v. 235/849) ile Bişr b. el-Mu’temir (v.210/825) de, ölünün iki sur arasında, yani sura birinci üfürüş ile ikinci üfürüş arasında azap göreceğini iddia etmişlerdir. Bazıları ise, kabir hayatı boyunca acıların ölünün cesedinde -hissedilmeksizin- toplanacağını ve mahşer için dirilince bir defada, bu biriken acıların hepsinin birden idrak edileceğini iddia etmişlerdir. Şüphesiz bu, haşirden önceki azabı inkârdır ve ayette bildirilen sabah-akşam ateşe arz edilmeyi kabul etmemektir.20 Bu, dolaylı yönden kabir hayatını ve azabını inkâr etmektir.

Burada yeri gelmişken kabir azabını ve ahvalini inkâr edenin durumunu belirtelim ve inkârcıların delillerine ondan sonra geçelim.

Kabirde azabın olacağı ayetlerle sabit olduğu için inkâr eden kâfir olur.21 Kabir sualini inkâr eden ise, azabı kabul ederse kâfir değil, sapık olur.22 Çünkü sapık fırkaların çoğu bunu inkâr etmişlerdir. Suale, ayette açık delâlet yoktur, hadis-i şeriflerle sabittir. Ancak bunları kabul etmeyen, şüphesiz kabirde cezalandırılır. Nitekim sahabe-i kiramdan Enes b. Mâlik’e bir adam gelip: “Bazıları kabir azabını inkâr ediyorlar (ne yapayım)?” diye sorar. Bunun üzerine Enes b. Mâlik: “Onlarla oturma.” der.23 Eğer bu inkârları, itikadlarına bir zarar vermemiş olsaydı Hz. Enes, bir mü’minin onlardan uzaklaşmasını istemezdi.

Kabir ahvalini inkâr edenlerden bazılarının inkârını bir içtihad ve te’vil hatası olarak kabul eden bazı âlimler, te’vildeki hatasından dolayı ehl-i kıbleyi tekfir etmek Ehl-i Sünnet’in şiârından değildir diye, bunlara kâfir demekten çekinip dall (sapık) ve mübtedi’ (bid’atçı) demişlerse de,24 sırf aklına güvenip, nakilleri zorlayarak te’vil eden veya bir kısmını terk edenler, Allah daha iyi bilir ama kâfir olsalar gerek. Çünkü Allah Teâlâ’nın kudreti karşısında mümkün olan şeylerin, olacağı Allah ve Rasûlü tarafından haber verilince tasdik edilmesi gerekir. “İmkânsızlığına dair delil bulunmayan bir şeyin, sırf itiraz olsun diye inkâr edilmesi doğru değildir.”25

Kabir ahvalini ve bilhassa kabir azabını inkâr edenler, bu inkârlarında akla ve nakle dayanmaktadırlar. Aslında nakilde, kabirde azabın olmadığına dair bir şey bulunmadığı halde, onlar ayet ve hadisleri fikirlerine destek olacak şekilde te’vil ederek, kendileri için delil olduklarını iddia ediyorlar. Böylece her iki durumda da akla dayanmış oluyorlar. Çünkü te’villerinde dayanakları akıldır. 

1- İnkârcıların İleri Sürdükleri Naklî Deliller ve Tenkidi

İnkârcıların tutundukları naklî deliller şunlardır: Cennet’teki mü’minlerin halini anlatan: “Orada, ilk ölümden başka ölüm tatmazlar.”26 ayetini ve Cennet’tekilerin söylediği sözü hikâye eden: “(İşte bak) biz, dünyadaki ilk ölümümüzden başka bir daha ölecek değiliz.”27 ayetini delil getiriyorlar ve ayette birinci ölümden başka ölümün tadılmayacağı bildiriliyor, bu da dünyada tadılan ölüm olduğuna göre, kabirde hayat yoktur, diyorlar. Eğer orada hayat olsa, o hayatın sonunda da bir ölüm tadılacağından, ölümün iki defa tadılmış olacağını belirtiyorlar.

Hâlbuki bu ayet-i kerimelerde, tadılan ölümün “birinci” diye nitelendirilmesi, ikinci bir ölümün olduğunu hatıra getirmektedir. Sonra ayette sadece dünyadaki birinci ölümün zikredilişi, dünya ölümü ile Cennet’te olması akla gelen ölüm arasında bir benzerlik olduğu içindir. Yani dünya nimetlerinin elimizden çıkmasına sebep olan dünya ölümü gibi bir ölümün orada tadılmayacağını Allah Teâlâ haber vermekte ve Cennet nimetlerinin ebedi olduğunu bildirmektedir. Burada ölüme “birinci” denmesi, Cennet’tekilerin acaba burada da ölecek miyiz ve nimetler elimizden gidecek mi diye düşündükleri ölüme nispetledir. Yoksa orada gaye, tadılan ölümleri saymak değildir. Bu sebeple sırf ayetin zahirî mânâsını alıp, bunu aklıyla istediği gibi yorumlamak ve kendi meylettiği fikrine delil yapmak doğru değildir.28

Aynı şekilde onların zahirî mânâsını alarak kendilerine delil olduğunu söyledikleri bir diğer ayet-i kerime de şudur: “Allah’ı nasıl inkâr ediyorsunuz ki, siz ölü idiniz; o sizi diriltti. Sonra (ecelleriniz gelince) sizleri yine öldürecek, sonra (kıyamette) sizi diriltecek.”29 Bu ayette kabirdeki dirilme zikredilmediği için, kabirde hayatın olmadığını söyleyenler, görüşlerine bu ayeti delil göstermektedirler.

Hâlbuki bu ayetten maksat, Allah’ın insanı öldüren ve dirilten olduğunu ispat etmektir. Böyle olunca, bütün diriltme ve öldürmeleri sıralamaya ihtiyaç kalmaz. En açık ve kesin olan dünyada ve kıyametteki diriltme ve öldürmenin zikredilmesi, burada maksadı ifadeye yetmiştir. Böylece Allah Teâlâ her istediği zaman insanı diriltmeye ve öldürmeye muktedir olduğunu ortaya koymuştur. Burada iki diriltmenin zikredilişi, bir üçüncü, yani kabirdeki dirilmenin olmadığına değil, bilakis olduğuna delalet eder. Binaenaleyh yukarıdaki ayet, onların dediği gibi, kabir hayatının yokluğuna değil, varlığına delildir.30

Diğer taraftan bunlar, “(Cehennem’de olan kâfirler) şöyle diyecekler: Ey Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin. Şimdi günahlarımızı anladık, fakat var mı (dönüp dünyaya) çıkmaya bir yol?”31 ayetindeki iki ölümün birinin, insanın dünyaya gelmeden önceki durumu, birinin de dünya hayatının sonundaki bildiğimiz ölüm olduğunu söylerler. Ayetteki iki dirilme ile de, biri dünyada, diğeri de mahşerde olan iki dirilmenin kastedildiğini ve kabirde dirilme olsaydı, dirilmelerin ve ölümün üç kere olması gerekirdi diyerek, kabir hayatını inkâr etmektedirler. 

Hâlbuki Ehl-i Sünnet âlimleri bu ayeti, kabir hayatının varlığına delil getirirler ve ayetteki iki öldürme ve diriltmenin birinin dünyadaki, diğerinin de kabirdeki diriltme ve öldürme olduğunu belirtirler. Çünkü dünyaya gelişten önceki hale ölü denir ama öldürme tabiri kullanılmaz. Zira öldürme ancak bir hayat verdikten sonra olur. Böyle olunca, eğer kabirde hayatı kabul etmeyecek olursak, ayetteki iki öldürmenin birini ne ile tefsir edeceğiz? Biri dünyadaki diriltme ve öldürme, diğeri de ahiretteki dersek, ikinci öldürme nerede olacak? Sorusu cevapsız kalır.

Bu zorluğa düşmemek için kabir azabını inkâr edenlerin bir kısmı, bu ayeti, kâfirlerin sözü olduğunu söyleyerek, delil olarak kabul etmezler.32 Ama aynı topluluk Allah Teâlâ’nın kıyamet gününde kâfirlere hitaben: “Dünyada yahut mezarda kaç sene kaldınız?” diye sorunca onların verdiği cevap olan: “Bir gün, yahut bir günden az kaldık.”33 sözünü kabir azabının olmadığına delil olarak alıp, kendi kendileriyle çelişkiye düşerler. Çünkü burada delil olarak aldıkları ayet de kâfirlerin sözü olarak hikâye edilmektedir. Onlar, eğer azap içinde kalmış olsalardı, bu müddetin kendilerine kısa değil, çok uzun gelmesi gerekirdi, derler.34 Hâlbuki kabir yahut dünya hayatının kısalığı, ahiret hayatına göredir. Çünkü ahiret hayatı ebedidir. Oradaki azap da kabirdekinden çok daha şiddetli olacağına göre, azap içindekilere ne kadar uzun gelecek düşünün artık…

Yukarıdaki ayette zikredilen iki dirilmenin biri dünyada, biri de kabirde olunca, hani ahiretteki dirilme, diye soracak olurlarsa; âlimlerimiz bunun bilindiği ve o anda yaşandığı için, inkârı söz konusu olmadığından zikredilmediğini belirtiyorlar.35

Kendileri için delil olduğunu söyledikleri ayetlerden birisi de: “Sen kabirde bulunanlara (kalpleri ölü olan kâfirlere) işittirecek değilsin.”36 ayetidir. Burada kabirdekilerin işitmeyecekleri haber veriliyor. Eğer hayat sahibi olsalardı işitirlerdi, diyorlar. Hâlbuki burada, dünya kanunlarına göre işitemeyecekleri için, kâfirlerin hali, kabirdeki ölülere benzetilmiştir.37 Nasıl ki, kabirdeki ölüler senin davetini işitip icabet etmezlerse, bu kâfirler de aynı onlar gibi icabet etmezler, bunların kalpleri ölmüştür diyor Hz. Allah, Peygamberi’ne. Yoksa burada anlatılmak istenen ölülerin bir cansız madde gibi hiçbir şey duymayacakları değildir. 

Kabir ahvalini inkâr edenler bu ayetleri, akıllarına ve arzularına uyarak böyle te’vil ederler. Onların sırf akıllarıyla ortaya koydukları delilleri de vardır. 

2- İnkârcıların Aklî Delilleri ve Tenkidi

İnkârcılar, bilhassa kabirdeki azap ve nimetin kabul edilmesinin aklen imkânsız olduğunu belirterek şöyle sorular yöneltirler: İnsan ölüp kabre konulduktan sonra çürüyüp toprak olur. Toprak olunca nasıl azap görür? Bazı kimseler suda boğularak balıklara yem oluyor. Yine bazıları ateşte yanıyor veya öldükten sonra yakılıyor. Bazıları da vahşi hayvanlar tarafından parçalanıp yeniyor. Bunların hiçbirisi kabre defnolunmuyor. Kabre konulmayan ve cesedi ortadan kalkan bu kişiler için kabir azabı veya nimeti nasıl düşünülebilir?

Yine bazı mezarlıklarda mü’minlerin mezarlarına, aradan uzun zaman geçtikten sonra, münafık ve fasıklar defnolunuyor. Mü’minin kabrinin yetmiş zira’ genişliğinde olacağı, münafığınkinin ise kaburgalarını birbirine geçirecek kadar dar olacağı haber verilmektedir. Bu nasıl olacak? Azap görmek ve nimetlenmek, birbirine zıt olan iki şeydir. İki zıt şeyin bir yerde bulunması mümkün değildir. Öyleyse aynı kabirde bulunan mü’min ile kâfirin durumu nasıl olur? Ölü azap görse yahut Münker ve Nekir sual sorup onlara cevap verseydi bunu, kendisine telkin veren imamın işitmesi gerekmez miydi?

Sonra ruh bedenden ayrılınca, ceset cemâd, cansız madde gibi kalır. Cansız maddelere ise azap görür yahut nimetlenir denilemeyeceğine göre; cansız cisimler gibi olan bir ölüye nasıl kabrinde azap yahut nimet görür denilebilir? Kaldı ki, bazı asılan ve asıldığı yerde terk edilen veya defnedilmeyip bekletilen kimseleri görüyoruz ve üzerlerinde kabir ahvaline dair hiçbir şey göremiyoruz. Biz definden sonra ölünün mezarını açacak olsak, ister kâfir, isterse mü’min olsun, azap veya nimetin izine rastlamıyoruz, herkesi aynı görüyoruz. Ölü, eğer azap yahut nimet görseydi, bunların izlerine rastlamamız gerekmez miydi? Hem ölünün sual, azap veya nimeti idrak edebilmesi için hayatının ve idrakinin bulunması gerekir ki, ceset bozulup yok olduktan sonra ölüye hayat ve idrak verilmesi imkânsızdır.38

Materyalist bir zihniyetin akıntısına kapılan ve mânâ âleminin sırlarını dünya gözüyle görmek, dünya ölçüleriyle dünya ötesini ölçmek isteyenlerin bu ve benzeri pek çok soru ve itirazları olabilir.

Bunlara verilecek cevap kısa ve tektir: O da, her âlemin kendine has kanunlarının olduğunu ve insana verilen aklın sınırlı olup, her şeyi halletme gücünde olmadığını hatırlatmaktır. 

İnsana verilen duyu organları da sınırlıdır şüphesiz. Bize verilen beş duyu, ancak bu dünyadaki maddi hayatı ve algılama sınırlarına giren şeyleri algılamak içindir. Kabir âlemi ise dünya hayatından apayrı bir âlemdir. Burası dünya ile kıyaslanamayacağı gibi, dünyadaki varlıklar ve olaylardan bir kısmını algılamak için insanlara verilmiş olan beş duyuyla da algılanamaz. Ancak Allah Teâlâ, peygamberlerine ve istediği kullarına, o âlemden bazı hakikatleri gösterir, insanlara anlatıp onları uyarmaları için bazı sahneler seyrettirir. 

Nitekim Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.), diğer Müslümanların yanındayken, Cebrâil (a.s.) gelip vahiy getiriyordu. Yanındaki mü’minler, Cebrâil’i görmedikleri halde, onun gelişinden ve vahiy getirişinden şüphe etmiyorlardı. Yine Kur’an-ı Kerim’de, şeytan ve ordusu bizi gördükleri halde bizim onları göremediğimiz haber verilerek şöyle buyrulur: “Ey Ademoğulları, çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, ana babanızın (Âdem ile Havva’nın) elbiselerini soyarak, şeytan onları nasıl Cennet’ten çıkardıysa, sakın size de bir kötülük yapmasın. Çünkü şeytan ve kabilesi sizi, kendilerini göremeyeceğiniz yerlerden görürler.”39

Binaenaleyh Rasulûllah’ın (s.a.v.), diğer insanlar görmedikleri halde, Cebrâil’i gördüğünü kabul eden ve Allah Teâlâ’nın, İblis ve ordusu ile ilgili yukarıdaki ayetini kabul eden, kabir ahvalini de göremediği için inkâr etmez ve bundan şüphe etmez. Çünkü gaybe ait olma yönünden ikisi arasında fark yoktur.

Ama bir adam, eğer Hz. Peygamber’e (s.a.v.) Cebrâil’in geldiğinden şüphe edecek ve ayeti inkâr edecek olursa zaten dinden çıkar. Onun önce İslam’ın ana prensipleri olan iman esaslarını kabul etmesi, kitaplara ve Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerim’e inanması gerekir ki, onda haber verilen hususları da kabul edebilsin.

Bu gibi itiraz ve soruları “saçmalık” olarak niteleyen Gazâlî, ölünün bedeninde azap izini görmek isteyenlerin, onun cisminin ancak dış yüzünü gördüklerini, hâlbuki azap için bedenin dış görünüşünde bir hareket ve değişiklik meydana gelmesinin zorunlu olmadığını belirtmekte; kabirdekinin hayatını ve azap duymasını uykuya benzetmektedir. Nasıl ki uyuyan bir kimsenin dış görünüşüne bakan bir insan, onun gördüğü rüyadan dolayı duyduğu lezzeti veya rüyasında gördüğü dövülme ve benzeri bir fiilden dolayı çektiği ızdırabı göremez ise kabirdekini dıştan gözlemleyenin durumu da aynıdır. Binaenaleyh uyuyanın yanında bulunan bu adamın, uykudaki uyanıp da rüyasında gördüklerini anlattığında, kendisi böyle bir şey görmediği için, onun gördüklerini inkâr etmesi ne kadar saçma ise, kabirdekinin karşılaşacağı ahvali, görmüyorum diye inkâr etmeye kalkışanın hali de o kadar gülünçtür.40 Çünkü yanımızda uyuyan birisinin rüyasını müşahede etmek ve algılamak, duyu organlarımızın sınırlarına girmediği gibi; kabir ahvalini algılamak da bu sınırlara girmez ve duyu organlarımız bunları algılayamayız.

Öyleyse, yanı başımızda cereyan eden bir olayı ve yanımızda uyuyan kardeşimizi rüyasında sokan akrep ve yılanları göremediğimiz halde, nasıl olur da kabir âlemini ve orada insana azap çektirecek olan manevi ve ruhanî, dünyadakilere hiç benzemeyen, yılan ve akrepleri görebiliriz?

Berzah âlemini, Gazâlî gibi daha pek çok müellif rüyaya benzeterek izah etmişlerdir.41 Bu teşbih, oldukça isabetli ve yerinde bir benzetmedir. Şu farkla ki; rüyaların güzelinden ve çirkininden uyanarak kurtulmak mümkündür, ama berzahtaki azap, kabirden kalkışa kadar sürecektir. Teşbihe kuvvet kazandıran yönlerden biri de, her ikisinin de zaman boyutunun bulunmadığı bölgelerden oluşlarıdır. Psikologların tespitlerine göre rüyada yaşanan bir olay, yaklaşık olarak o işi uyanıkken düşünme zamanı kadar vakit almaktadır42 ki, bu da çok kısa bir müddettir.

Uykuda vaktin nasıl geçtiğinin anlaşılamaması ve dünyadaki zaman ölçüsünün bir manada durması da, bu teşbihe kuvvet kazandırmaktadır. Mü’min, rahat ve huzur içinde, nimet içinde olduğu için tatlı rüyalar gören kimse gibi, zamanın nasıl geçtiğini ve kıyametin geldiğini anlayamayacak. Ama azapta olana da, iki dakika uyuyup da birçok korkulu rüya gören gibi, kıyametin gelmesi çok uzayacak. Yani bize göre çok uzun bir zaman da, bu zaman zarfında kabirde kalana çok kısa ve kolay gelebilir. Böylece önce ölenle sonra ölenin nimet yahut azapları denkleşmiş olur ve inkârcıların bu yönden yaptıkları itiraz da cevaplanmış olur.

Evet, duyu organlarımız sınırlıdır ve ancak belli sınırlar içindeki şeyleri algılayabilirler. Araştırıcı Lincoln Bernett: “İnsanın, kendisini çevreleyen gerçeklerden idrak edebildikleri, algılayabildikleri, duyu organlarının güçsüzlüğü nedeniyle sınırlıdır.”43 demektedir. İnsan gözü, ancak hareket durumundaki cisimden ışık ışınlarının yansıması dolayısıyla görebildiğine göre; bunun anlamı, ışık hızından daha büyük bir hızla hareket eden cisimlerin görünmesinin imkânsız oluşudur. Çünkü bu durumda ışığın, adı geçen cisme erişip de oradan gören göze yansıması imkânsızdır. Yine bilimsel araştırmalara göre insan gözü saniyede ancak 20 ila 40 defa yer değiştiren, ya da titreşen cisimleri görebilecek kapasitededir. Saniyede 40 defadan daha çok titreşen ve ışık hızı ile (saniyede 300 bin kilometre) veya daha süratli hareket eden varlıklar insan gözünden kaybolmakta ve insanın onları görmesine imkân kalmamaktadır. Bunun gibi insan gözü, saniyenin yüzde dördünden (0,04) daha hızlı olan değişmeleri fark edememektedir. İnsan kulağı ise, frekansları yani titreşimleri saniyede 15 ila 20 bin arasında değişen sesleri duyabilmektedir. Dolayısıyla bu frekanstan44 daha aşağı ve 20 bin frekanstan yukarı olan sesleri duyamamaktadır.45 Yani insanın işitme sınırları içine girmeyen sesler, insana göre yoktur. Görme sınırları içine girmeyen varlık ve olaylar da aynı.

Durum böyle olunca, kendisine onu idrak edecek duyular ve güç verilmemiş olan insanın, kendi idrak sahası dışında kalan varlık ve eylemleri, algılayamadığı için inkâr edişi, körün güneş ışınlarını ve sağırın bülbül sesini inkâr etmesine benzer. Nasıl ki, körün görme duyusu eksik olduğu için güneşi göremeyişi, güneşin yokluğu için delil değilse; kabir ve melekût âlemini -kendi eksikliklerinden ötürü- idrak edemeyenlerin, o âlemi algılayamamaları da onun yokluğuna delil olmaz ve inkârlarını aklileştirmez. Akıllı insana yakışan, neleri bilip neleri bilemeyeceğini ve bilmediklerini bilenlerden öğrenmesi gerektiğini bilmektir, yoksa her şeyi ben bilirim demek değil.

Nakille bilinecek sahada akıl yürütmek, sağlam bir gemiyle geçilebilecek bir okyanusu yüzerek geçmeye yahut yüksek bir merdivenle çıkılması gereken bir yere hoplayarak çıkmaya çalışmaya benzer ki, bunların her ikisi de akıllılık değil, akılsızlıktır. Sonu da başarısızlık ve hüsrandır.

Yine bu akıllıların (!) ölünün bedenini cansız cisimler gibi düşünerek, onun kabrinde azap yahut nimet görmesini imkânsız saymaları da Allah’ın güç ve kudretini o büyük akıllarına rağmen, kavrayamamalarındandır. Çünkü Allah’ın kabrinde ölüye, bizim hissedemeyeceğimiz, ama mezardaki ölünün berzah hayatının hallerini idrak edebileceği kadar bir hayat vermesi mümkündür ve bu Allah’ın kudreti dahilindedir.

Kaldı ki ölüde bu kadar bir hayat ve idrakin meydana gelmesi için, ölünün cesedinin sapasağlam olması da şart değildir. Sonra her acı duyan, duyduğu acıyı bütün bedeniyle mi duymaktadır ki, ölünün kabrinde azap duyması için bedenin tamamının sağlam kalması şart koşulsun? Ehl-i Sünnet’e göre, kabirde hayat ve idrakin verilip, sual, azap ve nimetin idrak edilmesi için bedenin sağlam olması şart değildir. Allah Teâlâ, diğer olağanüstü, tabiatüstü olayları yarattığı gibi, cesedi herhangi bir nedenle ortadan kalkan veya kabre konmayanlarda da olağanüstü bir şekilde hayat ve idraki yaratır ve onlar da berzah hallerini idrak ederler. Böyle Allah’ın kudreti karşısında mümkün olan şeyleri, doğru sözlü peygamber de haber verince tasdik gerekir. Binaenaleyh, böyle bir vakıa üzerinde akıl yürütmek ve olmazlığını söylemeye çalışmak, safsatadan başka ne olabilir?46

Böylece cesedi yakılmak, hayvanlar tarafından yenilmek veya başka şekilde ortadan kalkmış olanlar da dahil herkesin kabir hayatını yaşayacağı gerçeği ortaya çıkmış oldu. Herkesin bulunduğu yer kabridir ve ölü kurdun yahut balığın karnında da olsa, Allah’ın onun kabir ahvalini idrak edecek kadar bir parçasına hayat vermesi mümkündür.47 Velev ki bu, dünyada alışılmış olana aykırı olsa bile. Hatırdan çıkarılmamalıdır ki, orası dünya değildir. Ölümle dünya sona ermiş ve berzah hayatı başlamıştır. Onun için, dünya kanunları dünyada kalmıştır artık. Oraya gidenler için geçmez onlar.

Dünyada bile öyle değil mi? Hiçbir ülkenin kanunları, diğerinde -bazı benzerlikler hariç- geçer mi? Her devletin, her milletin kendine göre yürürlükte olan kanunları var. Bu, âlemdeki gezegenler için de öyledir. Mesela, dünyaya mahsus olan fizik kanunları ayda geçmez, ayınkiler de dünyada. Birbirine bu denli yakın olan iki gezegenin kanunları ayrı oluyor da, birbirinden manevî bakımdan apayrı olan dünya ve berzah âleminin kanunları neden farklı ve kendine has olmasın ki?

Öyleyse bize düşen; iki âlemin birbirinden farklı olduklarını ve her birinin kendine has kanunları olduğunu kavramak ve ikisinin ayrı âlemler olduğunu bilerek, dünyayı sınırlı bir şekilde algılamak için verilmiş olan akıl ve duyularımızla, berzah ve ahiretin sırlarını keşfetmeye çalışmak yerine, bu konuda ayet ve hadislerde bildirilenleri kabul etmektir. Yoksa kısa aklımızla uzun ve derin meselelere dalmak değil.

Kısacası, kabirdekilerin kendilerine mahsus bir hayat ile Allah Teâlâ’nın kendilerine tahsis ettiği makamlarda azap yahut nimet içinde yaşadıklarını kabul ve iman etmek gerekir.

KAYNAKÇA:

1) Ehl-i Sünnet’in kabir hayatı ile ilgili görüş ve delilleri için bakınız: Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat, Kabir Hayatı, 10. Baskı, Konya, 2017, Tekin Kitabevi.

2) Kassapbaşızâde, Risâle Fî Beyani Bakâi’n-Nefsi’n-Nâtıka, s. 5-8.

3) bkz. Matüridî, Terc. Yusuf Ziya Yörükan, Akaid Risâlesi, s. 27; Eş’arî, el-İbâne, s. 65; Ebu Şekûr es-Salimî, et-Temhîd Fî Beyâni’t-Tevhid, v. 146 a; Muhammed Emin eş-Şirvânî, a.g.e, v. 123 b; er-Razî, Muhammed b. Ebî Bekr, el-Hidâye, v. 85 a.

4) Işık, Kemal, Mu’tezilenin Doğuşu ve Kelâmî Görüşleri, s. 56, Ankara, 1967.

5) Sübkî, Şifau’s-Sikâm, s. 169.

6) bkz. Abdulcebbar b. Ahmed, Şerhu Usûli’l-Hamse, s. 730-734, Kahire, 1965.

7) bkz. Nesefî, Ebu’l-Mu’în, Tabsıratü’l-Edille, v. 284 a; el-Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, c. III, s. 242; Taftazânî, Şerhu’l-Makâsıd, c. II, s.162; Pezdevî, a.g.e, s. 235; Süleyman b. Ahmed b. Mustafa, el-Fevâidu’s-Seniyye, v. 17 b; Abdurrahman b. Muhammed el-Aydinî, Risâletü Akaidi’d-Diniyye, v.15 b, elyazma, Konya Yusuf Ağa Küt. Nr. 673/2.

8) Cürcânî, a.g.e, c. III, s. 242; el-Kuşcî, a.g.e, c. III, s. 246; Taftazânî, a.g.e, c. II, s. 162.

9) Çağatay, Neşet, Çubukçu, İ. Agâh, a.g.e, s.136.

10) Şi’a’dan Zeydiyye’nin bir kolu. bkz. Çağatay, Neşet, Çubukçu, İ. Agâh, a.g.e, s. 59.

11) Pezdevî, a.g.e, s.235; Abdurrahman b. Muhammed el-Aydinî, a.g.e, v. 15 b.

12) Nesefî, Ebu’l-Mu’în, a.g.e, v. 284 a; Mâtüridî, a.g.e, s. 27; Ebu Şekûr es-Salimî, a.g.e, v. 146 a.

13) er-Razî, Muhammed b. Ebî Bekr, a.g.e, v. 85 a; Mahmud b. Ahmed b. Mes’ud, a.g.e, v. 440 a.

14) Ebu Şekûr es-Salimî, a.g.e, v. 146 a.

15) Muhammed Emin eş-Şirvânî, a.g.e, v. 121 a; el-Harpûtî, a.g.e, s. 320.

16) el-Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi’ Li Ahkâmi’l-Kur’an, c. IV, s. 162, Kahire, 1967.

17) el-Kurtubî, a.g.e, c. IV, s. 160-161.

18) Cürcânî, a.g.e, c. III, s. 242; Taftazânî, a.g.e, c. II, s. 163.

19) Nesefî, Ebu’l-Mu’în, a.g.e, v. 184 a; Taftazânî, a.g.e, c. II, s. 163.

20) Cürcanî, a. g.e, c. III, s. 242.

21) Ebu-Şekûr es-Salimî, a.g.e, v. 147 a.

22) Hasan el-Idvî, a.g.e, s. 56, M. Kesteliyye, 1277 h.

23) Beyhakî, a.g.e, v. 54 a.

24) bkz. İbnu’l-Hakîm es-Semerkandî, es-Sevâdu’l-A’zam, s.15.

25) Gazzâlî, el-İktisad Fi’l-İ’tikâd, s. 218.

26) Duhan, 44/56.

27) Saffât, 37/58-59.

28) Mevlâna Hasan Çelebi, a.g.e, c. III, s. 243; Ayrıca bkz. Taftazânî, a.g.e, c. II, s. 162; Mahmud b. Ahmed b. Mes’ud, a.g.e, v. 440 a; Abdurrezzâk b. Halil, a.g.e, v. 230 a.

29) Bakara, 2/28.

30) Taftazânî, a.g.e, c. II, s. 162-163; Abdurrezzâk b. Halil, a.g.e, v. 230 a-230 b.

31) Mü’min, 40/ll.

32) Mahmud b. Ahmed b. Mes’ud, a.g.e, v. 440 a.

33) Mü’minûn, 23/112-113.

34) Mahmud b. Ahmed b. Mes’ud, a.g.e, v. 440 a.

35) Abdurrezzak b. Halil, a.g.e, v. 230 b; Taftazânî, a.g.e, c. II, s.163.

36) Fâtır, 35/22.

37) Taftazânî, a.g.e, c. II, s. 163.

38) Bu ve benzeri sorular ve cevapları için bkz. Cürcânî, a.g.e, c. III, s. 243-244; el-Kuşcî, a.g.e, c. III. s. 246-247; Taftazânî, a.g.e, c. II, s. 163; Nesefî, Ebu’l-Mu’în, a.g.e, v. 284 a-284 b; Abdurrezzak b. Halil, a.g.e, v. 229 b-230 a; Gazzâlî, el-İktisad Fi’l-İ’tikad, s. 216; Sübkî, a.g.e, s. 169; Süleyman b. Ahmed b. Mustafa, a.g.e, v. 17 b-18 a; Kemal b. Ebî Şerif, a.g.e, s. 230-23l.

39) A’raf, 7/27.

40) Gazzâlî, el-İktisâd Fi’l-İ’tikâd, s. 216.

41) bkz. el-İcî, Mevâkıf, c. III, s. 242; el-Kuşcî, a.g.e, c. III. s. 246; Kemâl b. Ebî Şerif, a.g.e, s. 231; M. Emin eş-Şirvânî, a.g.e, v. 121b.

42) Özbaydar, Sabri, Psikoloji, s. 98, İst. 1971.

43) Yusuf Mürüvve, Terc. Recep Çalı, a.g.e, s. 45.

44) Psikoloji kitaplarında bu, 20 frekans olarak da geçer. Bkz. Özbaydar, Sabri, a.g.e., s. 21.

45) Yusuf Mürüvve, Terc. Recep Çalı, a.g.e., s. 44-45.

46) Taftazânî, a.g.e, c. II, s. 163; Nesefî, Ebu’l-Mu’în, a.g.e, v. 284 a-284 b; Cürcânî, a.g.e, c. III, s. 243-244; Abdurrezzak b.Halil, a.g.e, v. 229 b-230 a.

47) Gazzâlî, el-İktisad Fi’l-İ’tikâd, s. 216; Muhammed Emin eş-Şirvânî, a.g.e, v. 123 b-124 a; el-Kuşçî, a.g.e, c. III, s. 347.