Allah İçin Sevmek ve Allah İçin Buğz Etmek / Şenel İlhan Beyefendi’nin Sohbetinden

“Muhammed, Allah’ın Resûlü’dür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çetin, birbirlerine karşı da merhametlidirler. Onların, rükû ve secde hâlinde, Allah’tan lütuf ve hoşnutluk istediklerini görürsün. Onların secde eseri olan alametleri yüzlerindedir.” (Fetih, 48/29)

“Kim Allah için sever, Allah için buğz eder, Allah için verir, Allah için vermezse imanı kemâle erdirmiştir.” (Ebu Davud)

“Amellerin en üstünü Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir.” (Ebû Dâvûd, Ahmed b. Hanbel)

Bu ayet ve hadis-i şeriflerden açıkça görülüyor ki imtihan dünyasında bir müminin hem Allah (C.C.) için seveceği dostları hem de Allah (C.C.) için buğz edeceği düşmanları olacaktır. Zira imanla küfrün, iyilikle kötülüğün, düşmanlıkla dostluğun iç içe olduğu bu imtihan dünyasında hakiki bir müminin sadece sevgiyle imtihan edilmesi mümkün değildir. Yani bu durum Kur’ân’a, hadis-i şeriflere ters olduğu gibi akla ve mantığa da ters bir durumdur. O halde bir mümin bu imtihan şartlarında sevgi ve buğz olarak adlandırılan iki zıt duyguyu da kalbinde yaşayacak; bu kaçınılmaz bir şey. Hatta “Amellerin en üstünü Allah için sevmek ve Allah için buğz etmektir.” (Ebû Dâvûd) hadisinden anlıyoruz ki bu iki duygunun varlığı ve yoğunluğu aynı zamanda onun için hakiki bir müminlik testidir.

Evet, yıllardan beri biz hep daha çok sevgiden bahsettik, yine de sevgiden bahsedeceğiz. Çünkü Allah (C.C.) için sevmek ve sevebilmek amellerin en üstünü; hadis-i şerifler de bunu söylüyor. Sevgi çok önemli bir duygu ve bu duyguyu içimizde hissedebilmek ve hak edene verebilmek de çok kıymetli bir amel. O zaman sevgi duygusuna her zaman çok önem vereceğiz ve bunu kalbimize iyice yerleştireceğiz. Bu konuda başarılı olursak “her şey zıddı ile kaimdir” gerçeğinden hareketle, Allah için sevgimiz, yerinde kendiliğinden Allah (C.C.) için öfkeye de dönüşecektir.

Yani Allah (C.C.) için sevgi bir müminin kalbine yerleşmişse veya açıkçası bir kişi kalbini Allah’tan tarafa konumlandırmışsa, kaçınılmaz olarak o kalpte Allah için buğz, Allah için öfke oluşacaktır. Eğer bu duygu oluşmazsa o sevgi yalandır, sahtedir. Zira Allah’ı (C.C.) ve O’nun yüce peygamberini seven kişi aynı zamanda Allah’a (C.C.) ve elçisine düşman olanı sevemez; zira bu iki zıt duygu bir kalpte birleşemez. Dolayısıyla hakiki sevgi, hakiki düşmanlığı içinde taşır; bu gerçeğin kaçışı ve başka izahı olamaz.

İmanın da bir gereği bir tezahürü olarak sevgi hayatımızın içine mutlaka girmeli; zira iman etmek sevgisiz olmaz, yani imanın içinde mutlaka sevgi de vardır. Neticede sevgi bize her yerde lazım. Allah’a (C.C.) iman etmede lazım, hayatı mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşamada lazım, müminler arasında birlik ve beraberliği sağlamada lazım… Dolayısıyla gerek ayetlerde gerek hadis-i şeriflerde birbirimizi sevmemiz bir ibadet olarak isteniyor. “Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki; siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de gerçekten iman etmiş olmazsınız.” (Müslim, Tirmizî, İbni Mâce) hadisinde olduğu gibi.

İnsanoğlu sevmeye, sevilmeye muhtaç bir varlıktır. Sevemeyen ve sevilmeyen insanlar hastadırlar ve bu halden kurtulmak için mücadele etmek zorundadırlar. Bu hastalıklı ruh halini üzerlerinden atmadıkları müddetçe yalnızdırlar. Dolayısıyla insanlarla sağlıklı iletişim kuramazlar, bu yüzden de mutsuzdurlar ve etraflarına da mutluluk ve neşe veremezler. Üzerlerinde taşıdıkları bu negatif enerji nedeniyle onlarla hiç kimse uzun süre beraber olmak, beraber yaşamak istemez. Zira sevgi yoksa ilişkilerde mekaniklik ve soğukluk vardır. İlişkileri bu derece mekanikleşmiş bireylerin, eşlerin evlerinde saadet ve huzur olmaz… Hatta öyle bir eşin yaptığı yemeğin lezzeti bile olmaz. Yani evlerdeki samimi durum hayatın her alanına yansır, pişirilen yemeğin lezzetine bile… 

Özellikle köylerde yenilen yemeğin lezzeti niye başka olur, bunun sırrı nedir hiç düşündünüz mü? Bazı insanların sofralarında bir sürü yemek vardır ama niçin mütevazı bir köy yemeğinin lezzetini vermez? Çünkü o sofralar sadece güzel bir görüntüden ibarettir ve o sofrayı kuranlardaki samimiyetsizlik ve soğukluk yemeğin lezzetine dahi yansımıştır da ondan. Gönülde, insanlara hatta tüm mahlûkata karşı sevgi olmayınca etrafta da hiç kimseler olmayacaktır. İnsanları gönül rızasıyla, hoşnutlukla bir araya getiren ancak sevgidir. Kaba davranışlı olanlar, gönül kıranlar dünyada kendilerini yalnızlığa mahkûm etmişlerdir.

Yüce Rabbimiz, Efendimiz’e (s.a.v.) hitaben şöyle buyurmaktadır: 

“Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmrân, 3/159)

Allah (C.C.) için sevmekten bahsettik; peki Allah (C.C.) için buğz nasıl olacak?

Öncelikle şu hakikati ortaya koyalım ki bir kişinin Allah’a (C.C.) imanı ne kadar güçlü ise Allah sevgisi de o kadar güçlü olur. Yine aynı şekilde Allah’ın düşmanlarına karşı öfkesi ve buğzu da o derece güçlüdür. Bu yüzden benim imanım kadar sevgim, sevgim kadar da din düşmanlarına öfkem ve buğzum vardır. Bunun böyle olmaması düşünülemez. Beni öfkelendiren, adalet duygum ve ilkelere bağlılığımdır.

Evet, din düşmanlarına karşı gazaplı olmak, tıpkı Allah (C.C.) için sevmek gibi güzel bir ameldir. Gazap, adalet duygusundan kaynaklanan ilkeli duruşun adıdır ve direkt imandan beslenir veya imandan güç alır. Bir müminin Allah (C.C.) için buğzu az olursa bu bir zaaftır. Bu sebeple Allah için olan buğzumuza dikkat etmeli ve bu konuda zayıf olmaktan sakınmalıyız.

Allah (C.C.) için buğzun yani öfke ve nefretin ortaya konulması şartlara ve buğzu gerektiren sebebin büyüklüğüne bağlı olarak farklılık gösterebilir.

Bu konuda daha önce birçok kere bahsettiğimiz gibi öfke ve buğzumuz kişilerin zatına değil, kötü olan söz ve fiillerine olmalı. Zatı itibariyle insan, Allah’ın (C.C.) yarattığı muhteşem bir varlıktır. Yaratılmış her şey gibi en kötü huylu bir kişi bile Allah’ın (C.C.) bir sanat eseri olarak sevgi ve saygıyı hak eder. Bizim öfkemiz, kinimiz, buğzumuz kişinin zatına değil, haram olan, günah olan işlerine olmalı. Bunun ayrımını iyi yapamazsak adaletten ayrılmış olduğumuz gibi sevgi duygumuzu da yerinde kullanmamış oluruz. 

Bu nedenle benim öfkem, nefsine uyarak kendine zarar vermiş, büyük günahlara düşmüş insanlara değildir; onlara daha çok acır ve onları kurtarmak isterim.

Yine nefsime yapılan yanlışlara da değildir. Bu konuda yüce Rabbimiz bağışlayıcı olmamızı ister ki ben de öyleyimdir, öyle de olmamız gerekir.

Nitekim “…Eğer siz kendinize kötü davrananları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, Allah da sizleri bağışlar. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.” (Teğâbun, 64/14) 

“İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluverir.” (Fussilet, 41/34)

“O takva sahipleri ki bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler…” (Âl-i İmrân, 3/134) gibi birçok ayet bu konuda gayet açık bir şekilde yol göstericidir.

Dolayısıyla benim öfkem ve gazabım, Allah’ın (C.C.) ve O’nun Resulü’nün sevmediği buğz ettiği söz ve fiilleredir. Daha kısacası Allah ve Resulü kimleri sevmezse ben de onları sevmem, kimlere öfkelenir gazap ederse ben de onlara gazaplanırım; zira benim gazabım da öfkem de Allah içindir.

Mesela şu ayette “Kim, Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail’e ve Mikâil’e düşman olursa bilsin ki Allah da inkârcı kâfirlerin düşmanıdır.” (Bakara, 2/98)

Demek ki hakka karşı düşmanlık içinde olan böyle kişiler sevgimizle değil, öfke ve buğzumuzla muhatap olmalılar. Yoksa biz şu ayet ile muhatap oluruz ve imanımız sorgulanır Allah korusun: 

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy-sopları olsalar bile, Allah’a ve peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin…” (Mücâdele, 58/22)

Evet, Rabbimiz sevmediği kişileri kerim olan kitabında bir bir sayıp dökmüştür. Şimdi birkaç misal vererek bir müminin her zaman ve her şartta sadece seven ve hep hoş gören birisi olamayacağını gösterelim:

Allah (C.C.); fitne ve fesat çıkarıp bozgunculuk yapanları (Kasas, 28/77); günahlarında bile bile ısrar edenleri (Âl-i İmrân, 2/135); Allah’ı bırakıp başka şeyleri ilâh edinenleri (Lokman, 31/30); insanlara zulüm ve haksızlık edenleri (Nahl, 16/90); büyüklük taslayıp gururlananları (İsrâ, 17/37) sevmez… Evet, bunlar gibi daha birçok grup var, biz hepsini saymayacağız; zira maksadımız buğzun hakikatini ortaya koymaktır. 

Bunların haricinde rahmet peygamberi Efendimiz’i (s.a.v.) öfkelendiren şeyler nelermiş birkaç misal de ondan verelim.

Hz. Peygamber’i (s.a.v.) o dönemde yaşanan şu olay çok öfkelendirmiştir. Cabir b. Abdullah anlatıyor:

Bir seferdeyken aramızdan birinin başı yarıldı. Yaralı kişi ihtilâm oldu. Etrafındakilere yarasından dolayı teyemmüm yapıp yapamayacağını sordu. Onlar da “Sen teyemmüm yapamazsın, yıkanacaksın.” dediler. O kişi yıkandıktan sonra suyun ve soğuğun tesiriyle vefat etti. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) huzuruna gelindiğinde olay kendisine haber verildi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) öfkeli bir halde: “Adamı öldürdüler. Allah da onları öldürsün. Bilmediklerini sorsalardı ya. Cehalet derdinin ilacı sormaktır.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel)

Efendimiz’in (s.a.v.) “Allah da onları öldürsün.” diyecek kadar öfkelenmesi manidardır. Bilmediği halde fetva vermeye hevesli kişiler bu hadiseden ciddi ders çıkarmalılar. Özellikle günümüzde bu işler iyice çığırından çıktı! Zira hiçbir İslâmî ve insanî kaygı taşımadan dinî konularda diledikleri gibi ahkâm kesenler bu öfke ve uyarıya muhatap olduklarını bilmeliler…

Maalesef ki günümüzde her biri birer müçtehit edasıyla kendinden menkul din anlayışlarını her platformda anlatıp bununla emri bi’l-ma’ruf yaptığını sanan yobaz veya sapık âlim müsveddeleri bir hayli fazlalaştı. Efendimiz gibi benim de gazabım gerçekten bu kişilere karşı çok fazladır.

Açıkçası dinimizin ilkeleriyle oynayan sorumsuz ve akılsız Müslüman din adamları, İslam’a, ehl-i küfürden ve din düşmanlarından daha çok zarar veriyorlar. Bu yüzden ben bunlara “din yolunun haramileri” diyorum.

Evet, biz müminler olarak birçok hata ve günaha düşebiliriz. Burada Allah’ın (C.C.) affını fazlasıyla ümit de edebiliriz ama dini değiştirmek ve onun ilkeleriyle oynamak kimsenin haddi ve hakkı değildir. Buna müsaade etmeye de kimsenin hakkı yoktur.

Efendimiz’in (s.a.v.) ibadetlerde orta yolu terk ederek ifrata kaçanları da uyardığını ve kızdığını biliyoruz. Hz. Aişe (r. anha) anlatıyor: Hazreti Peygamber’in bizzat işlediği ve yapılmasına ruhsat verdiği bir konuda bazı sahabeler çekingen davrandılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.): “Birilerine ne oluyor ki benim bizzat işlediğim ve yapılmasına ruhsat verdiğim bir şeyi işlemekten çekiniyorlar? Allah’a yemin ederim ki ben, Allah’ı onlardan daha iyi biliyor ve Allah’a karşı onlardan çok daha fazla haşyet duyuyorum.” (Müslim, Ahmed b. Hanbel)

Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hane-i saadetlerine bir grup erkek gelerek Resulullah’ın (s.a.v.) evdeki ibadetinden sordular. Kendilerine sordukları husus açıklanınca sanki bunu az bularak: “Resulullah (s.a.v.) kim, biz kimiz? Allah O’nun geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affetmiştir. Bu sebeple O’na az ibadet de yeter.” dediler. İçlerinden biri: “Ben artık hayatım boyunca her gece namaz kılacağım.” dedi. İkincisi: “Ben de hep oruç tutacağım, hiçbir gün terk etmeyeceğim.” dedi. Üçüncüsü de: “Kadınları ebediyen terk edip onlardan uzak duracağım.” dedi. Daha sonra durumdan haberdar olan Hz. Peygamber (s.a.v.) onları bularak: “Sizler böyle böyle söylemişsiniz. Hâlbuki Allah’a yemin olsun Allah’tan en çok korkanınız ve yasaklarından en ziyade kaçınanınız benim. Ben bazen oruç tutar, bazen yerim; namaz kılarım, uyurum da; kadınlarla beraber de olurum (Benim sünnetim budur). Kim sünnetimi beğenmezse benden değildir.” buyurdu. (Buhari, Müslim, Nesai)

“Kim benim sünnetimden yüz çevirirse o, benim yolumu terk etmiş olur.” (Buhari, Müslim)

Evet, gerçekten de bu aşırılıklar şeytanî bir tuzaktır ve bu aşırılıklardan İslam ümmeti tarihte ve günümüzde çok çekmiştir. Neticede Efendimiz’in (s.a.v.) öfkelendiği konularda daha çok ümmetine duyduğu sevgi, şefkat ve merhametin açık tezahürlerini görüyoruz. Dini kafasına göre zorlaştıranlara hiddetleniyor ve benim ruhsat verdiğim bir şeyi siz niye kendinize yasak ediyor, dini güçleştiriyor ve ümmetin işini niye zora sokuyorsunuz diyor açıkçası. Mesela cemaatle kılınan namazlarda imamları yine aynı nedenle uyarıyor: “Sizden nefret ettiriciler var. Kim insanlara namaz kıldırıyorsa sureleri kısa tutsun. Çünkü içlerinde hasta, zayıf ve işi olanlar olabilir.” (Buhârî, Müslim)

Yine Allah Resulü (s.a.v.) en tabii olarak iman konusunda çok hassas ve bu konuda asla müsamaha göstermiyor. Mesela yalancı peygamber Müseyleme iki elçisiyle Allah Resûlü’ne mektup gönderiyor. Peygamberimiz bu mektubu okuttuktan sonra onun elçiliğini yapan iki adama hitaben, ”Siz, Müseyleme’nin peygamberliği konusunda ne diyorsunuz?” diye soruyor. Onlar da “Biz ona aynen katılıyoruz.” cevabını veriyorlar. Bunun üzerine öfkeyle şöyle diyor: “Allah’a yemin ederim ki, eğer elçilerin öldürülmemesi gibi bir teamül olmasaydı sizlerin boynunu vururdum.” (Ebû Dâvûd, Ahmed b. Hanbel)

Yine Peygamberimiz’in (s.a.v.), verdiği hükme razı olmayan ve itaat konusunda gevşeklik gösterenlere de kızdığını görüyoruz. Mescidlerin temizlik ve bakımına önem vermiş, kirletenlere kızmıştır. Özellikle namaz ve zekâta gerekli önemi vermeyenlere kızgınlıklarından bahseden rivayetler bulunmaktadır. Dinin belirlediği helal haram çerçevesine dikkat edilmesini istemiş ve haramlara, mekruhlara riayet etmeyenlere kızmış, tepki göstermiştir. Peygamberlik makamına hürmet etmeyenlere kızmıştır…

Sonuç olarak rahmet peygamberi olan Efendimiz (s.a.v.) sevgi, şefkat, merhamet, nezaket ve affetmede zirve bir insan olmasına rağmen yerinde öfkelenmiş hatta öfkesinden alnında damarları kabarmıştır. Yerinde davası için savaşmış ve canını ortaya koymuştur. Dolayısıyla bir Müslüman sırat-ı müstakim denilen yolda yürürken, ahvale göre kendi nefsi ve çıkarları için değil, Allah (C.C.) rızası için sevgi ve buğz arasında gidip gelecektir. İnsan fıtratının da bir gereği olarak bundan kaçışın yolu yoktur. 

Allah’a (C.C.) emanet olun.