Orucun, psikiyatri, psikoloji ilmi içinde, arınma bağlamında yeri nedir?
Ramazan ayı ibadet ayıdır. Bunun insan psikolojisiyle ilgili boyutu olduğu gibi sosyal boyutu, ibadet boyutu da var. İnsanın iç dünyasıyla ilgili boyutuna baktığımızda aslolanın kişinin duygularını, dürtülerini eğitmek olduğunu görürüz.
İnsan sınırsız iyiye ve güzele yatkın bir varlık, iyiye ve güzele ulaşma potansiyeliyle doğuyor. Eğer iyi ve güzel şeylerle karşılaşırsa bunu geliştiriyor. Termodinamiğin ikinci yasası olan entropi yasasına göre, mesela çay, eğer ısıtmazsanız soğur. Bozulmaya, düzensizliğe, dağınıklığa giriyor. İnsanın kendi vücudu açısından, mesela bir insan temizliğine özen göstermezse hemen kirlenir. Entropi yüksekse dağınıklık, düzensizlik var demektir. Mesela, bir eve, bahçeye bakmıyorsanız orayı ayrık otları kaplar, tozlar, böcekler kaplar. Orada entropi yüksektir. Bu, termodinamiğin ikinci yasasıdır. Eğer bahçeye bakarsanız düzen ortaya çıkar. Evrende de bir entropi var. Darwinizmi bitiren delillerden birisi de entropi yasası olmuştur.
İnsanın özgür iradesiyle kendini düzeltmek gibi bir motivasyona ihtiyacı var. Freud, “Buna lüzum yok.” diyordu. “Duvarları yık, zincirleri kır, özgür yaşa, canının istediğini yap, zevkin peşinde koş. Mutluluk oradadır.” diyordu. Hâlbuki insanın mutlu olması için arzularından, dürtülerinden kurtulmuş olması lazım.
İnsana özgür irade verilmiş. O özgür iradeyle insanın kendini sürekli belli bir amaca yönelik kendisini eğitmesi gerekiyor. Özellikle 90’lı yıllardan sonra bilimin kabul ettiği, “Beynin duyguları proses eden alanları var.” denildi. “Duygular artık pozitif bilimin menzilinin içine giriyor.” Denildi. Sinirbilimin katkısıyla, “Descartes’in Yanılgısı” diye bir kitapta bu popüler kültür hâline geldi. Şimdi bunu artık terapi tekniği olarak kullanıyoruz. “Emosyon regülasyonu” diye geçiyor. Kişinin duygularını bir potansiyel kaynak gibi kabul edip, kaynak yönetimi gibi, bunu iyi ve güzel amaçlı kullanması lazım. Eğer kendi hâline bırakırsa kötülüğe gidiyor. İnsanda düşmancıl hisler var. Karanlığın 5 atlısı deniliyor: kin, öfke, nefret, şüphecilik, kıskançlık. Bu duygular insanda potansiyel olarak var. Bu düşmancıl duygulara karşı barışçıl duyguları getirmek ve dengelemek gerekiyor; ümit gibi, iyimserlik gibi, olumlu düşünce gibi. Dengelemeyip insanı doğal hâline bıraktığınız zaman, insan kötü olmaya yatkın hâle geliyor. Burada sürekli bir entropik destek gerekiyor, çaba gerekiyor.
Kişinin ego eğitimi yapması, emosyon regülasyonu yapması demek, birincisi, kişinin arzu ve dürtülerinde farkındalık sahibi olması, ikincisi özyönetim yapabilmesi demektir. Öfkenin olması tepkisizlikten daha iyidir. Öfke bir enerjidir, nükleer enerji gibi bir enerjidir. Bu enerjiyi iyi yönde kullanırsanız, kişiyi hedefine götürür. Yoksa diğer durumda uyuşuk bir at gibidir, hiçbir işe yaramaz, amaca götürmez, size daha çok yük olur. Öfkeyi iyi bir amaçla kullanmak lazım. Bizde öfkeyi yutmak diye adlandırılır. Dikkat ederseniz, öfkeyi bastırmak demiyor, yutmak diyor. Yutmakta şu vardır: Hazmetmek ve öğütmek vardır. Yani öfkeyi alacaksınız, hazmedeceksiniz, onu olumlu bir enerjiye dönüştürecek ve amaca yönelteceksiniz. O zaman insanı harekete geçiren bir güç hâline gelir. Bu nedenle, duyguları bastırmak, yok etmek değil; duyguları yönetmek gerekiyor. Stres de öyle. Stres yönetimi diye geçer; stresi ezmek diye geçmez, stresi yenmek diye geçmez.
Ramazan’ın, duyguları eğitme ve yönetmede ne gibi etkileri vardır?
5 duyumuzla ilgili her şeye oruç tutturacağız; yani görmemizle, bakmamızla, dokunmamızla, her şeyimizle. İnsanda 5 duyu var deniliyordu, şimdi araştırmalar sonucu bu 33 duyuya kadar çıktı. İnsanda manyetik ve kimyasal duyular da var. Bütün bunları algılıyor insan, algıladıktan sonra bunu yorumluyor, yorumladıktan sonra tepki veriyor. İnsanı kendi hâline bırakırsan, ilk dürtüsel tepkisi vardır. Mesela insan, “Dur, düşün, eyleme geç”i yapamaz. Bunu yapması için kendini eğitmesi lazım. İnsan aklına gelen ilk şeyi yapmak ister, hoşuna giden şeyi hemen yapmak ister.
Oruç; kişinin yeme isteğini, arzusunu, talebini, hevesini bastırması, ertelemesi ve daha sonra iftarla bunu sonuçlandırması demektir. Yemek, bir insan için direkt ödül-ceza sistemini çalıştıran en önemli şey. Açlık, tokluk, susuzluk, zevk peşinde koşmamak ve o zevkleri erteleyebilmek. Bir insanın hayattaki en önemli becerisi de ödül ve cezayla ilgili kişinin kendisini eğitmesi, beynin ön bölgesini geliştirmesidir. Diyelim vücudumuzdaki bir kasın gelişmesini istiyorsak onunla ilgili pasif ve aktif egzersiz ve sporlar yaparak onu güçlendiririz. Son yıllarda yapılan araştırmalarda beynin prefrontal bölgesinin kişinin düşünce bölgesi olduğu anlaşıldı. Kişi, canı bir şey istediği zaman o istediği şey çıkarına uygun mu değil mi, güvenli mi güvensiz mi, geçerli mi geçersiz mi diye bir karar vermesi gerekiyor. Kişi yolda giderken canı bir şey istedi veya kıymetli bir şey gördü, almak istedi. Böyle durumlarda hemen “dur, düşün, yap” demesi gerekiyor. Bu da beyni yaş ilerledikçe güçlendiriyor. Ama çocuksu duyguları olan bir kimse, onun uygun olup olmadığını düşünmeden hemen hoşuna giden şeyi yapmak ister. Özellikle ergenlik döneminde ve daha sonra kişinin bu yaşam ve psikososyal beceriyi kazanması gerekiyor. Ramazan’ın bireye en önemli etkisi, kişinin beynindeki ödül-cezayla ilgili kontrol sistemini geliştirebilmesidir. Canı bir şey istiyor, fakat onu ertelemeyi öğreniyor. “Dur, düşün, eyleme geç”i uyguluyor. Daha sonra onu zamanı gelince kullanmayı öğreniyor. Bu da duygu yönetimini öğrenmesi demektir. Yani kişi, Ramazan ayında açlık duygusunu eğiterek, açlık dürtüsünü terbiye ederek aslında beynindeki fren mekanizmalarını geliştiriyor.
İnsanı bir araba gibi düşünelim, arabayı hareket ettiren motordur. Fakat onun nereye gideceğini direksiyon yönetir. Ama nerede yavaşlayacağı, nerede hızlanacağıyla ilgili fren mekanizması gerekir. Ramazan orucu, bir insanın duygularına, arzularına hareket veriyor ama onu nasıl yöneteceğimizi şoför kısmındaki kişinin belirlemesi gerekir. Ramazan bunun eğitimini veriyor.
Ramazan’ın insana diğer katkısı da kişinin sosyal duygularını yönetebilmesidir. Sosyal duygularını yönetirken insanda sebat eğitimine ihtiyaç var, buna dayanıklılık eğitimi de deniliyor. Bu da psikososyal becerilerden birisidir. Kişinin hayatta ilerlerken önüne çıkan bazı durumlar var. Böyle durumlarda hızla giden bir insanın bazen beklemesi de gerekiyor.
Ramazan; sabır, sebat, tahammül gibi duyguların eğitildiği bir dönemdir. Sabır dediğimizde bir kenara çekilip katlanmak değil; aktif sabır, hareket halinde sabrı kastediyoruz. Mesela kişinin bir hedefi vardır ve o hedefine giderken zaman zaman yavaşlamaya karar verir, bekler. Bu yavaşlama o kişi için geri kalmak değil, doğanın hız ve ritmine uygun davranmaktır. İşte Ramazan’da kişi, bu sosyal ilişkilerinde nerede duracağını, isteklerini ne kadar erteleyebileceğini öğreniyor.
Ramazan, insanın egoistliğini, bencilliğini nasıl törpüler?
Oruç ibadetindeki en önemli özelliklerden birisi, dayanıklılık eğitimi vermesidir. İnsan nefsi acelecidir, hırslıdır, isteklidir, bencildir, hemen ister, sadece kendine ait olsun ister, çıkarı peşinde koşmak ister. Bu özellikler kendini eğitmemiş egoist insanın özelliğidir. Mesela, egoizmi en güzel temsil eden kanser hücresidir. Kanser hücresi bütün vücuda gelen oksijeni hep ben kullanayım ister, glikozu ben kullanayım ister, devamlı yayılayım ister, bütün alanı ben kaplayayım ister. Büyür büyür tümör olur; o kadar büyür ki kendisiyle birlikte vücudu da öldürür. Yani eğer insan nefsini terbiye etmezse, yeryüzü tanrısı olmak ister, “her şey bana ait olsun” der, “bütün kontrol bende olsun” der, “güç bende olsun”, herkes beni dinlesin ister. Egoizm; sekülerizmin, modernizmin hastalığıdır.
Ayasofya’nın kelime karşılığı “yüksek hizmet” demek. Fatih bunu değiştirmemiştir. “İnsanın hayatının gayesi nedir, niçin vardır, amaç nedir, dünyanın anlamı nedir, sonsuzluk nedir, ölümden sonra ne olacağım?” Bu soruları sormayan bir insan kendini unutur. Kendini unutmak gaflettir, gaflet de sekülerizmdir, dünyeviliktir. En büyük gaflet, hayatı sadece dünya hayatı zannetmektir. Modern çağın insanının en önemli zaafı, sadece dünya penceresinden bakmaları, ölüm ve ölümden sonrasıyla ilgili stratejik hedeflerinin ve planlarının olmamasıdır. İnsanın nefsini terbiye etmesi için de, ölümü unutmaması, fani olduğunu unutmaması gerekiyor ve “Evrende niçin varım?” sorusunu unutmaması gerekiyor.
İnsanın istekleri sınırsız, arzuları sonsuz, fakat gücü çok sınırlı. Öyle yaratılmış. Fıtratı genlerimizde yazılmış. Aslanın genine bakarsanız, bir aslanın günde 15 saat yatıp, 8-9 saat avlandığını görürsünüz. Genleri öyle kodlanmıştır. Ama insan bütün saatlerde yemek arama peşinde koşmuyor ki. İnsanın yüksek hedefleri var; kendini geliştirmek gibi. Hayvanın genleri yemek, içmek ve üremeye göre kodlanmış; ama insanın genleri, yemek, içmek, üremenin dışında, evreni sorgulamak, “Niçin varım?” sorusunu düşünmekle ilgili. Eğer insan kendisine verilen akıl gücünü bu amaçla kullanmazsa israf etmiş olur. Yani çok güzel bir bilgisayarın var, sen onu sadece oyun için kullanıyormuşsun gibi olur. İnsana böyle müthiş yetenekler verilmiş, zihinsel kapasiteler verilmiş. Bunu var oluş amacına uygun kullanması gerekiyor. Ramazan bunu veriyor insana.
Oruçla ilgili hikmetlerden biri de, insanın oruçluyken aklının daha iyi işlediğine, zekâsının daha gelişkin olduğuna dair, daha iyi kullanıldığına dair bir kabul var. Teknolojide, inovasyon kullanılıyor. İnovasyonun çok önemli bir kuralı, yüzde 15 kuralıdır; yani bir insan 10 saat bir konuyla ilgili iş yapıyorsa, 1,5 saat o yaptığı iş hakkında düşünmesi gereklidir. Ramazan da aslında inovasyon ayıdır. İnsan, “Ben niçin varım, hayatın anlamı nedir, ölümden sonra ne olacak?..” sorularını sorması lazım. Buna metacognition deniliyor, yani zihin üstü düşünmek deniliyor. Zihin üstü düşünen bir insan, böyle durumda aşkın düşünmüş oluyor, kendini tanımış oluyor.
Ramazan’ı, diğergamlık empati ve fedakarlık duyguları açısından değerlendirir misiniz?
Kişi eğer yüksek bir değere inanıyorsa, bunu yüksek bir ideal için yapıyorsa -ki, en yüksek ideal Allah rızasıdır- bu maksat varsa kişide, böyle durumlarda onu yapmak kayıp olmuyor onun için, kazanç oluyor, uzun vadeli kazanç oluyor insan hayatına. Hatta bir söz vardır; kim daha kârlıdır, çıkarcı olan mı kârlıdır, erdemli olan mı kârlıdır? Erdemli olan kârlıdır. Çünkü çıkarcı olanda kısa vadeli kâr vardır, erdemli olanda orta ve uzun vadeli kâr vardır. O anda göremez onu, ama daha sonra bunların farkına varır. Bu nedenle bu yapılan iyilikler, yardımlar, karşılıksız gibi görünen yardımların aslında ölüm ötesi karşılığı var, boşa gitmiyor. Yani sadece dünyevi olarak karşılık alamıyoruz, ama “Ben yapıyorum bunu, aslında vicdanım istiyor da yapıyorum.” diye değil; kişinin o işten hem dünyevi hem uhrevi kazanımı var. Zaten insanda kazanım duygusu şöyle bir duygu: Bedel ödemeden, o kazanım insanın hayatında kalıcı olmuyor, bedel ödemek gerekiyor. Bu maddi bedel olabilir, fiziki bedel olabilir, zaman ayırmak olabilir. Onu ödediğin zaman, o insanda kalıcı etkiler ortaya çıkıyor.
Burada empati duygusunun lezzeti var. Diğerkâmlığın zıddı nedir; hodgamlık, yani kendi hakkında kaygı hisseden. Diğeri, diğer insanlar hakkında gam, kaygı hisseden. Yani o insanlarla oturup ağlamak değildir diğerkâmlık, empati; onların duygusunu anlayıp, ama kendi duygunu da, kendi yapını da koruyarak ona yardım etmek, yani kendini paspas yapmak değil. Mesela, 1 yaşındaki çocuklar bir odaya toplandığı zaman, biri ağladığı zaman hepsi ağlamaya başlar. Çünkü çocuklarda empati duygusu gelişmemiştir daha. Kendi duygusuyla onun duygusunu ayırt edemiyor. Ayna nöronlar çalışıyor beyninde, onun ağrısını aynalıyor ve benim vücudum ağrıyor diye o da ağlıyor, canım yandı diye. İnsan bunu yaşadıkça öğreniyor. Empati kaynak olarak insanda doğuştan var; fakat bunu nesnelere dağıtmak insanın kültürüne bağlı, yetiştirilme tarzına bağlı. Bu nedenle Ramazan, kendimiz dışındakileri fark etme dönemi. Onlarla sosyal yapının bir parçasıyız. Otobüsteki tek yolcu değiliz, dünyadaki tek yolcu değiliz. Onun için, ileri yaşın da en büyük sosyal sorunlarından bir tanesi yalnızlıktır. Ramazan sosyal bir ibadet. Yani sadece insanın kendini inşa etmesi, kendini düzeltmesi değil; yaşadığı çevreye, aileye çeki düzen vermesi, ilgilenmesidir. Eve geç geliyoruz, günlük telâşe içerisinde bilgisayar, televizyon, çocuklara zaman ayıramayan hızlı bir yaşantımız var. Böyle durumlarda, Ramazan’da çocuklara daha çok zaman ayırmak, eşimize daha çok zaman ayırmak, nasılsın diyebilmek, sevgi dolu bakış, bir tebessüm, birkaç tane güzel söz, bu gibi yaklaşımlar bulaşıcı bir etki yapıyor, evde sıcak bir atmosfer oluşturuyor. Böyle sorunlu insanlarla karşılaştığınız zaman -çocuğuyla sorun var, ailesiyle sorun var- evi sevgi hâline getirirseniz, sevginin olduğu yerde güven oluşuyor, güvenin olduğu yerde sığınak duygusu oluşuyor. Evi, aileyi sığınak hâline getiriyorsunuz, aile bağları güçleniyor. Böyle durumlarda, çocuk hata yapsa da, dışarıda bir yanlış yapsa da, evi sevdiği için bir müddet sonra eve geliyor, eviyle kötülük arasında bir tercih yaparsa evi tercih ediyor, kötülükten korunuyor. Evi sığınağı gibi görüyor. Ramazan bunun için bir fırsat, yani evimizi sıcak bir atmosfer, güvenli bir ortam, ses tonunun yükselmediği, sevgi sözcüklerinin kullanıldığı, tebessümsün bol olduğu bir zaman dilimi hâline getirirsek, Ramazan’ı amacına uygun yaşamış oluruz.