İslam’da insan ilişkilerinin niteliğini belirlemek için öncelikle insanın durduğu yeri iyi belirlemek lazımdır. Şenel İlhan Bey’den dinlediğim bir sohbeti icmalen aktararak insanın konumuna dair bir değerlendirme yapmak gerekirse; “İnsan şöyle demeli: Allah’ın (cc) kendi katından üflediği ve melekleri secdeye davet ettiği bir eşref-i mahlûkum. Allah’ın en değer verdiği bir varlık olarak bu manada Hz. İnsanım ben.” İşte burası bizim izzet-i nefs dediğimiz yönümüzdür. İnsan bu manada kendi kıymetini iyi bilmeli. Allahu Teala bize iman nimeti vermiş, Peygamber Efendimiz’e ümmet olma şerefi vermiş, Allah dostları ile yakın kılmış… Özellikle Şenel İlhan Beyefendi gibi bir şahsiyetin yanında hizmet etmeyi nasip etmiş… Demek ki Allahu Teala bu topluluğa değer veriyor. Bu değerlere sahip iken kibre düşmemek bizim şiarımızdır. Modern hayatta insanların önüne “kendini gerçekleştirmek” şeklinde uydurdukları içi boş ve referansları olmayan sahte bir duruş sunmaya çalışıyorlar ya da teklif ediyorlar. Kendini ne adına gerçekleştirecekse… Oysa insan Allah’a kul, Hz. Peygamber’e ümmet, Allah dostlarına yakınlık ve Ehl-i Beyt’in gemisinde olmakla ancak ahir zamanda bir duruş sahibi olabilir. Bu anlamda insan kendi değerlerini bilerek yaşamalı. Burada “kendin olmamak” zillettir. Kendin olmadığında “Sen neredesin?” diye sorarlar adama… Ayrıca bu manada kendini var görmemek hayasızlıktır. Burada haya, insanın kendini var görmesidir. Bu yüzden insan, günah işlerken manevi, sosyal ve psikolojik anlamda kendini diri ve var görürse bu günahları kendine yakıştıramaz. Yani müspet manada, manevi anlamda izzet-i nefs sahibi olur. Şöyle söyler kendisine: “Bu günah veya bu davranış bana yakışmıyor.” der. Çünkü kendi değerlerinin farkındadır. Dolayısıyla kişinin psikolojik yapısı, nefsinin yapısıdır. İnsan, duruşunu ve kişiliğini oturtmadığı zaman nefs mücadelesinde de başarılı olamaz. Hangi güç, hangi duruş ve hangi kuvvetle nefsinle mücadele edeceksin… Günahlara, hatalara düşüldüğü zaman seni toparlayacak güç, senin psikolojik yapındır. Yani aynı zamanda hayata bakış şeklin, hayata tutunma biçimin, insanlarla ve Allahu Teala ile olan ilişkilerindir. Yani bir manada, süper idealin olmasa kendini toparlaman mümkün olmayacaktır. Kendi değerlerini bilen ve gören insanın artık kendisine bir hedef koyması gerekecektir.”
Öyleyse insan bu fitne ve kaos asrında, iyi kul olma, tam bir hizmet adamı olma ve Allah’ın rızasını kazanma gibi hedefleri olmazsa kendini dengede tutamaz ve amaçsız bir biçimde yaşar. Şenel İlhan Bey’den yine icmalen aktarmak gerekirse;
“Duruşumuzun ve kişiliğimizin devamlılığı için üç vazgeçilmezimiz olmazsa olmaz. Bunlar; doğru olmak, yalan söylememek, söz verdiğinde sözünde durmak.
Allah doğru olmamızı emrediyor. Sıddık olmak için ise tavsiye var. Ölümüne dahi olsa asla yalan söylemeyeceğiz. O yüzden Peygamber Efendimiz “Mümin yalan söylemez.” derken, mümin kişiliğinden taviz vermez diyor. Biz de kişiliğimizden taviz vermeyi, çok sıradışı gayri meşru bir iş yapmak kadar tehlikeli görmezsek bu işi başaramayız. Bir de söz verdiğimizde kesinlikle sözümüzde duralım. Bu söylediklerimiz, hem kendi kendimizle olan ilişkilerimizde hem de sosyal çevremizle olan ilişkilerimizde geçerlidir. Yoksa, duruşumuzu belirleme noktasında başarı sağlayamayız. Ümit verici bunca güzellik ve değerler içinde bu dengeleri nasıl sağlayacağız derseniz, bunu havf yani korku ile sağlayacağız. Allah’tan korkarak yapacağız. Bu korkumuz, despot bir liderden korkma ya da vahşi bir mahluktan korkma gibi değil; Allah vergisi olan, Allah için olan bu “değerlerimizi kaybetme korkusu” olacak. Çünkü sana verilen bu değerlerin kıymetini bilmeden ve uygulamaya sokmadan yaşarsan neticede gazapla karşılaşacaksın demektir. İşte bu Allah’ın gazabıdır… Bunu bir örnekle açıklayacak olursak; aç bir arslanın etrafında nasıl fütursuzca dolaşamazsan işte bu değerlere sahipken de başıboş yaşayamaz, günahlara rahat bir şekilde dalamazsın. Aç aslanın yanında rahat rahat dolaşırsan aslanın dikkatini çekersin ve hiç ummadığın bir anda saldırıya uğrayabilirsin. Bu ne demek? Allah’ın mekrinden emin olmamak lazımdır. Yani rastgele başıboş bir yaşantı içinde olamazsın. Objektif ve özellikle subjektif sorumluluklarımızı bilmek zorundayız.”
Feyz’in hizmet mantığında ve insanlarla ilişkilerinde temel kriterinin hep sevgi, saygı, sabır, doğru ilgi ve sıfır beklenti yani beklentisizlik olduğunu hepimiz biliriz. İşte burası tam da İmam-ı Gazali’nin “Haya ile riyayı birbirinden ayırt etmek zordur.” dediği yerin aşılma ve başarma noktasıdır. Burada haya, değerlerine sahip çıkarak doğru bir biçimde istikamet üzere yola devam etmektir ve müspet benlik anlamında varlığının farkında olmaktır. Riya ise değerlerini unutup bulunduğu yeri unutup zillete düşmek ya da kibre kapılıp “cozutmaktır.” Haya ise değerlerine sahip çıkmaktır. İrfan yolunda öyle ince ve güzel ahlaklar vardır ki, nefsini bilen, nefsine sahip çıkan insana toplumsal zeminde farklı duruşlar sergileme imkanı verir. “Cah” dediğimiz, dünya sevgisi gibi görünen ama dünya sevgisi olmayan şan, şöhret ve mevkîdir. Tüm bunları Allah yolunda kullanmaktır.
Hz. Yusuf’un, kendisinin güvenilir ve bilgili bir kimse olduğunu söyleyerek Mısır melikinden hazine nâzırlığı makamına getirilmeyi talep ettiğini bildiren ayete (Yusuf 12/55) dayanarak; ehliyetli bir kimsenin mevki ihtirası taşımaksızın, ihtiyaçlarını karşılamak ve topluma hizmet etmek maksadıyla makam ve görev talebinde bulunabileceğine hükmedilmiştir. Fahreddin Râzî, bir kimsenin kendi isteği olmaksızın bir makama getirilmesinde hiçbir sakınca bulunmadığını belirtir ve buna Hz. Peygamber ile Hulefa-i Râşidîn’in durumlarını örnek gösterir. Çeşitli hizmetlerin yerine getirilmesi, yeme içme, giyim, mesken gibi zaruri ihtiyaçların karşılanması için görev ve mevki talebinde bulunmak gerekli olabilir. Dinen mübah olan imkânları elde etmek için makam istemek câiz, riya ve yalan gibi gayri meşru yollara başvurarak mevki elde etmeye çalışmak ise haramdır. (Râzî, s. 137-138; Hâdimî, 11, 65-66)
Klasik ahlâk kitaplarında mevki ve makamı insanların yararına kullanma çabası “câhı bezletmek” deyimiyle ifade edilir ve bu çabayı gösterenler cömertlerin en şereflisi sayılır (meselâ bk. Mâverdî, s. 321-322; İbn Haldün, II, 923). Oysa câh, dışardan bakıldığında makam sevgisi gibi görünür.
İslam’ın insan ilişkilerini tesadüfe bırakmadığının çok keskin örneklerinden biri de Müdârâ ve Müdahene konusudur. Bu konuda İslam Ansiklopedisi’nin ilgili maddesinden (Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı) bir alıntı ile konuya devam etmek gerekirse;
“Müdârâ, bir kimsenin şerrinden çekindiği birine karşı, aşırıya kaçmadan iltifat etmesi, insanlarla iyi geçinmeye çalışma anlamında ahlâk terimidir. Sözlükte müdârâ kelimesi “hoşgörülü olma, insanla geçinme” mânasına gelir. Terim olarak taşkın hareketleriyle huzursuzluğa yol açmasından endişe edilen veya aşırı alıngan kişilere karşı nazik davranarak kötülüğünü önlemeyi yahut gönlünü almayı çabalayan davranışları ifade eder.
1- İbn Battal el-Kurtubî, asıl hedefinin ülfet, insanlarla diyalog, iyi ilişkiler içinde olma olduğunu ve farklı karakterdeki insanlara karakterlerine uygun biçimde davranmak gerektiğini belirtir.
2- İbn Hacer el-Askalânî de müdârâyı “bilgisiz kişiyi eğitmek, günahkârı kötü fiilinden vazgeçirmek gibi faaliyetlerde bulunurken muhataba karşı yumuşak davranmak” şeklinde tanımlamıştır.
3- Kaynaklarda, müdârânın bir zararın önlenmesi veya bir hayrın gerçekleşmesi gibi Allah rızasına uygun amaçlara dayandığına dikkat çekilerek böyle bir gaye taşımayan, çıkar sağlama ve mevki kazanma gibi sebeplerle insanlara karşı hoş görünmeye “müdâhene” denildiği ve bunun haram olduğu belirtilmektedir.”
Oysa İslam’da nikar dediğimiz tavırla birbirine manen faydalı olmak, incitmeden doğruları söylemek çok önemlidir. O nedenle “Dervişler arasında nikar kalkarsa herşey kalkar.” demişler, bu durumu Allah için dostluk yapmanın gereği saymışlardır. Nefsin kontrolü ve nefs hastalıkları konusunda kimsenin burnundan kıl aldırmadığı, narsizmin ve egonun, bencilliğin tavan yaptığı bir dünyada insanların birbirine faydalı olmadan yaşaması açıkçası bir metotsuzluk, ölçüsüzlük anlamına gelmekte. Sahabe-i Kiram efendilerimiz çok farklıydılar…
“Buhârî, ashaptan Ebü’d-Derdâ’nın muhtemelen müşriklerin ve münafıkların ileri gelenlerini kastederek söylediği, “Biz bazı kimselere karşı içimiz öfke dolu olduğu halde güler yüzlü olmaya çalışırdık.” anlamındaki sözünü nakletmiştir. Burada geçen bir hadise göre Resûlullah kendisini ziyaret etmek isteyen bir kimsenin gıyabında, “O adam kabilesi içinde çok kötü biridir ama bırakın gelsin.” demiş, adam huzuruna geldiğinde onu sıcak karşılamış, daha sonra bu tutumunun sebebini soran Hz. Âişe’ye, onu kendi huzurunda yüz bulamamış insan durumuna düşürüp kıyamet gününde Allah’ın huzurunda daha da kötü bir hale gelmesini istemediği için böyle davrandığını söylemiştir. Bu hadis müdârânın meşru ve mendup olduğuna dair en önemli delil sayılmıştır.”
Bazı kaynaklarda Hz. Peygamber’in, “Farz namazla emrolunduğum gibi insanlara müdârâ etmekle de emrolundum” dediği (Şîrûye b. Şehredâr ed-Deylemî, 1, 76), aklın başta gelen gereğinin Allah’a imandan sonra insanlara müdârâ etmek olduğunu söylediği (Beyhaki, VI, 343) insanlara müdârâ etmenin sadaka yerine geçeceği bildirilmiştir. (a.g.e., VI, 344)
Müdârâ, tarih boyunca İslam toplumlarının hâkim karakteri haline gelmiş olan hoşgörünün ilkelerini içermesi bakımından da önem taşımaktadır.
Tasavvuf literatüründe ahlâk terbiyesi bakımından büyük değer verilen müdârâ konusu genellikle uhuvvet, sohbet, sabır, ülfet gibi kavramlar çerçevesinde ele alınarak insanlara karşı güler yüzlü, tatlı dilli ve hoşgörülü olmanın, onlardan gelebilecek sıkıntılara katlanmanın önemi üzerinde durulmuştur. Hz. Peygamber (sav)’in müdârâsından bazı örnekler nakleden Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin kaydettiğine göre aile, çocuklar, komşular, dostlar ve bütün insanlara karşı müdârâ göstermek sûfıyyenin anlayışındandır. Kişinin gerçek karakteri sıkıntılara katlanma derecesiyle ortaya çıkar. İnsanın aklının güçlü, ilminin ve hilminin zengin olduğunu müdârâdan daha iyi gösterecek bir erdem yoktur. Çünkü bu erdem sayesinde nefsin bencilliği kırılır, nefret duygusu yatıştırılır.
Müdârâ, dini zarardan kurtarmak için dünya menfaatinden vermek, insanlarla iyi geçinmektir. Müdârâ ederken tatlı dilli ve güler yüzlü olmak gerekir. Kalbi, haramı men etmek istediği halde müdârâ yapmak câizdir. Hatta sadaka sevabı hâsıl olur. Talebeye ders verirken de müdârâ yapılır. İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki: “İnsanlar üç kısımdır. Bir kısmı gıda gibidir. Herkese her zaman lazımdır. İkinci kısmı ilaç gibidir. İhtiyaç zamanında lazım olurlar. Üçüncü kısmı hastalık gibidir. Bunlara ihtiyaç olmaz. Fakat kendileri insanlara musallat olurlar, bulaşırlar. Bunlardan kurtulmak için müdârâ etmek lazımdır.” Müdârâ câizdir. Bazen de müstehab olur. Evinde zevceye müdârâ etmeyen kimsenin rahatı, huzuru kalmaz. Kur’an’da; “Rabbin’in yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır! Onlarla en güzel şekilde mücadele et!” (Nahl, 16/125) buyrulmaktadır.
Müdâhene ise gücü yettiği halde, haram işleyene mani olmamak, dalkavukluk yaparak, birinin gönlünü alırken İslamiyet’in dışına çıkmak, günaha girmektir.
Haramı işleyene veya yanında bulunanlara olan saygısı yahut dine olan bağlılığının gevşekliği, müdâheneye sebep olmaktadır. Müdâhene, insanların birine yaranmak, basit menfaatler elde etmek gibi gayri ahlaki sebeplerle ona karşı aslında içlerinde sakladıkları gerçek niyetleriyle çelişen ve ikiyüzlülüğü ifade eden bir terim. İbn Ebü’d-Dünya’nın tanımına göre müdâhene, bir kimsenin başkalarıyla ilişkilerinde güzel gördüğü davranış biçimlerini ortaya koyarken karşı tarafın hoşuna gitmek için bu davranışlara Allah’ın hoşlanmayacağı söz ve hareketler katmasıdır. (İbn Balabân, II. 190). Bu tanımlara göre müdâhene kavramında, “temel inanç ve ilkelerden ödün verecek derecede sahte davranışlar sergileme” anlamının da bulunduğu ve bundan dolayı haram kılındığı anlaşılmaktadır.
Müdâhene etmek, haram işlemeye razı olmayı gösterir. Susmak çok yerde iyidir. Fakat hakkı, hayrı söyleyecek yerde susulmaz.
Ya Resûlallah! Geçmiş ümmetlerden bir kısmına zelzele ile azap yapıldı. Toprak altında kaldılar. Bunların arasında salihler [iyi insanlar] da vardı denildiğinde, “Evet, salihler de birlikte helâk oldular. Çünkü Allah’a isyan olunurken susmuşlardı. Onlardan ayrılmamışlardı.” buyruldu.
Mâide sûresinin elli dördüncü ayet-i kerimesinde mealen, “Allah yolunda cihad ederler, kötülenmekten korkmazlar.” buyruldu. Dinde, gayret ve salâbeti olanların malları ile, canları ile ve sözleri ile ve kalemleri ile, Allah rızası için cihad etmeleri lazım olduğu bu ayet-i kerimede bildirilmektedir.
Kaynaklarda müdâhene ile “müdârâ” kavramları arasındaki farklılığa dikkat çekilerek müdâhenenin, “bir kimsenin veya zümrenin şerrinden korunmak için dinî ilkelere ters düşmeden ona karşı hoşgörülü davranma” anlamına gelen müdârâdan farklı olduğu, müdârânın meşru, müdâhenenin haram kılındığı belirtilmektedir. Gazâlî de bu iki kavramın farkını, daha ziyade kişinin birine karşı yumuşaklık gösterip onu idare etmeye çalışmasının arkasındaki niyette görmüştür. Buna göre eğer birine karşı dinin selameti için veya o kişinin halini düzeltmesini sağlamak ümidiyle yumuşak ve hoşgörülü davranılırsa bunun müdârâ; çıkar sağlamak, arzularını tatmin etmek, mevkiini korumak gibi bencil düşüncelerle aynı davranışlar ortaya konursa bunun da müdâhene olacağını belirtmiştir. Bu davanın büyüklüğüdür ki, kavramları akıldan vicdana oradan da ahlaka çağırır. Felsefede şuur, tasavvufta idrak dediğimiz kapıların açılmasına yol açar. Mevlana’ya Mesnevi’yi, Niyazi Mısrî’ye Divan’ı yazdıran, Yunus’u konuşturan mercii, kesinlikle saf akıl değil, akla da inşirah kapılarını açan ve engelleri aştıran kalbin ta kendisidir… Aksi halde ilimler kuru, ameller muhabbetsiz, tüm ilişkiler yavan olurdu. Üstelik bu ilişkiler sadece insanla kainat arasında değil, insanla insan arasında, en önemlisi de insanla Allah arasındadır…