"İstikamet" Sahibi Olmadan İmam Olmayın!

Her ülkede kanunlar tanzim edilirken ne kadar adil ölçülerde tanzim edilirse edilsin adaletin tecellisi için başkaca önemli faktörlere de gerek vardır. Bu faktörlerin en önemlilerinden birisi de şüphesiz kanun uygulayıcılarının adaletli olmalarıdır. Sıkça ülkemizde dile getirilen ve gerçekten olmazsa olmaz bir gereklilik olan yargının bağımsızlığı çok önemlidir. Bunda tereddüte mahal yok, ama “Yargının Bağımsızlığı” derken sadece yargı üzerinde siyasi bir baskıyı veya silahlı bir gücün etkisini kastetmek ve bunlar olmayınca adaletin gerçekleşeceğine inanmak büyük bir aldanma ve resmen insan gerçeğinden bîhaber olmadır. Vicdanlar üzerinde dışarıdan değil bizzat insanın kendi içinden kopup gelen ve ancak insanların bizatihî kendilerinin görüp fark edebildiği öyle etkili manevi baskılar vardır ki eğer bir yargıç bunları hesaba katmaz ve buna göre kararlarını gözden geçirmezse yargı yine bağımsız olamayacaktır. Nitekim genellemiyorum ama birçok hukuk adamının birtakım ideolojilerin tesiri ile hareket etmekten kendilerini alamadıkları, bu etkilerden kararlarını arındıramadıkları veya yine bazı hukukçuların para, itibar, şehvet vs. karşısında sağlam bir irade gösteremeyerek adaleti tecelli ettiremediklerine sıklıkla şahit oluruz. Demek ki kanunların adil düzenlenmiş olmaları yanında hukukçuların kararlarında adil davranmaya özen göstermeleri, bu konuda hiçbir duygusallığın tesiri altında kalmamaları da çok önemlidir...

Aynı durum İslam alimleri için de geçerlidir. İslam’ı temsildeki duruşları, İslam adına verdikleri fetvalar hep bu vicdan süzgecinden geçmelidir. Dolayısıyla bir İslam aliminin içinde bulunduğu topluma imam olabilmesi, onlara yön verebilmesi, yol gösterebilmesi sadece din konusunda çok bilgili olmasıyla geçerlilik ve yeterlilik kazanmıyor. Bilgili olmakla bildiklerini hayata geçirebilmek bir araya gelince anlam ve önem kazanıyor. Zira insanları, dini bilgileri öğrenmeye teşvik eden nedenlerin içinde İslam’ın yasakladığı riya, gurur, şöhret, riyaset gibi menfi duygular da itici güç olabiliyor. Ve bu uğurda ciddi gayret ve fedakârlıkları bu duyguların tatminleri insanlara vahim sonuçlara yol açan hatalar yaptırabiliyor. Dolayısıyla çok bilen değil, bildiği ile amel eden insanlar dini anlamda bir değer ifade ediyor. Yoksa yüce Kur’an, çok bilen ama hayatına tatbik etmeyene güzel bir teşbihle bakın ne diyor: 

“Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu (içindeki derin anlamları, hikmet ve hükümleriyle gereği gibi) yüklenmemiş olanların durumu, koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayan kavmin durumu ne kötüdür. Allah, zalim bir kavmi hidayete erdirmez.” (Cuma, 62/5)

Bu sebeple bizler İslam’ı anlamada örnek alacağımız şahsiyetleri ve imam seçtiğimiz kişileri bu ölçüler çerçevesinde değerlendirmeliyiz. Çok biliyor olması, ne kadar güzel konuşuyor olması, hitabeti, vücut dilini güzel kullanması, akademik kariyeri, örnek aldığımız kişileri belirlerken yegâne kriterlerimiz olmamalı. Peki, daha belirleyici kıstaslar ne olmalı denirse, ilmiyle beraber inancına bağlılığı, sadakati, samimiyeti, ihlâsı, uygulamalarındaki gayret ve fedakârlığı, güzel ahlakı öncelikli ölçü olmalı. Bu gerçekten hareketle herhangi bir alimin veya bir müminin sırat-ı müstakim üzere olması önce doğruları bilmesine sonra da duygusallığa mağlup olmadan bildiği doğruları nefsinde bihakkın yaşamasına bağlıdır. İşte böyle olabilmenin adı istikamettir. Ve “En büyük keramet, istikamettir.” sözünü İslam büyükleri bunun için söylemişlerdir.

Tüm müminlerin ve özellikle kitleleri İslam adına yönlendirmeyi kendine görev edinmiş cemaat büyüklerinin her şeyden önce kendilerinin istikamet üzere yaşayan bir Müslüman olmaları gerekir. İstikamet ehli olmak ise gerçekten çok kolay elde edilecek bir şey değildir. İnsanoğlu, şehvet, gazap, akıl gibi kuvvelerle yaratılmış bir varlık olup bunlarla hayatını idame ettirir.  Bu kuvvelerin ise insanda baskın olan ifrat, tefrit ve orta yol olmak üzere üç hali vardır. İfrat ve tefrit halleri insan için zulüm ve zarar halleridir. Yüce kitabımız Kur’an ve Kur’an’la hayatı özdeşleşmiş olan Efendimiz (sav) bize orta yolu bulmamız için gönderilmiş rehberlerdir. İfrat ve tefrit hallerine düşmekten kendini koruyarak, orta yolda yürüyebilen kişi sırat-ı müstakim üzere olan yani istikameti düzgün olan kişidir. İmam-ı Gazali, Bediüzzaman gibi büyük İslam alimleri eserlerinde bu konu üzerinde önemle durmuşlardır. 

İstikamet ehli olmak meselesi Şenel İlhan Bey’in de titizlendiği ve üzerinde çok mesai tüketip önemle durduğu bir konudur. 

Şimdi bu meseleyi biraz açalım. İslam alimlerine göre, insanın yaşayabilmesi ve gelişimini sağlıklı bir şekilde sürdürebilmesi için, temelde şehvet, gazap ve akıl kuvvetlerine ihtiyacı vardır. İhtiyaç duyulan bu üç ana kuvvet, Yüce Rabbimiz tarafından insan yapısına yerleştirilmiş ve kullanımları, dünya imtihanının bir gereği olarak insanın özgür iradesine bırakılmıştır. Buna göre şehvet kuvveti, insan için gerekli olan bütün menfaatleri elde etmesine yarar. Gazap kuvveti, insan için zararlı olan bütün şeyleri def eder. Akıl kuvveti ise, hak ile batılı, doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü birbirinden ayırt eder. Yaratılışında insana verilmiş olan bu üç ana kuvvetin dengeli kullanılmasından, insan için elde edilmesi ve kazanılması mutlak hedef olan üç temel fazilet doğar; İffet, Şecaat ve Hikmet. Hiç şüphesiz bu üç kuvvetin vasat/denge noktasını yakalamak ve o denge çizgisinde bir hayat sürmek hem en yüksek bir fazilet ve hem de adalettir. İffet, şecaat, hikmet ve adaleti elde eden insanın istikameti güzel olur. Bu dört unsuru şahsında gerçekleştirmek bir müminin en büyük amacı ve ideali olmalıdır. Şimdi bu dört erdemi anlamaya çalışalım;

İffet

İffet duygusunun bir adı da hayâdır. Şehvet kuvvetinin itidaliyle elde edilir. Şehvet kuvvetinin üç hali vardır.

Birincisi, şehvet kuvvetinin ifrat halidir: Bu hal, her şeyi ilahi ölçüler dahilinde elde etmesi ve yaşamını sürdürebilmesi için kendi emrine verilmiş olan şehvet kuvvetinin kullanımında, insanın ölçüyü aşıp aşırılığa kaçmasıdır. Bu durumda insan, kendi emrine verilmiş olan kuvve-i şeheviyyenin emrine girmek suretiyle sapıtır, kontrolden çıkar. Öyle olunca da insan zalim, ahlaksız, doyumsuz, mutsuz bir şehvetperest olur. Şehvet kuvvetinin kontrolüne girmiş insan Kur’an tabiriyle “hevasını ilah edinmiş” doğru yoldan çıkmış bir insandır.

İkincisi, şehvet kuvvetinin tefrit halidir: Bu hal, şehvet kuvvetinin eksik veya yetersiz kullanımıdır. Rahip ve rahibelerin yapmaya çalıştığı ruhbanlık gibi. Bu durumdaki insan, kendisi için faydalı olan şeyleri arzu edip istemez ve hatta arzu ve isteklerini söndürmeye çalışır. Bu durum insan fıtratına ters bir durum olduğu için yaşamında onu ciddi sıkıntılara düşürür. Oysa insan fıtratına uygun olan, helal dairesi içinde arzu ve isteklerini doyurmaktır. Hiç şüphesiz bu durumun da sonucu sapıklık ve doğru yoldan ayrılmaktır. Böyle bir insandan da “ahlak ve adalet” sahibi olması beklenemez. 

Üçüncüsü, şehvet kuvvetinin kullanımında orta yolu tutmak: Bu yolu tutan insan, helal dairesinde olan şeyleri elde etmede şehvet kuvvetini kullanır, nefsi istese bile zararlı olan şeylerden daima kaçınır. Helal olana iştah duyar, haram olana ise asla yaklaşmaz. Gerek cinsel şehvet, gerek mide şehveti, gerek riyaset vb. şehvetlerde Allah’tan korkan, hayâ eden, bu konuda şehvetlerinin tesiriyle hareket etmemeyi başaran insanlar “iffet” sahibi insanlardır. Şehevi arzular bastırınca adaletten ayrılan, aklı ve iradesi devreden çıkanlar ise fasık ve facirdirler. Maalesef toplumumuzda bu tip insanların hatta alimlerin örnekleri çok fazla... Esefle görüyoruz ki birçok Müslüman da böyle kişileri istikamet ehli sanıp etraflarında ders halkaları oluşturuyor. Halbuki şehvet kuvvetinin emrine girmiş insanlar müçtehit olacak ilime sahip olsalar da istikamet sahibi olamazlar. Kadını, makamı, parayı görünce kararları değişen, fetvaları yumuşayan, bildiklerinin aksini söyleyen insanlardan ne iyi bir mümin ne de iyi bir imam, önder olamaz. Netice olarak diyebiliriz ki;  “İffet” sahibi olmak, adalet, ölçü ve denge sahibi olmanın birinci adımıdır.

Şecaat

Şecaat; gazap kuvvetinin kullanımında orta yolu tutmak, ölçülü ve dengeli hareket etmek, insaf ve adalet ölçülerine uymaktır. Bu kullanım tarzı meşru olan alanda savunma ve tepki hakkını ortaya koyarken, meşru olmayan alanda da haddini bilip sabretmekle gerçekleşir. Zalimlik ve korkaklığın ortası “şecaat”tir. “Şecaat”, insandaki Allah için olan yiğitliği ifade eder. Şecaat sahibi yiğit insan bütün yiğitliğine rağmen hakkı olmayan konularda Allah için sabır gösterir, asla saldırgan davranmaz, hak ve hukuka riayet eder. Şecaat sahibi olmak hiç şüphesiz büyük bir erdemdir. Ahlak ve adalet sahibi olmanın ikinci adımı “şecaat”tir.

Gazap kuvvetinin ifratı zalimliktir. İfrata sapan kişi, ele geçirdiği gücü hak-hukuk tanımadan ve hiçbir şeyden de korkmadan zalimce ve sorumsuzca kullanırsa sonucunda tiranlaşır, firavunlaşır. Ve Allah korusun, Rabbimiz’in hiç sevmediği, onlara harp açarım dediği mütekebbirler zümresinin içerisine yuvarlanır gider.

Gazap kuvvetinde tefrit ise korkaklıktır. Efendimiz (sav) korkaklıktan Allah’a sığınmıştır. Allah’ın yaratılıştan nasip ettiği “gazap kuvvetini” korkuları nedeniyle yerli yerinde ve yeterli ölçüde kullanmaktan kaçınmak, meydanı zalimlere bırakmak, Allah’a güvenen bir mümine yakışmaz. Hiç şüphe yok ki, bu durum orta yoldan sapmak ve dalâlete düşmektir. 

Hikmet

“Her şeyi olduğu gibi anlamak ve her şeyi yapılması gerektiği gibi yerli yerinde ve dosdoğru yapmak” şeklinde tanımlanan hikmet, gerçekten de insanın ulaşabileceği en büyük erdem ve fazilettir. Hikmet, akıl kuvvetinin doğru kullanımından doğup gelişen bir erdemdir. Akıl kuvvetinin de insanlar üzerinde üç hali vardır. İfrat, tefrit, orta yol.

Akıl kuvvetinin kullanımda İfrat hali, akla olduğundan fazla değer vermek, her şeyin çözümünü ondan beklemek, doğruyu bulmada ondan başka referans tanımamak gibi felsefecilerin büyük bir çoğunluğunun içine düştüğü bir girdaptır. Akıl kuvvetinin ifrat derecesinde yanlış kullanımı, ona “cerbeze” vasfını kazandırır. Cerbezeli insan, mümkün olmayan şeyleri anlamaya kalkışır. Müteşâbih (mânası açık olmayan) ayetlere mâna verir. Kaza ve kader üzerinde konuşur. Aklını hile, dedikodu ve maskaralık yapmak için kullanır. 

Akıl çok önemli bir nimettir ama aklı doğru kullanmak ölçü ve bilgi ister. Yoksa akıl, sahibini yanıltır. Böyle insanlar sürekli küfür, şirk, nifak ve bidat bataklığında yuvarlanır dururlar. Aklın yanlış kullanımı, insanı adalet ve hakkaniyet çizgisinden saptıran en önemli nedenlerin başında gelir hiç şüphesiz. 

Akıl kuvvetinin kullanımında tefrit hal, ahmaklıktır. Ahmak kişi, hak ile batılı ayırt etmek için verilmiş olan akıl kuvvetini yeterince kullanamaz. Aklını gerektiği gibi kullanmayan insandan da “adalet” ve “ölçülü” davranış beklenemez. Dolayısıyla bir insan için “cerbeze” ve “ahmaklık” durumundan kurtulup “ hikmet’e” ulaşmak, ancak aklı, yerinde ve doğru kullanınca mümkün olur.

 Adalet

İffet, şecaat ve hikmet erdemlerini elde eden bir insan adil olabilmeyi hak eder. Zira bir insan; iffet, şecaat ve hikmet vasıflarını kazanmadan “adil” olamaz. Bütün bu kuvvetlerin dengeli kullanımıdır adalet. Bu dört unsurun bir insanın şahsiyetini ve kişiliğini oluşturması ise güzel ahlak ve kâmil bir istikamettir. Bu duygulara sahip olamayan, bu duyguları elde edemeyen insanlar gerçek manada istikamet ehli olamazlar. Bir mümin hem kendini hem peşinden gittiği kimseleri bir de bu ölçülerle yeniden değerlendirirse yanılmaktan ve yanıltmaktan kurtulur.