Geleceğin İslam adına inşası, ancak vizyon sahibi Müslümanlarla olur. Yani içinde yaşadığı çağın problemlerini bilen, gelenekten kopmadan geleceğin muhasebesini birlikte yapabilen Müslümanlarla… Bu gerçekten hareketle olsa ki ilmin kapısı Hz. Ali (r.a), kuşak farkından kaynaklanabilecek problemleri önceden görebildiği ve tahmin edebildiği için “Çocuklarınızı yaşadığınız çağa göre değil, onların yaşayacakları zamana göre yetiştirin.” şeklinde bir tembih ile önemli bir sosyolojik ve psikolojik gerçekliği bize bin dört yüz yıl öteden haber vermiştir. Gerçekten de sırf müzik kültürümüzde yaşadığımız hızlı değişimden hareketle bile bu farkı ortaya koyabilir, verilmek istenen mesajı anlayabiliriz. Babamın dinlediği müzik bana, benim müziğim çocuklarıma tatmin edici doyurucu gelmiyor; bu bir vakıa. İşte böyle, nesil farkı, kuşak farkı ve en netice çağ farkı gibi farklılıkları görmezden gelmek ve zamanı yüzlerce, binlerce yıl gerilere götürüp her şeyi eskisi gibi yaşama hayalleri kurmak; çağın gerisine savrulmak ve eskilerde kalıp marjinalleşmeye razı olmak demektir. Hazreti Ali’nin de uyardığı gibi akıllı bir âlim, imam veya bir mürşid bu gerçeği görmezden gelemez; çünkü bu düşünce tarzı tebliğ ve irşad adına hem büyük bir kayıp hem de büyük bir dezavantajdır. Bırakın akıllı bir âlimi, hatta sıradan bir Müslüman bile böyle bir garabete elbette düşmemelidir.
Düşünce ve Fikirler Açısından Kendimizi Güncellememiz Ciddi Bir Gerekliliktir
Evet, zaman hızla geçiyor ve yeni olan her şey neredeyse yıllar, on yıllar gibi kısacık süreler içerisinde eskiyor ve değişiyor. Özellikle son yüzyılda yaşanan teknolojik ve bilişsel gelişmeler, sosyal hayatımızı çok derinden etkiliyor. Bunları görmezden gelemeyiz. O zaman yaşadığımız çağın kültürel değişikliklerine uyum sağladığımız gibi, düşünce ve fikirler açısından da kendimizi güncellememiz ciddi bir gerekliliktir. Şimdi isterseniz bu konunun daha iyi anlaşılması adına şöyle bir örnek verelim. Varsayalım ki zaman makinesine binip bin yıl geriye gitsek ve oradaki bilim adamlarıyla konuşsak göreceğiz ki aynı şeyleri konuşuyoruz. Ben bu çağın avantajlarından dolayı daha kültürlü, daha bilgiliyim ama o bilim adamının da zekâsında bir problem yok, aynı benim gibi. Ama bu konuşmalar sırasında bu bilim adamında ben bir şeyin eksikliğini fark edeceğim. Benim ondan daha bilgili ve kültürlü olmamdan ayrı bir yönünü yani… Bu fark ettiğim şey düşünce yapısı veya kafa yapısıdır ki buna biz çağ farkı diyoruz. Kafa yapısı, düşünce yapısı dediğimiz şey, sanki dilin hançeresine benzer. Şöyle ki: Konuştuğumuz lisan bazı kelimelerin farklı olmasından ibaret değildir sadece. Hançere denen bir kavram vardır ki kelimelerin ağzımızdan veya boğaz, gırtlak gibi azalarımızdan çıktığı yere denir. İşte bir insan konuşurken konuştuğu kelimelerin kimi boğazdan çıkar, kimi ağız içinde oluşur. Türkçe kelimeler mesela daha çok ağızdan çıkar, İtalyanca da öyle… Arapçada kelimeler daha çok boğazdan çıkar. İngilizce biraz daha karışıktır. Fransızca da hem ağız hem boğaz ağırlıklıdır.
Düşüncelerin Çıktığı Yere “Çağ” Denir
İşte herhangi bir lisanın hançeresi olduğu gibi, düşüncelerin de hançereleri vardır ve düşüncelerin çıktığı yere de “çağ” denir. İlk Çağ, Orta Çağ, Yakın Çağ, Atom Çağı vs. Bir şekilde bazı oluşumlar, bazı düşünceler bazı zamanlarda çok yaygınlaşınca insanların hayata bakışı, yaşayış biçimi, üslubu ona göre değişir ve bu değişimle çağ da değişmiş olur… Şimdiki çağa “Bilgisayar Çağı” diyoruz, niye? Çünkü bilgisayarsız, cep telefonsuz yapamıyoruz, yaşayamıyoruz. Bu teknolojik aletler her şeyimize hâkim olmuş durumda. İşte bu sebeple bu çağ “Bilgisayar Çağı” ve diğer çağlardan farklı bir çağ. Bu çağ; yaşantımızı, düşüncemizi her şeyimizi etkiledi ve bu etkileme kendiliğinden oldu. Ancak bence önemli bir sorun var ki o da bilgisayar çağındayız ama bilgisayar düşünce yapısına henüz ulaşamadık; bunu açıkça görüyorum. Bu durumda birilerinin bu değişimi gerçekleştirmek için insanlara müdahale etmesine ihtiyaç var. Yani akıllı birileri çıkarak, insanları bulundukları konumdan topluca o çağa taşımalı. Şimdi nasıl olacak bu derseniz; mesela bilim felsefesinde ünlü bir felsefeci Karl Popper bilimin dogmalarına “yanlışlanabilirlik” diye bir şey ekledi. Daha önceden bir şeyin doğruluğunu, bilimin verileriyle yani determinizm, üniversalizm, objektivizm gibi evrensel ilkelerle tespit ediyorduk. Bir oluşumu laboratuvarlarda tekrar tekrar deniyorduk. Aynı işlemler aynı sonuçları verirse ve insanlar da bunu onaylarsa o bilimsel bir olgu oluyordu. Karl Popper, doğrulama yetmez, dedi ve bunu ispat etti. Doğrulamanın yetmeyeceğini ispat edince Darwin’in evrim teorisi teori olmaktan çıktı. Karl Marx’ın diyalektiği teori bile sayılmadı ve çürütülmeden Popper’in sayesinde çöplüğe atıldı. II. Marks diye bilinen Fransız düşünür ve yazar Roger Garaudy ve daha böyle kaç tane büyük Marksist düşünce adamı bu sayede Müslüman oldu. Ama önce kendi düşüncelerinin çürük olduğunu anlayarak din arayışına girdiler ve karşılarına İslam çıkınca da Müslüman oldular. İşte bunları biz Karl Popper’e borçluyuz. Kendisi Müslüman değildi fakat Popper bize sağlıklı bilim yapmayı öğretti ve bir bakıma bir devri çağ üstüne taşıdı. İşte ahir zamanda Mehdi’nin vazifelerinden biri de bu olacaktır. İnsanlığı, üst çağa yani “Altın Çağa” taşıyacaktır. Aklı taşıyacak, bilimi taşıyacak, zekâyı taşıyacak. O zaman, böyle önemli şeyleri gerçekleştirecekse şimdi sıradan birisi Mehdi olabilir mi? Hayır! Peki, üstün zekâlı biri Mehdi olabilir mi? Yine hayır! Mehdi bunların da üzerinde yani deha olacak. Zira ancak dehalar, çağdaşı olan tüm düşünce ve fikir üreten beyinleri o çağın üstüne taşıyabilirler. Öyleyse ahir zaman Mehdisi ile ilgili bu önemli konuda bilinçli olmak ve bu konuyu doğru değerlendirmek gerekir.
Allah Dostluğuna Allahu Teâlâ’nın Baktığı Yerden Bakabilmek
İçinde yaşadığımız bu koca evrenin ve yine evren içindeki dünya denen gezegenin yegâne yaratıcısı Allahu Teâlâ’dır; bundan elbette ki şüphemiz yoktur. Dünya denen gezegeni ise insanoğlu için belirli bir süre barınabileceği geçici bir imtihan evi yapmıştır ki yine bu gerçeği de Hazreti Kur’ân’ın beyanıyla biliyoruz. “Ahsen-i takvîm” olarak yarattığı biz kullarına, evrenin yaşı gibi milyar senelik, hatta sonsuza kadar sürebilen bir ömür verebileceği halde, ölüm denen bir olguyu yaratarak bu sınırı insanoğlu adına neredeyse bir göz açıp kapama kadar kısa yapmasının hikmeti de yine imtihandır. “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk, 67/2)
Bu ayette açıkça bildirdiği gibi, davranış bakımından güzel olanları belirleyip cennetinde sonsuza kadar en muhteşem bir şekilde konuk edecek. Hatta tıpkı biz insanların yaptığı gibi, kullarından bazılarını çok yakınları yapacak. Peygamberler, veliler gibi yakın olan kullarını diğer cennetliklerden ayıracak. Yani O’nun dostluğunu kazanmak için nefsiyle bir ömür adeta savaşanları, cenk edenleri diğer cennetliklerle bir tutmayacak. İşte bu gerçekleri gerek Kur’ân’ın gerekse Efendimiz’in (sav) ifadeleriyle biliyoruz.
“(İman ve amelde) öne geçenler ise (ahirette de) öne geçenlerdir. İşte onlar (Allah’a) yaklaştırılmış kimselerdir.” (Vâkı’a, 56/10, 11)
“Haberiniz olsun ki Allah’ın velilerine (dostlarına) hiçbir korku yoktur. Onlar mahsun da olacak değillerdir. Onlar iman etmiş ve Allah’a karşı gelmekten sakınmış olanlardır. Dünya hayatında da ahiret hayatında da onlar için nice müjde (ve kerametler) vardır. Allah’ın söz (ve hüküm)lerinde asla bir değişme yoktur. İşte bu (hale ve va’de ulaşmak) en büyük kurtuluştur.” (Yunus, 10/62-64)
“(Kur’ân’a varis olarak seçtiğimiz kullardan) bazısı da Allah’ın izniyle hayırlarda en önde olanlardır. İşte büyük fazilet budur.” (Fâtır, 35/32)
Bu ve benzeri ayetlerde ifade edildiği gibi, eğer biz sonsuza kadar bir yaşama yeri olan cennette, Rabbimiz’in özellerinden, yakınlarından, kendine dost seçtiği kullarından olmak istiyorsak elbette bu çok yüce makamın bir bedeli olduğunu da bilmeliyiz. Şayet bu bedelin neler olabileceğini anlamak istiyorsak da bu âleme Allahu Teâlâ’nın baktığı yerden bakabilmeliyiz. Peki, Allahu Teâlâ’nın baktığı yerden bakmak ne demek, bununla ne anlatmak istiyorum? Mesela Allahu Teâlâ kendine ne kadar değer verir? Elbette “Sonsuz değer verir.” demek gerekiyor değil mi? Çünkü kendisi bütün isim ve sıfatlarıyla sonsuz büyüklük ve azamettedir. Sonsuz azametinin ve her yönüyle sonsuz büyüklüğünün farkında olan ve dolayısıyla kendine sonsuz değer veren bir Allah’ın baktığı yerden bakarsanız ne olur bilir misiniz? Kendinize dost seçerken kullarınıza musibet vermekten çekinmezsiniz. Çünkü böyle bir dostluğun karşılığı hangi musibet olursa olsun değer, bunu çok iyi bilirsiniz. Peki, iyi bir kul nasıl düşünmeli bu durumda? O da “Böyle bir Allah’a nasıl dost olurum?” diye düşünmeli elbette.
İyi Bir Kul, Allah’a Nasıl Dost Olurum Diye Düşünmeli
O zaman iyi bir Müslüman çarşıda, pazarda, cephede, tebliğde yani her yerde ve her zaman şu psikolojide olmalı: “Allahu Teâlâ’ya nasıl dost olurum, bunu nasıl başarabilirim?” Yalnız şu var ki Allah’a dost olmak, nefsin kötü huylarından, kalbin kötü duygularından kurtulmadan mümkün mü? Mümkün değil. O zaman bu kul, “Allah sevgisini nasıl elde ederim, nefsimin marazları olan ve Allah dostluğu ile aramda en büyük engellerden olan kibir marazından nasıl kurtulurum, riyadan, yalancılıktan, kompleksten nasıl kurtulurum?..” gibi hep bu hesaplar içinde olacak. Eğer biz de Allah’ın dostluğuna talipsek hep bu hesaplar içinde olacağız. Bu hesaplar içinde olduğumuz müddetçe bazen çok takva oluruz, bazen o kadar olamayız, bazen çok daha yoğun bir şekilde bu hesaplar içinde oluruz, bazen bu yoğunluğu kaybederiz ama her zaman ve her hâlükârda bu psikoloji içinde oluruz. Peki, bu psikoloji içinde olmamız ne anlama geliyor veya bu çabaların esas anlamı nedir? Allah’a ve Allah dostluğuna değer vermek. Çünkü bu çabalar, değer takdir duygusunun Allah ile olan ilişkilerdeki yansımasıdır. Allahu Teâlâ kendine ne kadar değer veriyorsa -tabiri caizse Allah mantalitesinde olaya bakarsak- dost seçerken de o kadar titizlenir. Size gerekirse yüksek düzeyde musibetler verir ve bunlardan hiç çekinmez. Düşünün! Sonsuzluğu yaşayan bir Allah, sonsuza kadar kendisiyle birlikte yaşama bahtiyarlığına erecek dostlar seçmek istiyor; hem de bunu hazreti insan olarak, eşrefi mahlûk olarak yarattığı insanlardan seçmek istiyor. Elbette ki musibet verecek, bela verecek, sıkıntı, dert verecek ve kulun tepkilerine bakacak. Tabiri caizse Allah mantalitesinde titizlenerek bir daha bir daha deneyecek ve gerekli sadakati ve sevgiyi görünce de şimdi tamam deyip seni dostu seçecek ve senden sonsuza kadar razı olacak. Allah’ın razı olması bu anlama geliyor. Bu sohbeti sıradan bir tasavvuf sohbeti gibi algılamayın. İnanın bana bu sohbet çok orijinaldir; hiçbir yerde bu şekliyle bulamazsınız veya anlatan olsa bile çok azdır. Ben bununla, orijinal adamım, orijinal sohbet ediyorum demeye mi çalışıyorum? Hayır. Bundan maksadım şu ki: Bu zamanın insanları para, pul, kadın, mal, mülk, vs. peşinde. Allah zaviyesinden olaya bakıp Allahu Teâlâ’nın kendine dost seçme mantalitesini analiz edip “Allah bu olaya ne kadar değer veriyorsa ben de gücüm yettiği kadar değer veriyim.” psikolojini yakalamaya çalışan adamların sayısı gerçekten çok azdır. O zaman bu sohbet ne anlama geliyor? Bu uğurda başımıza gelen sıkıntıların, musibetlerin, belaların umurumuzda bile olmaması anlamına geliyor. Çünkü Allah için bütün bunlara değer. Allah dostu olma yolunda verdiği mücadeleden ve çektiği çileden eriyerek neredeyse tek hücre kalmış birine sorsak ki “Senin bu çektiğin, Allah dostu olman için değer mi? Çalıştın çabaladın, çile çeke çeke tek hücreli amip gibi kaldın?” O kişi “Evet değer.” demeli. Bu sohbetleri, tasavvuf kitaplarındaki diğer sohbetlerle karıştırmayın. Burada benim anlatmak istediğim; bizatihi Allahu Teâlâ’nın dostlarını seçerken ne kadar ehemmiyet verdiği ve bu konuda ne kadar titiz elemelerden geçirdiğidir. Bu gerçeği kavramak ve bu şuur ve mantık içerisinde, tabiri caizse Allah’ın ekibine girmeye çalışmak gerekiyor. Evet, Allahu Teâlâ Hazretleri sonsuz âlemde kullarından tâlip ve layık olanlardan ve bu uğurda gerekli çabayı ve özveriyi gösterenlerden özel bir ekip kurmak istiyor. Sen de o ekipte olmak istiyorsan buna talipsen seni her türlü deneyecek, ibadetlerine verdiğin özenle deneyecek, musibetler, belalar, sıkıntılar, dertler, hastalıklar vererek deneyecek başka yolu yok ki işte bunları bilmek gerekiyor.