“Bir ömrün her anını paylaştığımız ve çoğu zaman bunun hiç farkında olmadığımız en yakınımız kimdir?” diye sizlere bir soru yöneltsem bu sorunun cevabını hemen bilebilir misiniz bilmiyorum. Ama şu bir gerçek ki varlığını birliğini kabul ettiğimiz, tüm varlıkların yegâne yaratıcısı olduğuna iman ettiğimiz Rabbimiz’dir bu sorunun cevabı. Sizlerin de esef ve hayretle “evet ya” diyerek bu cevaba şaştığınızı tahmin edebiliyorum.
İşte bu makalemde, yalnızlıktan şikâyet ettiğimizde veya arkamızı dayayabileceğimiz güçlü müşfik bir dost aradığımızda, aslında hiç yalnız kalmadığımızı ve aradığımız dostun bir ömür bizimle beraber olduğunu hem nefsime hem sizlere inşallah hatırlatmak istiyorum.
“…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir…” (Hadîd, 57/4)
“…Şüphesiz Allah, üzerinizde bir gözetleyicidir.” (Nisâ, 4/1)
“O halde beni anın, ben de sizi anayım. Bana şükredin de nankörlük etmeyin.” (Bakara, 2/152)
“Kullarım, beni senden sorarlarsa (bilsinler ki) gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince duacının duasına icabet ederim. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.” (Bakara, 2/186)
Daha bunun gibi birçok ayette belirtildiği üzere Rabbimiz her an bizimle ve bizimle ilgilenmek ve bize yardım etmek için yüzümüzü ve gönlümüzü O’na dönmemizi, ellerimizi dua için kaldırmamızı bekliyor.
Evet, Rabbimiz her an bizimle ama biz hep O’nunla mıyız? İşte bütün mesele burada... Bizleri hem bu dünyanın hem kabrin kederlerinden ve yalnızlığından kurtaracak, aradığımız güven ve huzuru, gönül rahatlığını verebilecek, bizi her türlü yokluk ve yoksulluktan kurtaracak Rabbimiz’den başka bir güç var mı ki? Ellerindeki geçici güçlere, itibar ve zenginliklere imrendiğimiz ve medet beklediğimiz ve hatta haddi aşıp Rabbimiz’in yerine koyduğumuz bütün güçler; bizim gibi muhtaç varlıklar, yani asıldan gölgeler değil mi? Evet öyle desek de niçin içimizde hâlâ inanmıyor gibi negatif bir duygu bizimle beraber. Bunun ilacı bilimsel verilerle Allah’ı tekrar tekrar ispat mı? Hayır! Bu mesele sadece Allah’ın varlığını ispat meselesi değil; zira bu meseleyi bilim çoktan halletmiş durumda. İnanmayanların sorunu da inandığını yaşayamayanların sorunu da bilimsel değil, kesinlikle duygusal.
Bir kudsî hadiste Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “Ben, kulumun benim hakkımdaki zannına göreyimdir.” (Buhari, Müslim) Bu hadîs-i kudsî işte bu duygusal durumdan bahsediyor. Evet, sorun, mantığın durduğu ve yaklaşamadığı bir alanda; zira bu mesele duygularla ilgili psikolojik ve ruhsal bir mesele. Mesela, öz annesini sevmeyen veya sevemeyen bir kişiye, “Kardeşim, inanmıyorsan git DNA testi yaptır. Annenin öz annen olduğunu ispatla da anneni sev!” mi dersiniz? O çocuğun öz annesinden şüphesi yok ki; belki annesinin layığı ile anneliğini yapıp yapmadığından şüphesi var. Böyle birine “Sen annene niçin bir yabancı gibi davranıyorsun, annenin öz annen olduğundan şüphen mi var?” dersek doğru mu yaklaşmış oluruz bu meseleye? Hayır! Eğer bir çocuk annesini yeterince sevmez, aramaz sormazsa bunun nedenini anne ile çocuk arasındaki duygusal nedenlerde aramak gerekir. Terapi mi yaparız, ne yaparız bilmem; zira ortada normal olmayan bir durum söz konusu. Aksi takdirde bu durum bilimle de mantıkla da çözülecek bir sorun değil. Genel itibariyle kulların, Rabbleri ile meselesi de böyle bir mesele işte. Yani açıkçası insanların hem Rablerine hem birbirlerine karşı aralarında ciddi bir sevgi sorunu var. Günümüzde ise bu çok önemli sorunun çözümünde insanlara yol gösterip yardımcı olabilecek âlimlerin sayısı yok denecek kadar az. Mevcutlar ise riyakârlar gibi reklâm peşinde olmadıklarından, insanlar tarafından anlaşılıp fark edilemiyor. Bugün ümmetin ihtiyacı olan gerçek âlimler; yaşantılarıyla güzel bir kul modeli ortaya koyarak, “Allah’ın kullarından Allah’a en sevgili olanlar; güneşi ve ayı gözleyenler, Allah’ın kullarını Allah’a sevdirenler ve Allah’ı da kullarına sevdirenlerdir. (Beyhaki, Sünenü-l Kübra) hadis-i şerifinde işaret edildiği gibi kullar ile Rableri arasında sevgi köprüsü oluşturabilen âlimlerdir.
Yurtlarda büyümüş çocuklar vardır; anne sevgisinin tadını, kokusunu bilmezler. Bir de anne kucağında büyümüş çocuklar vardır ki bu çocuklar, her ağladığında, korktuğunda ve uykudan gözlerini açtığında hep yanında annelerinin sevgi dolu müşfik bakışlarını görmüşlerdir. İşte böyle bir çocuğun annesine sevgi ve güveni ile, yurtta büyüyen çocuklarınki bir olur mu? Annesini tanımayan onun hakkında su-i zanna kapılır ve istese de duygusal bir yakınlık kurmakta zorlanır ve çoğunlukla da bunu yeterli seviyede başaramaz.
Anne örneği; Rabbiniz’i bir anne gibi müşfik, merhametli ve sevecen bilin diyen yüce Peygamberimiz’den (sav) çok çarpıcı bir misaldir. Dünya hayatı da cennetten sınav için gelen kullara belki bir yurt hayatıdır. O zaman, İslam’ı anlatırken önce Allah’ı öyle anlatmalı ki insanlarda Allah sevgisi hatta Allah aşkı oluşsun. İtici değil çekici olalım, ürkütüp kaçırmak yerine Allah’ı sevdirelim. Arada güçlü bir duygusal bağ oluşturalım ki insanlar en yakın dostları olan annelerinden kaçan şaşkınlar gibi, en güzel ve en merhametli bir dost olan Rabblerinden kaçmasınlar.
Bu anlamda “Ben kulumun zannı üzereyim.” kudsî hadisi, bu acizde şu duyguları çağrıştırır: Önce şunu belirtmek isterim ki Rabbimiz nasılsa öyledir; kulun zannına göre kendini belirlemesi ve O’nda bir değişiklik olması mümkün değildir. Allah her zaman merhametli, şefkatli, sevgi dolu yani Kur’ân ve hadislerin ifade ettiği zâti ve subûti sıfatları ile muttasıf bir Rabb. Kul öyle bilmezse Allah’ın bu sıfatları yine aynı durur; kulun zannına göre bir değişme elbette söz konusu bile olmaz. Burada, kulların ruhsal yapısı ve empati kurması ile ilgili ince bir psikolojik veya duygusal bir gerçekliğe işaret vardır ki insanın eğitimi ve değişimi için bu bilgi önemlidir. Devamlı sû-i zan içinde olmak kötü bir duygu halidir. Hem kullara hem de Rabbi’ne karşı sû-i zan besleyen kullar hem insanlara hem de Rabbi’ne karşı negatif duygular içine düşmekten kendini alamaz ve o kişilerde sevgi, aşk, güven, teslimiyet gibi olumlu güzel duygular yeşerip büyüyemez. Benim âcizane anladığıma göre Rabbimiz şunu ifade ediyor: “Kulum beni sevgisiz, merhametsiz bir Rabb olarak bilirse bu su-i zannına göre karşılık bulacak ve yanlış bir empati kurduğu için sevmesi gereken Rabbi’nden kaçacaktır. Yine, Allah beni görmez, işitmez, bana uzaktır... gibi kötü zanlarla veya hâşâ adaletsiz, zalim vs. gibi hoş olmayan sıfatlarla yaklaşırsa da öyle karşılık bulacaktır. Yok, her zaman Rabbim benimledir. Sevgi dolu, şefkat dolu bir Rabbdir. Beni çok sever, bana yardım eder. Dua etsem işitir, icabet eder... şeklinde güzel duygular içinde olur, öyle empati kurar, öyle yaklaşırsa da öyle karşılık bulacaktır.”
Yani bir örnekle açıklamak gerekirse annesini yanlış tanıyan birisine “Anneni doğru tanı, seversin. Annenin iyilik, sevgi, merhamet, şefkat gibi duygularında bir sorunu yok. Annen seni çok seviyor ama sen annen hakkında sû-i zanna kapılmışsın. Bu sû-i zan ise sende sevgisizlik, kin, öfke gibi kötü duyguları besliyor; haksızlık etme. Senin sorunun annen hakkındaki yanlış bilgilerden oluşan yanlış duygulardır.” demek gerekiyor. Bir kişi tanımadığı birisi hakkında nasıl çok iyi duygular besleyebilir ki zaten, bu mümkün değil. Bu sebeple Allah hakkında, insanlarda, gerek şeytanın ivası, gerek nefsin heva ve heves duyguları, gerekse yetişme ve bilgilendirme yanlışlıklarından kaynaklanan nedenlerle ciddi bir sû-i zan hastalığı var. Rabbimiz’i sadece korkutucu bir güç gibi görmeyelim; bu ciddi bir iftiradır.
Mesela “Ben görmediğim Allah’a ibadet etmem.” diyen bir Hazreti Ali (r.a.) ne demek istemiştir? Bunu şöyle etraflıca bir düşünmek gerekir. Yoksa Hazreti Ali (r.a.) haddi aşmış, şeriatsızlık mı yapmıştır (hâşâ). Elbette ki Allah (c.c.) bu dünyada görülmez; bu itikadî bir meseledir çünkü. Elbette ki Hazreti Ali şeriatsızlık yapmamış, ancak kendi hissiyatını ortaya koymuştur. Öyle bir hissiyata sahiptir ki namaz saati olunca rengi kül gibi olur, kendinden geçerdi. Çünkü o, gönlün farklı bir algılama veya görme yeteneği ile, şeksiz şüphesiz iman ettiği bir Allah’a ibadet ediyor ve öyle de karşılık buluyordu.
Evet, Allah’ı görmek, ilk duyuşta şaşkınlık meydana getirir insanda. Hâlbuki bu görme, başka bir görmedir. Çünkü görmek, göz organına ait bir anlama, idrak ve ihata eylemi. Kulağın görmesi işitmek, derilerimizin görmesi hissetmek, burnun görmesi koklamak, aklın görmesi anlamak, kalbin görmesi ise inanmak, iman etmek, algılamaktır.
Hazreti Ali (r.a.) görmekle neyi kastetmiştir? Bu söylem ve duygu bir hüsnü zan ve kendini kandırma mıdır? İşte Hazreti Ali (r.a.) bütün anlama ve algılama yeteneklerinin tümüyle aklı, vicdanı ve ahlakı da devrede olarak, Allah’ı, gözün görmesinden oluşan kesinlik duygusu gibi bir duyguyla gördüğünü söylemek istemiştir. Zira insanlar görme fiiline çok büyük anlam yüklerler; görmediğim şeye inanmam şeklinde ifadelerle hatta. Aslında gerçekten de göz muhteşem bir organ ve yaptığı iş çok büyük bir mucizedir. Bunun nasıl muhteşem bir yetenek olduğunu, gören bir robot icat etmeye çalışan bilim adamlarına sormak gerekir. Ancak, bir şeyi ispat ve anlama eylemini sadece göze yüklemek de insanın şerefiyle ve yüceliği ile oynamaktır. Akla mahkûm etmek de öyle. Bazı kesimler, tasavvuf ehlinin, imanı; hakka’l-yakîn, ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn tasnifinden rahatsız olup felsefeciler gibi her şeyi bilim ve akıl çerçevesinde izah etmeye çalışırlar. Aklın ve bilimin hakkını vermek çok güzeldir, asla da bundan vazgeçmemeli; ama sınırlarının da farkında olarak tabi ki. Mesela, bir odaya girdiğinizde, içerinin sıcaklığının kaç derece olduğunu aklınızla göremezsiniz; bunu deriniz hisseder. Adam öldüren birini görürseniz bu eylemin cinayet mi adalet mi olduğunu, olayın mahiyetini öğrenince anlarsınız; sadece öldürme eylemini görmek, buna şahit olmak sizi doğru sonuçlara götürmez. İşte bu sebeple insanın anlayışını ve algılama yeteneğini, duyu organlarının eylemleriyle sınırlamak insanın muhteşemliğine halel getirir. Hazreti Ali’ye (r.a.) bu sözü söyleten duyguyu anlamak için de; beş duyu organıyla çizilmiş sınırların dar alanından çıkmak ve yaratılışından Allah’ı anlamaya en kabiliyetli manevi organımız olan gönüle yönelmek ve onu tanımak gerekir. Büyük sahabi Hazreti Ali’nin ulaşmış olduğu bu yakîn haline, diğer sahabelerden ve onlardan sonra gelen büyük sûfilerden erişenler de çoktur.
Mesela Hazreti Mevlâna der ki:
“Sırf zâhir âlimi olanlar, sahalarına göre geometri, astronomi, hekimlik ve felsefenin inceliklerini bilirler. Bilirler ama bunlar hep, göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçen şu fânî dünyaya ait bilgilerdir. Bunlar insana, yedinci kat göğün üstünü, yani mîrâca erdirecek vuslat yolunu göstermezler.”
“Allah yolunu ve o yolun varılacak menzillerinin bilgisini, nefislerine mahkûm gafiller bilmezler! Allah yolunun marifet bilgilerini ancak, gönül ehli olan ârifler, akılları ile değil, gönülleri ile bilirler!”
Yunus Emre de insanların Hakk’a doğru yolculuklarında vuslat basamaklarını şöyle tasnif eder: “Şerîat, tarîkat yoldur varana/Hakîkat, mârifet andan içeru.”
Yani irfan ehli olan zâtların bizzat müşahedeleri ile de sabittir ki dini hem zahirî hem de bâtını itibarıyla yaşayanların, gönül gözleri iki âleme birden açılır. Kul, her yerde Rabbin ilâhî tecellilerini müşahede eder. Bu hâl, irfan ve marifete ermiş bir gönüle Rabbin ikramıdır.
Buharî’de meşhur bir hadis-i kudsî vardır. Allahu Teâlâ Hazretleri şöyle ferman buyurdu: “Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım (aynî veya kifaye) şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mü’min kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem.” (Buhârî, Rikak 38)
Bu hadis-i kudsîde ifade edilen anlam çok derindir. Bu, kulun bunu öyle sanması şeklinde yorumlanmamalıdır. Yani kul iradesini, Hakk’ın iradesine, tam tamına teslim edip yüce Rabbi’nin dilekleri önünde kendi isteklerinden vazgeçince, artık o kul normal insanlardan çok farklı bir algı gücüne sahip oluyor ve o kulun azalarından sadır olan ameller de Hakk’ın rızasına uygun oluyor. Sonra da Rabbi hakkında, Hazreti Ali gibi öyle bir iman sahibi oluyor ki şu ayetle taltif ediliyor: “Ey mutmain nefis! (kâmil bir iman sahibi olarak huzura ermiş olan nefis) Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbin’e dön!” (Fecr, 89/27-28)
Sonuç olarak, Rabbimiz’le ilişkilerimizin sağlıklı bir zemine oturması için O’nun hakkında hüsnü zan sahibi olarak, sonsuz büyüklükte hâşâ duygusuz bir Rabb ile muhatap olduğumuzu düşünmek yerine, insanlarda olan sevgi, şefkat, merhamet vs. gibi duyguları, sonsuz büyüklükte yaşayan bir Rabb ile muhatap olduğumuzu hissetmemiz, algılamamız gerekiyor. Böyle olursa ancak Rabbimiz’le ilişkilerimiz mekaniklikten çıkıp muhabbetullah ve marifetullah derecesinde sağlıklı bir Rabb-kul ilişkisine dönüşür inşallah...
Allah’a emanet olun…