Birebir yaşadığımız hâlde hayatı anlamak hiç kolay değil; yaşayanlar için ölümü anlatmak ise zordan da zor. Aynı zamanda çok keskin bir mutlak hakikat. Bu konuda yazılmış “Ölümden Sonraki Hayat” kitabınızdan hareketle, ahiretin ilk durağı olan kabir hayatı hakkında düşüncelerinizi alabilir miyiz? Kabir hayatı ne demek, nasıl bir hayattan bahsediyoruz?
Cenâb-ı Hakk, Kur’ân’ı Kerîm’de, hayatın ve ölümün imtihan için yaratıldığını bize haber veriyor. Mülk sûresinde, “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır...” buyuruyor. Dolayısıyla yaratılış gayemiz; Rabbimiz’i tanıyıp ona kulluk etmek, ona ibadet etmek. O’nu tanıyanlar, O’na kulluk edenler hayatın gayesine erişmişler demektir. Ölüm herkes için mukadder, ölümden sonraki hayat ise muhakkak yaşanacak bir hayat. Kişi buna inansın veya inanmasın, ister ahiretin varlığını kabul etsin, isterse etmesin, herkes ölümlü olduğunu kabul etmek mecburiyetinde. İnsanların ortaklaşa kabul ettiği bir hakikat ölüm.
Eğer bir insan, hayatı, ölüm için hazırlık vasıtası yaparsa ölümden sonrası kendisi için kolay olur. Hayatı sadece dünya hayatından ibaret görürse Kur’ân tabiriyle “Yaşarız, ölürüz, bizi ancak zamanın geçmesi helak eder.” kanaatiyle bir insan ömrünü sürdürürse, ölümden sonraki hayatı dikkate almazsa, ona hazırlık yapmazsa, onun için ölümden sonraki hayat tamamen bir zindan, tamamen bir ızdırap içerisinde geçecektir.
Tabi ölüm muhakkak olunca, ölümü inkâr etmek kimsenin elinde değil. Herkes ölümü kabul etmek mecburiyetinde ama ölümün mahiyeti konusunda da insanlar fikir birliği etmiş değiller. Yani “Ölüm nedir?” dediğimizde, din âlimleri bedenle ruhun birbirinden ayrılması olarak izah ediyor. Ruh bedeni terk edince, beden cansız bir madde hâline geliyor, ondan sonra insanın hayatı ruh ağırlıklı olarak devam ediyor. Ölümden sonra bedenin toprağa gömülmesi, hatta genelde de orada çürüyüp toprak olması, sanki insanları şöyle bir kanaate ulaştırıyor: “Ölümle dünya bitmiştir, insan mahşerdeki dirilişle yeniden bedenle birlikte dirilecek ve orada hayat devam edecek.” Evet, bazıları bu kanaate sahip oluyor. Hâlbuki bizim gayb konusunda bilgi alacağımız kaynak haber-i sâdıktır, Peygamber’dir. Peygamber’in bize verdiği haberle, ölümden sonraki hayatı öğrenmek mecburiyetindeyiz. O da Kur’ân ve sünnettir.
Dünyadaki beden ağırlıklı hayat, mahşerden sonraki dirilişi müteakip ruh-beden birlikte yaşanacak.
Peygamber (a.s.)’ın bu konuyla ilgili verdiği haberlere bakınca, ölümle insanın yok olup gitmediğini, ölümle mahşer arasında da ruh ağırlıklı bir hayatı temsil ettiği için, bu ara döneme, kabir hayatına berzah hayatı da deniliyor. İnsanların çoğu ölünce kabre konuldukları için kabir hayatı da diyoruz. Fakat kabre konulmasa da; ister yakılsın, isterse denizde boğulsun, balıklara yem olsun, ne olursa olsun, insan nerede ve ne şekilde ölürse ölsün, öldükten sonra da nerede ve hangi şekilde olursa olsun netice itibarıyla insan berzah hayatını yaşayacaktır. Berzah hayatını yaşamayan bir insan olmayacak.
Berzahta karşılaşılacak şey konusunda Peygamber Efendimiz (a.s.)’dan bize gelen sahih hadisler var. Bu sahih hadisler çerçevesinde ve Kur’ân’ı Kerîm’de bu duruma işaret eden ayetler çerçevesinde değerlendirdiğimizde, berzahta insanlar ya nimetle veya azapla karşılaşacaklar. Kabir hayatının varlığına şehitlerle ilgili ayetler apaçık delil teşkil eder. Şehitlerin nimet içerisinde olduğunu Cenâb-ı Hakk bize bildirirken, “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Bilakis, onlar diridir, ama siz bilemezsiniz.” (Bakara, 2/154) demesi, onların hayatını bizim duyularımızla algılayamamamız sebebiyle onların hayatını bilemeyeceğimizi; ama Cenâb-ı Hakk haber verince onların diri olduklarını gösterir… Hatta bir başka ayet-i kerimede, “Rabbleri katında rızıklanmaktadırlar.” (Âl-i İmrân, 3/169) denilmektedir. Bu da kabirde iyilerin nimetlendiğini, nimet içerisinde olduğunu bize gösteriyor.
Firavun ve hanedanıyla ilgili ayet-i kerimelere baktığımızda, onların suda boğulur boğulmaz hemen ateşe atıldıklarını ifade ediyor Cenâb-ı Hakk: “Suda boğuldular ve hemen arkasından ateşe atıldılar.” Bu ve benzeri ayetlere baktığımız zaman, ayet-i kerimeler de kabirde azap ve nimetin varlığına işaret etmiş oluyor. Dolayısıyla kabir hayatını bir müminin inkâr etmesi söz konusu değil. Kabirde hayatın varlığını kabul ediyoruz. Kabir hayatında insanların ruh ağırlıklı bir hayat yaşayacaklarını biliyoruz. Çünkü beden gerçekten ortadan kalkıyor bir müddet sonra, yeniden toprağa dönüşüyor, çürüyüp toprak oluyor. İstisnaları hariç tabi. Bu istisnalar arasında da peygamberler vardır. Peygamberimiz (a.s.), peygamberlerin cesedini toprağın yemeyeceğini, yani onların çürümeyeceklerini bize haber vermiştir. Buna dair, “Ölümden Sonraki Hayat” kitabımızda, şehitlerle ilgili ve Efendimiz (a.s.) ile ilgili örneklerimiz de var kaynaklarıyla beraber. Orada örneklerini de verdik. Şehitlerin bir kısmını da yine Cenâb-ı Hakk toprağa çürütmemiştir, yani toprakta onlar da bedenleriyle birlikte sapasağlam durmaktadırlar. Netice itibarıyla insanların çoğunun bedenleri ortadan kalksa da bütün insanlar berzah hayatını yaşayacak.
Efendimiz (a.s.) “Sizden biri ölünce kabre konulur. Kabre konulduktan sonra sual melekleri -ki birine Münker, diğerine Nekir denilir, diyor- kendisini sorguya çeker.” diyor. Münker-Nekir denilmesinin sebebi de tanınmayan, bilinmeyen bir surette insanlara gelmelerinden dolayıdır. Sorulan sualler daha çok iman konularıyla ilgilidir ki, kâfir iman etmediğini söyleyince azabı başlayacaktır, mümin de iman ettiğini söyleyince nimete nail olacaktır. Kişi müminlerden ise ve hayatında, azabı gerektirecek bir eylemde bulunduysa bir günah işlediyse, berzah hayatında, kabir hayatında tabi ki ona da o sorulacaktır.
Berzah hayatında, kabir hayatında nimetin sürekliliği söz konusudur; yani orada kendisine nimet verilen kullar mahşerdeki dirilişe kadar nimet içerisinde olacaklardır.
Azaba gelince, kâfirlerin ölümden sonra karşılaşacakları herhangi bir iyi durum, herhangi bir nimet söz konusu olmadığı için, hatta ölüm melekleri onların sırtlarına ve yüzlerine vura vura canlarını alacaktır, (Muhammed, 47/27)diyor ayet-i kerimede Cenâb-ı Hakk, ölüm anından itibaren kâfirin azabı başlar ve ölümden sonra berzahta devam eder. Ondan sonraki her merhalede de yani mahşerde yine devam eder. Arkasından da ebedi olarak cehenneme gönderilirler; cehennemde kâfirler ebedi kalır.
Müminlere gelince... Müminlerin berzahtaki durumları; eğer azabı gerektirecek bir suçları, günahları söz konusuysa ve tövbe edip yahut bir iyilik yapıp bunu affettirmedilerse, orada onunla ilgili melekler soru sorar, akabinde de o soruya cevap veremeyince müminlere de azap söz konusudur; ama müminlerin azabı geçicidir. Yani tabiri caizse müebbet hapis şeklinde değil de oradaki suçun cezasını çektikten sonra onlar da nimet içerisinde olacaklardır. Yani kabir, yine Peygamber Efendimiz’in (sav) ifadesiyle, ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukur olacak. Ama bu, dünya gözüyle bizim görebileceğimiz, algılayabileceğimiz bir durum değil.
Bu konuda, Peygamberimiz (a.s.)’dan pek çok hadis-i şerif geliyor bize. Bu gelen hadislerden birinde Efendimiz (a.s.) şöyle buyuruyor: “Eğer ölülerinizi defnetmemenizden endişe etmeseydim, kabir azabının bir kısmını size işittirmesi için Cenâb-ı Hakk’a dua ederdim.” Yine Efendimiz (a.s.) şöyle buyuruyor: “Kabirde kâfirin çektiği azaptan dolayı çığlığını, feryadını, insan ve cinler hariç, ona yakın olan herkes, her varlık işitir.” İnsan ve cinler niye işitmiyor? Çünkü biz görmeden, işitmeden gayba iman mecburiyetinde olduğumuz için işitmiyoruz. Dolayısıyla o bizim toprağa koyduğumuz insanların bedenleri orada çürüyüp toprak olsa da netice itibarıyla hem bedenen hem de ruhen kabirdeki azabı veya nimeti tadacaklardır; o nimetten istifade edecek veya azaptan elem duyacaklardır. Ehl- i sünnet âlimlerinin bu konudaki genel kanaati bu şekildedir.
Peygamber (a.s.)’ın ashabıyla olan münasebetine dair bize nakledilen hadislerinde, herkesin bildiği bir yaş dal dikme hadisesi vardır. Bir gün, yanındaki birkaç sahabeyle birlikte Peygamber Efendimiz yeni defnedilmiş iki kabrin yanından geçerken, bizim işitemediğimiz şeyleri, Allah’ın işittirmesiyle duyuyor. Buyuruyor ki yanındakilere: “Şu kabirdeki kişilere azap ediliyor. Hem de sizin gözünüzde çok büyük olmayan bir günahtan dolayı. Biri idrarını temizlemeye dikkat etmezdi, biri de lâf taşırdı.” Ondan sonra, “Bana bir yaş dal getirin.” diyor ve o yaş dalı ortadan kırarak iki parça hâline getirip iki mezarın üzerine dikiyor. “Bunlar kurumadıkça umulur ki onların azapları hafifletilir.” diyor. Mezarların üzerine daha sonra çiçek vesaire dikme hâdisesi buradan temellendirilmektedir. “Sadece gözümle gördüğüme inanırım.” diyerek, gayb âlemine ait birtakım şeyleri kabullenmemek, inkâr etmek, bir insan için tabi ki tutarlı bir durum değildir. Ölümden sonraki hayatla ilgili en doğru bilgiyi vahiyden alırız, vahiyle konuşan Peygamber’den alırız. Hazreti Peygamber (a.s.)’ın sünneti ve Kur’ân’ı Kerîm’in ayetleri bu konuda bize yol gösterir.
Ölümden sonraki hayata inanmayan düşüncelerin güncel kırıntı ya da yansımalarına dair neler söylenebilir? Altta yatan psikoloji nedir? İslam ve insanlık tarihinde, sadece gördüğüne inanan bir bakış açısını tekzip eden somut olaylar da var; biraz bahseder misiniz?
Günümüzde de hakikaten, ölümle mahşerdeki diriliş arasında insanın herhangi bir şey yaşamayacağını sananlar var. “Sanan” diyorum, çünkü böyle söyleyenlerin tutundukları, kendilerini desteleyecek ne sağlam aklî delil var, ne de naklî delil var ellerinde, tamamen böyle zannediyorlar. Böyle zannetmelerinin arka planında da cehalet yatıyor, bilgisizlik yatıyor. Ondan sonra, kabir hayatını ilham eden, şehitlerin nimet içerisinde, kâfirlerin azap içerisinde olduğunu bildiren ayetleri okuduğumda, “Bunlara ne diyorsunuz?” dediğimde cevap vermiyorlar. Anladım ki konuyla ilgilenmemiş, işin kolayına kaçmışlar. Bir şeyi kabul etmemek, işin kolayına kaçmaktır, bilgisizliği sermaye edinmektir. Yani bu tür insanların, bilgisizliği sermaye edindiklerini ve işin kolayına kaçtıklarını söyleyebiliriz.
Bir de gözünün gördüğünün ötesine inanmamak İslamî bir yaklaşım değildir. Yani Hazreti Peygamber (a.s.)’a gelen vahyi Peygamber (a.s.) alırken, yanındaki sahabeler Cebrail (a.s.)’ı görüyorlar mıydı? Elbette ki görmüyorlardı. Ama Peygamber (a.s.) “Cebrail (a.s.) bana geldi, şunu şunu vahyetti.” dediğinde ne yapıyorlardı; onu kabul ediyorlardı. Yani “Gözümün gördüğüne inanırım.” anlayışı temelden yanlıştır. Yani Peygamber (a.s.) vahiy getirdiği zaman veya “Şöyle şöyle oldu.” dediği zaman, Hazreti Ebu Bekir Efendimiz’in durumunu hatırlatmak isterim burada. “Sıddık” lakabını alma sebebi olan hâdisede, Peygamber (a.s.) İsrâ ve Miraç gerçekleştiğinde, müşrikler hemen Hazreti Ebu Bekir Efendimiz’e koşuyorlar ve “Artık bu işin sonu geldi.” diyorlar. O günün şartlarında 1 aylık mesafe olan Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gidecek, oradan göklere çıkacak ve daha yatağı soğumadan geriye dönüp gelecek. Yani kısa bir müddet içerisinde bütün bunların olması, maddeci kafaya göre, materyalist düşünceye göre imkânsız olan şeyler. Hâlbuki bu durum İsrâ sûresindeki ilk ayetle sabittir. İsrâ’ya inanmak iman meselesidir, yani farzdır.
Hazreti Ebu Bekir Efendimiz’e müşrikler bu meseleyi haber verince, o, Hazreti Peygamber Efendimiz’i kastederek “Bunu O mu söyledi?” diyor. “Evet” diyorlar. “O söylediyse doğrudur.” diyor. Nasıl gitmiş, neyle gitmiş, ne zaman gitmiş gibi soruları sormuyor.
İslam’da asıl olan teslimiyettir. Sahabeyi kiram da Efendimiz (a.s.)’ın bildirdiği şeylerde hep teslimiyet içerisinde olmuşlardır, sorgulamamışlardır, keyfiyetini araştırmamışlardır. Binaenaleyh, nakilde gelen bir konuda teslimiyet esastır. Çünkü keyfiyetini araştırmaya kalkıştığınızda, berzah hayatı da dâhil olmak üzere, açıp da kabirdeki insanın durumunu görerek “Buna azap edilmiş.” yahut da “Bu nimet içerisinde.” filan diye görmemiz mümkün değil; yahut dinleme cihazı koyarak oradaki soruları dinleme imkânımız yok. Yani ölünce dünyadaki kanunlar bitiyor, ahiretteki kanunlar geçerli oluyor. Ahiretteki kanunlar da dünyadakiler için gaybdır. Müminler zaten gayba iman etmekle nitelendirilmişlerdir Bakara sûresinin ta başında. Gayba iman etmek esastır. Gayba iman da görmeden imandır. Bu, ya ahiret hayatı gibi, bizim yaşadığımız âlemin dışındaki kanunlara tâbi oluşundan dolayı biz algılayamıyoruz, yahut da mutlak gayb dediğimiz gelecekle ilgili durumlardır.
Ahirete inanmak, beraberinde inanç adına neleri gerektirir? Ahiretin imkân ve ispatı, hayatın öznesi olan insanda varlığa dair ya da ontolojik açıdan neyi ortaya koymaktadır? Bu inancın insana faydasına dair neler söylenebilir?
Ahiret inancı, hayatı anlamlı kılan en önemli inanç esaslarından biridir. Şu dünya hayatının anlamlı olması için, dünya hayatından sonraki ahiret hayatının varlığına iman etmek gerekir. Çünkü eğer ahiret inancı olmasa ne dünyada nizam sağlanır ne de insanın dünya hayatının geçiciliğini düşününce dünya nimetlerinden istifadesine imkân kalır. Yani bir nimet düşünün ki hemen yok olup gidecek; siz onu elde etseniz bile onun elden çıkacağı endişesi ve korkusu, sizin o nimetten istifade etmenize bile engel olur. Öyle olunca, hadis-i şerifteki ifadesiyle, dünya ahiretin tarlası. Dünya hayatını da ömrü de bir sermaye olarak kabul ettiğimiz takdirde, ahirete hazırlık için dünyayı kullandığımız takdirde, hakikaten önce dünyada Cenâb-ı Hakk bize mesut bir hayat yaşatıyor, arkasından da ahiret hayatını da ebedî nimeti bahşediyor. Yani dünyada Allah’ın hükümlerine, Allah’ın koyduğu kanunlara uygun bir hayat sürdüğümüzde, zaten dünya hayatımız nizama girmiş oluyor.
İnsanoğlu yaratılıştan ebedilik arzusuyla yaratılmış bir varlıktır; yani biz yokluktan hoşlanmayız. Hatta ölümü düşündükçe, ölümün ne zaman geleceği belli olmayınca, o ölüm korkusu, ahirete inancı olmayanların dünyadan istifadesini de engeller. Hatta bunlar içerisinde, “Dünyada her türlü lezzeti tattım, ama tatmin olmadım. Acaba ölüm nasıl bir şeydir? Ölümü tatmak için kendimi öldürüyorum.” diye intihar notu yazıp kendini öldürenler, intihar edenler bile var. Yani ahiret inancı olmayınca dünya hayatı anlamsız kalıyor. Dolayısıyla dünyanın nizama girebilmesi için, düzene girebilmesi için, insanın insanlığını idrak edebilmesi için ve dünya hayatını bir sermaye olarak kullanabilmesi için, ahiret hayatına iman gerekiyor. Ahirete iman, insanı önce dünyada mutlu bir hayata sahip kılıyor, dünyada mutlu bir hayat yaşama imkânı veriyor. Ahirete iman ettiğimiz zaman, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmenin, Allah’ın emrine göre yaşamanın anlamı ortaya çıkıyor. Çünkü Allah’ın emirlerine uygun hareket etmek, dünyada belki bizi birtakım mahrumiyetlere de sevk edecektir; dünyada canımızın istediği her şeyi yapamayacağız. Ancak netice itibarıyla ahiret hayatına olan imanımız, ahiretin varlığı, dünyadaki o mahrumiyetleri de anlamlı kılıyor. Dünyadaki mahrumiyetin, ahiretteki büyük nimete sebep olacağını düşününce insan ne yapıyor? O zaman diyor ki: “O ebedî nimet, dünyadakiyle mukayese edilmeyecek kadar büyüktür.” Böylece ondan istifade adına buradakinden mahrumiyet peşinen kabulleniliyor; yani onda bir sıkıntı ortaya çıkmıyor.
Ahiretin ispatı noktasında ise Kur’ân’ı Kerîm’de pek çok örnek var. Allahu Teâlâ, öncelikle insanın yaratılış safahatını Kur’ân’ı Kerîm’de dikkatlerimize sunar. İnsanın embriyo şeklinden başlar, döllenmiş yumurta, pıhtılanmış kan görünümü, arkasından et görünümü, ondan sonra o etin kemiklere dönüşmesi, kemiklere yeniden et giydirilip anne karnında insanın teşekkül ettiği dönemleri Cenâb-ı Hakk hatırlatır. Arkasından, “Yeni bir yaratışla onu yarattık.” der. Arkasından, dünyaya geliş, dünya hayatı ve dünyadan sonra öldürüleceği, öldükten sonra yeniden diriltileceğini Cenâb-ı Hakk Kur’ân’ı Kerim’de safha safha anlatır.
İnsanın dünyaya gelmeden önce anne karnında geçirdiği aşamalar, dünya hayatında çocukluk, gençlik, yaşlılık ve arkasından da ölüm hatırlatılarak, bütün bu aşamalardan bizi geçiren Allah’ın, ondan sonra geçeceğimiz aşamalarla ilgili verdiği bilgiyi de kabul etmemiz gerektiğini Cenâb-ı Hakk, Kur’ân’ Kerîm’de bize hatırlatır.
Dolayısıyla, “İnsanı öldüren, kabre koyduran, o kabir hayatı sonrasında da insanı yeniden diriltecek ve ahiret hayatını yaşatacaktır.” diye Kur’ân’ı Kerîm’de pek çok ayet-i kerimede bize hatırlatılır. Bu ayet-i kerimelere baktığımız zaman, hatta bir tanesinde, “Öldükten sonra dirilme konusunda şüphedeyseniz...” (Hac, 22/5)diye başlar ayet-i kerime ve Cenâb-ı Hakk, arkasından bu aşamaları bize hatırlatır.
Kışın ölü gibi olan toprağın, yazın yağan yağmurla, havanın ısınmasıyla kabarması ve oradan her türlü bitkinin fışkırması örneğini verir Cenâb-ı Hakk. Dolayısıyla Allahu Teala bizim için, ölü gibi olan topraktan nasıl ki yazın her çeşit bitkiden yeniden bitiriyorsa, insanların da ölüp toprak olduktan sonra, toprağa karıştıktan sonra yeniden oradan diriltilmeleri söz konusudur. Ki ilk insan Âdem (a.s.) zaten topraktan yaratılmıştır. Nutfe de topraktan yetişip yediğimiz bitkilerden oluştuğu için, diğer insanlar da dolaylı olarak topraktan yaratılmıştır. Topraktan yaratılanların toprağa dönüşü ve yeniden topraktan diriltilişi de yine Kur’ân’ Kerim’de veciz bir ifadeyle Cenâb-ı Hakk tarafından bize bildiriliyor. “(Ey insanlar!) Sizi topraktan yarattık, (ölümünüzle) sizi oraya döndüreceğiz ve sizi bir kere daha oradan çıkaracağız.” (Tâhâ, 20/55) Bu kadar açık, net, kısa, özlü bir ifadeyle Cenâb-ı Hakk, ayet-i kerimede bize dünya hayatına gelişimiz, yeniden toprak oluşumuz, ahirette yeniden topraktan diriltilişimizi anlatıyor, haber veriyor.
Aklı olan bir insan bu ayetler üzerinde düşündüğü zaman, hakikaten ahiretin varlığında hiçbir imkânsızlık görmez. Allah, ilkin yoktan var etmiştir. Akla göre, yoktan var edenin, öldükten sonra yeniden diriltmesi de imkânsız değildir. Hatta bir şeyi ilk defa yaratmak, ikinciye nispetle daha zordur; ikinci defa var etmek birinciye nispetle daha kolaydır (Bu kolaylık ve zorluk bizim içindir). Nitekim ayet-i kerimede Cenâb-ı Hakk buna da dikkatimizi çeker. Ahiretteki yeniden diriltilişin bize göre daha kolay olacağını, dünyadaki yaratılışı kabul ettikten sonra ahirette diriltilmeyi inkâr etmenin de kendi aklî prensiplerimize bile ters düşeceğini bize hatırlatır.
Bir insan ahiret konusunda tereddüt içerisinde, şüphe içerisinde bulunursa, Allah’a ve Peygamber’e imanı da geçersiz olur. Allah’a ve Peygamber’e iman etmek demek, Allah Resulü (s.a.v.)’in Cenâb-ı Hakk’tan getirip haber verdiği her şeyi tasdik etmek anlamına gelir. Peygamber (a.s.)’ın Cenâb-ı Hakk’tan getirip haber verdiği kesin olan bu şeylere biz “zarurât-ı dîniye” diyoruz; yani dinin kabul edilmesi zaruri olan hususları diyoruz. Zarurât-ı dîniye’den herhangi birinin inkâr edilmesi ise imanı küfre çevirir. Bu, ister bir hüküm olsun, ister bir emir olsun, yasak olsun, isterse herhangi bir haber olsun, değişmiyor.
Nitekim bu açıdan baktığımızda, hakikaten Kur’ân’ı Kerîm’de haber verilen ahiretin varlığını ispat sadedinde, Cenâb-ı Hakk’ın bize anlattığı birtakım kıssalar da vardır. Mesela, İbrahim (a.s.)’ın, “Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster.” demesi üzerine, Cenâb-ı Hakk diyor ki: “…Dört çeşit kuş al, onları kendine alıştır, sonra onları parçalayıp her dağın üzerine bir parça koy. Sonra onları çağır; koşarak sana gelirler. O halde Allah’ın güçlü ve Hakim olduğunu bil.” (Bakara, 2/260)
İbrahim (a.s.) zaten ahiretin varlığına inanıyor; bir peygamberin inanmaması söz konusu değil. Bilgisini, ayne’l yakîn, gözüyle görme derecesine ulaştırmak için böyle bir şey istiyor. Zaten ölülerin diriltilmesini görmek isteyince Allahu Teala “İnanmıyor musun?” diyor. O da “İnandım, fakat kalbim mutmain olsun diye bunu istiyorum” diyor. Bu, sadece İbrahim (a.s.) için değil, bizim için de ölülerin diriltilmesine örnektir.
Yine Kur’ân’ı Kerîm’de “Harap olmuş bir kasabanın yanından geçen kişi” diye anlatılan ve adı verilmeyen bir kişinin hikayesinden bahsedilir. Bazı tefsirlerde bu kişinin Üzeyir (a.s.) olduğu yazar. Bu kişi bir kasabanın içinden geçerken; “Bu kasaba halkını Cenâb-ı Hakk tekrar nasıl diriltecek?” diye düşünür. Cenâb-ı Hakk, orada onun ruhunu alır ve 100 yıl orada kalır. 100 yıl sonra, Allahu Teala onu diriltir. Dirilttikten sonra “Ne kadar kaldın?” der. O da “1 gün veya daha az.” diye cevap verir; uyuyup kaldığını zanneder. Cenâb-ı Hakk der ki: “Yiyeceğine bak.” Yiyeceği, içeceği bozulmamıştır. 100 yıl, yiyecek içecek bozulmadan durur mu; Allah isterse durur. Kabirde çürümeden duranlar için bunu örnek olarak veririz. Allahu Tealâ istediği zaman, o toprağın içerisinde çürütmez. Allahu Teâlâ isterse, hiç toprağa koymadan, toprağın üstünde de çürütmeden saklayabilir. Onun örnekleri de var nitekim. Allahu Teâlâ “Çürüme!” dediği zaman çürümüyor. Ateşe “Yakma!” dediği zaman İbrahim (a.s.)’ı yakmadığı gibi. Daha sonra Allahu Teala; “Eşeğine bak!” diyor. Eşeğine bakar ki eşek ölmüş, çürümüş, iskelet de dağılmış, kemikler etrafa savrulmuş. Sonra Allahu Teala, onun gözünün önünde kemiklere yeniden et giydirip eşeği tekrar yaratır. Harap olmuş olsa da çürümüş, dağılmış, iskeleti bile ortadan kalkmış olsa da Cenâb-ı Hakk istediği zaman yeniden diriltmeye kadir olduğunu bizzat göstermiş oluyor. İşte biz de gözümüzle görüyormuşçasına, ahirette insanların böyle diriltileceğine inanmamız açısından, delil olarak Cenâb-ı Hakk Kur’ân’ı Kerîm’de bu olayı anlatıyor.
Kur’ân’ı Kerîm’de bununla ilgili başka örnekler de var. Bunlarla, ahiret hayatının mutlaka gerçekleşeceğini, hem beden hem ruhla dirilişin ahirette olacağını ama berzahta da insanların bir hayat geçireceklerini, oranın da boş geçmeyeceğini biliyoruz, Kur’ân ve sünnetten bunu öğreniyoruz. Dolayısıyla önemli olan; nasıllığını, keyfiyetini merak etmekten çok, Allah’ın her şeyi yaratmaya kadir olduğuna iman ederek, ölümden sonraki hayatta iyi bir âkıbetle karşılaşmaktır. Cenâb-ı Hakk cümlemize iyi âkıbetler versin. Ölümüyle başkalarına rahatlık veren değil, ölümüyle kendisi rahat edenlerden eylesin cümlemizi.