Günümüzde Ehl-i Beyt'e Karşı Mesafe ve Duruş Sorunlarımız

Her Müslüman’ın kendinde temsil yetisi ya da yetkisi bulup din adına konuştuğu şu ortamda, tüm bunlardan bağımsız olarak sahih bir duruş sergilenecekse, Ehl-i Beyt’in duruşu, özünde Hz. Peygamber’in (sav) duruşudur.

Hz. Peygamber’in (sav) Ehl-i Beyt’e olan muhabbeti ve verdiği önem nedeniyle, Hulefâ-i Râşidîn’den başlayarak İslam tarihi boyunca her mümin Ehl-i Beyt’e değer vermiştir. Ne yazık ki günümüzde Ehl-i Beyt’in kıymeti, hakkıyla, yeterince bilinmemektedir. Sakın bunu sadece yakınmak için söylediğimiz zannedilmesin; ehlince bilinir ki onların yolunu Allah (cc) açar. Önümüzdeki zaman dilimi, madden ve manen bunun böyle olduğunu bir kez daha gösterecektir. Ehl-i Beyt’in bu anlamda savunulmaya da ihtiyacı yoktur. Allah’ın (cc) hangi konuda olursa olsun, bir muradı varsa, bunun önüne hiçbir güç geçemez. Ehl-i Beyt de kendisi ne yapacağını Allah’ın (cc) izniyle bilir. Bundan hiç şüpheniz olmasın… Boş yere, kendi içimizdeki ümitsizlikleri, belirsizlikleri, tutarsızlıkları bir yansıtma mekanizmasıyla, tabir yerindeyse Ehl-i Beyt üzerinden dillendirmeye kalkmayalım. Kur’ân’da belli ayetlerle bizzat müjdelenen Ehl-i Beyt’e kim ne diyebilir ki…

MUHASEBE

Tüm bu tarihî ve güncel keskin gerçeklere rağmen, bir gerçek var ki: Düşünün ki yıllardır Seyyidlere, bulunduğunuz toplum içinde sıradan insan muamelesi yaptınız. Çünkü bu konuyu hep teorik bir konu gibi düşünmüşsünüz… Nesnesi ya da öznesi olmayan bir konu gibi… Sanki Ehl-i Beyt yaşadığımız bu zaman diliminde yaşamıyor gibi… Sadece tarihsel olaylarda bir acı figürü gibi… Hoş, Kerbela olayının da hakkını teslim edemediniz. Üstelik Kerbela’dan sonra da hep “Üstünlük takvadadır.” düsturuna sığınarak, kasten Ehl-i Beyt’i ihmal ettiniz… Öyle ya, üstünlük takvadaydı ve bu konuda öncelikle Ehl-i Beyt’in kendini ispatlaması lazımdı!.. Değil mi?!.. Kur’ân’da geçen ayetlere ve Hz. Peygamber’in keskin ihtarlarına rağmen, bu konuda hassasiyet gösterilecek en önemli düşünce alanı üstünlüğün takvada oluşuydu, değil mi!.. Allah aşkına, “Üstünlüğün takvada” oluşunu, birbirinize ve gıyaplarında Seyyidlere sürekli söylemenizin ve hatırlatmanızın altında yatan psikoloji acaba ne olabilir? Hiç düşündünüz mü? Bir kez düşünsenize, ısrarla bunu söylemek çok ilginç değil mi? Hiç mi muhabbetiniz yok!.. Allah’ın (cc) onlara verdiği değeri, hafife almak da ne oluyor? Üstelik sadece onları değil, prensip olarak herkesi bağlayan “üstünlük takvada” yüceltmesiyle… Bu konuda hiç aynada kendinize baktınız mı? Peki, Allah’ın (cc) onları yücelten ayetleri ne olacak? Sen mi karar vereceksin kimin üstün olduğuna?… Pardon, doğru; sen kararını vermişsin zaten… Önce biraz çalışsın onlar, bi bakalım, zaten üstünse üstündür onlar, değil mi!.. Aradaki menfilik farkının hesabını kim verecek? Sen mi? Soyun mu? İslam açısından hangi zümrenin adamısın sen? Güzellikte yarışa girmek yerine adilikte yarışa girenlerin oluşturduğu bir zümre mi yoksa bu?.. Kusura bakmayın, bu sorulara nötr, güya tarafsız, bir şey biliyormuş gibi cevaplar mümkün değil… Çünkü burası, tam da yürek ortaya konacak yer… Hz. Peygamber ve soyu hakkında nötr olmak da ne demek? Sen git o zaman imanını sorgula kardeşim… Hatta Kerbela’dan sonra gelme yanımıza, Kerbela’dan önce gel… Önce burada dur, yüreğini ortaya koy, ondan sonra konuş… Bu konuda bin düşün, bir konuş ama günaha girme!.. Âlim de olsan âbid de olsan bu böyle… Önce Ehl-i Beyt’in hakkını ver, sonra “Adamım ben!” diye ortaya çık!.. Önce içimizdeki canavarı öldürelim, sonra birbirimize “Üstünlük takvada” riyası yapmayalım… Değil mi? Ne güzel, demek biliyorsunuz, âlimsiniz ve karar verdiniz… Şu kadar değil de bu kadar sevelim… Olur, hay hay!.. Neden olmasın… Müslüman’ın Ehl-i Beyt’i ne kadar sevip sevmeyeceğine de siz karar verin, öyle mi? Kendini küçük gördüğü için imanını da küçük görenlerin bu meydanda yeri olamaz. Birbirine üstünlük sağlamak ve galebe çalmak için kullanılamaz bu konu… Hele hele “Ehl-i Beyt’i geri plana atıp” kendi kendine yol açmak için asla… Ehl-i Beyt’e Allah’ın (cc) ve Resulü’nün verdiği bir “mutlak değer” varken, senin verdiğin “sahte değere” muhtaç değildir Ehl-i Beyt… Bu ümmet “yemez bunu” kardeşim… Ehl-i Beyt vardır ve İslam’ı en güzel temsil edecek de odur. İlmiyle, irfanıyla, ahlakıyla, merhametiyle, adaletiyle…

Evet, insanlar Ehl-i Beyt’i sevmeli… İslam’da insanın yapması gereken şeyler, fiiller, eğer Kur’ân ve Sünnet’te açıklanmışsa “Farz” ya da “Vacip” oluşları da ciddi bir biçimde bağlayıcıdır insan için… Günümüzde Ehl-i Beyt hakkıyla sevilmekte midir? İnsanların sevgi yarışına girdiği muhkem bir konu olarak algılanmakta mıdır Ehl-i Beyt? Bugün bu konuda her mümin kendini ciddi bir biçimde muhasebe etmeli…

İş, dönüyor dolaşıyor kalbe geliyor… Rabbimiz çok büyük lütufların, ihsanların sahibidir. Çünkü O Allah’tır. İnsan bu lütufların büyüklüğünü, ancak bir Ehl-i Beyt’i hakikaten sevince anlar. Bir Ehl-i Beyt’i sevmek, insanı, Hz. Peygamber’i hakiki manada sevmeye götürür.

Hz. Peygamber, kendisinden istifade etmeyi, lâfla değil, bir müminin gönlünde hakiki manada Ehl-i Beyt’in sevgisinin olmasıyla mühürlemiştir. Hz.Peygamber’le duygusal bağlar kurmanın, özellikle günümüzde yani Hz. Peygamber’den asırlar sonra, bundan daha kestirme bir yolu yoktur. Hz.Peygamber’in şahsında Nübüvvetin ne muhteşem bir makam olduğunu insan ancak Ehl-i Beyt’i hakiki manada sevince anlar. Tabi bütün sevgiler imtihan edilmeye layık ve muhtaçtır. Çünkü sevmek, kalbi kendi fıtrî meşguliyetine ram eder, yönlendirir, taşır, hatta âşık eder. İnsan, Ehl-i Beyt sayesinde önce sevmeyi sever. Sonra sever, sever, sever de sever.  Bu sayede âlimliği dünya âlimliği, dervişliği dünya dervişliği, kulluğu şeklî kulluk olmaktan çıkar; taraftarlığı gerçek taraftarlık olur ve hakikate doğru olan yolculuğunda emin adımlarla ilerler. Bu konudaki eksikliği, yaptığı hatalar dünyada gözünü açmazsa ahirette de en büyük pişmanlık ve mahcubiyetleri olur. Belki de değerler adına kaybetme korkusu taşınacak en büyük değer, Ehl-i Beyt’i kaybetme korkusu, onların gönüllerinde bir yer edinememiş olmak, onları üzen bir yerde durmaktır.

Peygamber Efendimiz’in o temiz ve pak nesli asırlar boyu insanlara hizmet etmiş kıymetli insanlardır. Onların ahlakî meziyetleri insanları cezbetmiş ve her asırda bir meşale gibi taşınmışlar ve insanların kalplerindeki Allah sevgisini ateşlemişlerdir. Nitekim Ehl-i Beyt’in en bariz özelliklerinden birisi liderlik vasfıdır. Bu özellikleri sayesinde Ehl-i Beyt, hangi işe el attıysa o konuda başarılı olmuş ve o işinde de otorite olmasını bilmiştir...

Hâce Muhammed Parsâ: “Gönlünde Resûlullah sevgisi bulunan bir mümin nasıl olur da onlara muhabbet etmez? Nasıl olur da onun Ehl-i Beyt’inin muhabbetiyle dolmaz? Eğer sadece akrabalık yönünden yakınlık olsa idi yine onlara muhabbet etmek vacip olurdu. Hâlbuki bu hem surî, hem manevî yakınlıktır ki erişilmez.” buyurmaktadır. Peki, sevgi eksikliği veya zafiyeti içinde olanlara ne demeli? Bu duyarsızlığın altında yatan nedir?

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri, Ehl-i Beyt hakkında İmam-ı Şafi Hazretleri’nin bir şiirini tercüme edip bu hususta beyanda bulunmuştur:

“Ey Ehl-i Beyt-i Resul! Sizin muhabbetinizin farziyyeti, taraf-ı ilahiden Kur’ân-ı Azim ile buyrulmuştur. Namazlarında size salavât getirmeyenlerin, namazlarının sahih ve makbul olmaması, kadr-i vâlânızın ve derece-i uzmânızın ulvî bir burhanıdır. Ne büyük bir şeref ve ne kudsi bir mazhariyettir ki Allahu Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîmi’nde nam ve şan-ı âlinizi tebcilen (Yasin âline selam olsun) buyuruyor. Yasin, Peygamber (sav)’in esma-i şerifelerinden olduğuna göre “âli Yasin”, “Ehl-i Beyt-i Nebevî” demek oluyor. Ehl-i Beyt-i Nebevî’nin muhabbeti, mü’min ve mü’minât üzerine vacip ve ahir nefeste selamet-i imana vesiledir.”

İmam-ı Şafi’nin muhabbeti, sadece bir hüküm bildirme değildir; kendisindeki Ehl-i Beyt aşkının cihana taşmasıdır.

“BİR CİHAN SOYU OLARAK EHL-İ BEYT”

Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde yerini bulan Ehl-i Beyt konusu çok önemli olmasına rağmen ne yazık ki bugün birçok Müslüman tarafından gerçek manada yeterince bilinmemektedir. Ehl-i Beyt’in kelime anlamı, “ev halkı” demektir. Terim anlamı ise “Peygamber Efendimiz’in ev halkı”dır.

Ehl-i Beyt dört lafızla tavsif edilir: Âl, Ehl-i Beyt, Zü’l-Kurbâ ve el-İ’treh. Bu lafızların sözcük manası şöyledir:

Âl: Kelimenin aslı “ehl”dir. (H) harfi hemze harfine dönüştüğü için “âl” olmuştur. Bu tabir salavât-ı şerifede geçmektedir: “Allahümme Salli âlâ Seyyidina Muhammedin ve âlâ Âl-i Seyyidina Muhammed”

Lûgat manası:  Aile, akraba, sülâle, soy, hânedan ve taallukat demektir.

Ehl-i Beyt: Ev halkı. Ahzâb suresi 33. ayette geçmektedir.

Zü’l-Kurbâ: Akraba olanlar. Enfâl suresi 41. ayette geçmektedir.

el- İ’treh: Zürriyet. Bu tabir Efendimiz’in hadis-i şeriflerinde geçmektedir.

Efendimiz’in (sav) soyu; kızı Hz. Fatıma (r.anha), çocukları Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin’in (r.a.) neslinden devam etmiştir. Hz. Hasan’ın (r.a.) soyundan gelenlere “Şerif”, Hz. Hüseyin’in (r.a.) soyundan gelenlere ise “Seyyid” denmiştir. Osmanlı döneminde Efendimiz’in (sav) soyundan gelenlerin hepsi “Seyyid” olarak anılmıştır. “Seyyid” kelimesi ayrıca “ulu, ileri gelen, efendi, ağa, bey, fazilet sahibi” mânâlarını da taşımaktadır.

Aşağıdaki ayet ve hadislerde görüleceği üzere, Hz. Resûlullah’ın kendisine tâbi olan amcaları ve onların çocukları da Ehl-i Beyt’ten sayılmıştır. (Bkz:Ibn Atıyye, el-Muharraru’l-Veciz, IV, 384, Beyrut, 1993)

Allahu Teâlâ, Hz. Resûlullah (sav) Efendimiz’in Ehl-i Beyti’ni bizzat Kur’ân’da zikretmiş ve onlara şu şekilde iltifatta bulunmuştur:

“Ey Peygamber hanımları! Namazı kılın, zekâtı verin; Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzâb, 33/33)

Ümmü Seleme validemiz (r. anha) demiştir ki: “Bu âyet-i kerime benim evimde indi. Hz Resûlullah (sav) Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’i çağırdı. Onları Hayber yapımı geniş bir elbisenin altına topladı, kendisi de içine girdi ve: “İşte bunlar benim Ehl-i Beytim’dir.” buyurdu. Sonra inen ayet-i kerimeyi okudu ve: “Allahım! Onlardan kötülükleri gider. Onları tertemiz et!” diye dua etti. Ben: “Yâ Resûlallah! Ben Ehl-i Beyt’ten değil miyim?” dedim. Hz. Resûlullah (sav), “Sen benim ehlimsin. Sen zaten hayır içindesin.” buyurdu. (Taberî, Câmiü’l-Beyân, Cüz:XXII, Shf:7; İbni Kesir, Tefsir, VI, 412-413) Resûlullah (sav) 

Efendimiz; ashâbını ve ümmetini, Ehl-i Beyt’in hukukunu iyi koruma konusunda şiddetle uyarmıştır. 

Zeyd b. Erkam (r.a) anlatıyor: Allah Resûlü (sav) Mekke ile Medine arasında Hummen denilen suyun başında bir hutbe verdi. Allah’a hamd, sena ve zikirden sonra şöyle buyurdu:

“Ey insanlar! Dikkat ediniz; ben bir beşerim. Rabbim’in ölüm elçisinin gelmesi ve benim ona icabet edip aranızdan gitmem yakındır. Sizlere hukuku ağır iki kıymetli emanet bırakıyorum. Birincisi Allah’ın Kitabı’dır. Onda nur ve hidayet vardır. Allah’ın kitabına sımsıkı sarılın. Onunla meşgul olun, onu öğrenin, öğretin; hükümlerini anlayın. İkinci emanet Ehl-i Beytim’dir. Ehl-i Beytim hakkında Allah’tan korkmanızı hatırlatırım. Ehl-i Beytim hakkında Allah’tan korkmanızı hatırlatırım. Ehl-i Beytim hakkında Allah’tan korkmanızı hatırlatırım.” Zeyd b. Erkam’ı dinleyenler arasında bulunan Husayn b. Sebre: “Ey Zeyd, Resûlullah’ın (sav) zevceleri de Ehl-i Beyt’ten midir?” diye sordu. Zeyd (r.a): “Tabi ki Efendimiz’in hanımları da Ehl-i Beyt’tendir. Fakat Resûlullah’ın (sav) haklarının korunmasını istediği Ehl-i Beyt, kendilerine sadakanın haram olduğu kimselerdir.” dedi. Husayn; “Onlar kimdir?” diye sorunca Zeyd b. Erkam (r.a): “Ali’nin ailesi, Akîl’in ailesi, Cafer ve Abbas’ın âilesidir.” dedi. Husayn: “Bunlara sadaka haram mıdır?” diye sorunca, Zeyd (r.a): “Evet” dedi. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 36; Nesâî, Sünen-i Kübrâ, Menâkıb, 9)

Âlimlerin ekseriyetine göre Ehl-i Beyt; Resûlullah (sav) Efendimiz’in şerefli aileleri, kızı Hz. Fâtıma, damadı Hz. Ali, torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.anhüm) ve kıyamete kadar onların sulbünden gelen zürriyetleridir. Yani Hz. Hüseyin’in torunları olan seyyidler ve Hz. Hasan’ın torunları olan şerifler, Ehl-i Beyt’in günümüzdeki şerefli mensuplarıdır. Resûlullah (sav) Efendimiz’in şerefli nesli, kıyamete kadar hiç kesilmeyecektir.

Hz. Hüseyin’in (r.a) oğlu Ali Zeynelâbidîn (rah), babası Hz. Hüseyin’in şehid edilmesinden sonra Şamlılar tarafından esir edilerek Dımeşk’a getirildi. Onu böyle gören zalim bir Şamlı; “Sizin kökünüzü kazıyan ve fitnenin başını kesen Allah’a hamdolsun!” diye, güya onların fitne başı olduğunu ima etmeye çalıştı. Zeynelâbidîn (rah), adama, “Sen Kur’ân’ı okudun mu?” diye sordu. Adam; “Evet, okudum.” dedi. Zeynelâbidîn (rah); “Sen, Allahu Teâlâ’nın, “...Resûlüm, onlara de ki: Ben bu davetime karşılık olarak sizden bir karşılık ve ücret beklemiyorum; sadece yakınlarıma sevgi göstermenizi istiyorum...” (Şûrâ, 42/23) ayetini okumadın mı?” diye sordu. Adam; “Bu ayette sevilmesi emredilen yakınlar siz misiniz?” diye sorunca, İmam, “Evet, onlar biziz.” dedi. (Taberî, Cüz:XXV, Shf:33 (Beyrut, 1995); Suyûtî, ed-Dürrü’1-Monsûr, VII, 348)

Bir gün İmam Âzam (rah), hocası İmam Cafer es-Sadık Hazretleri’nden ilim ve hadis dinlemeye gelmişti. Hocası elinde bir asa ile çıkageldi. İmam Âzam (rah): “Ey Resûlullah’ın evlâdı! Siz henüz asaya ihtiyaç duyacak bir yaşta değilsiniz.” dedi. Cafer es-Sâdık (rah): “Evet dediğin gibidir. Fakat bu elimdeki asa Hz. Resûlullah’ın asasıdır; onu bereket için yanımda taşıyorum.” dedi. İmam Âzam (rah), hemen ileri atılıp bastona sarıldı ve “Ey Resûlullah’ın evlâdı! Müsaade buyurun, onu öpeyim.” dedi. Cafer es-Sâdık (rah) hemen kolunu açtı ve İmam Âzam’a göstererek; “Vallahi sen bilirsin ki bu ten Hz. Peygamber’in hücrelerini taşıyan bir tendir ve şu gördüğün kıllar da onun kılındandır. Onu öpmüyorsun da asayı öpmek istiyorsun!” dedi. Bununla, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in zürriyetinin, Hz. Peygamber’in (sav) bir parçası olduğunu hatırlattı. (Bkz: Muhammed Besyûnî, es-Seyyid Fâtımatu’z-Zehrâ, 37, Beyrut, 1990)

İslam’ın temel kaynaklarında, imanla, Peygamber’i ve Ehl-i Beyt’i sevmek arasında doğru orantılı bir ilişki bulunduğu anlaşılmaktadır. Bir kimse iman ettiğini iddia ettiği halde Hz. Peygamber’i sevmezse O’nu kızdırırsa nasıl kâmil mümin olabilir? Sevgi iddiasında olunsa bile, Allah Resulü’nü sevmek demek, yalnız O’nun zâtını sevmek değil, aynı zamanda O’nun sünnetini, O’nun Ehl-i Beyti’ni, yakınlarını ve yolundan gidenleri Allah ve Resulü namına sevmek demektir. Çünkü Peygamber Efendimiz’in yakınlarını ve akrabalarını kendi akrabamız gibi görüp gözetmedikçe, kâmil imana sahip olunamayacağı hadislerde bildirilmiştir. 

Şimdi de Şenel İlhan Beyefendi’nin, Ehl-i Beyt’in üstünlüğüne dair, irfan ve hikmet dolu düşüncelerine can-u gönülden kulak verelim:

“Bilindiği üzere irfan ehli, Ehl-i Beyt’ten olan, Muhammed Bahauddin, Abdulkadir Geylanî, Ahmet er-Rufaî, Ahmed Yesevî, Hacı Bektaş-ı Veli, Emir Sultan, Aziz Mahmut Hüdaî, Hatip Seyyid Ahmet gibi nice din büyüğü veliler, insanlığın yararına olacak işlerde bir ücret ve karşılık beklemeden çalışmışlardır. Görülmektedir ki Ehl-i Beyt’in tarih boyu İslam’a, ilme ve insanlığa hizmetleri, onların üstünlük ve becerilerinin en güzel delili olmaktadır. Aslında fıtraten her orta zekâlı sıradan bir insan bile doğal bir tepki olarak, tarihe mâl olmuş büyük şahsiyetleri büyük bilir, sever veya en azından takdir eder, bu son derece açık. Bu durum, inançlı inançsız her toplum insanının normal psikolojik tepkisidir. Bu bağlamda yabancıların, inanmadıkları halde Hz. Peygamber’e verdikleri değer ise elbette son derece normal ve doğaldır. Aslında yabancılar ve tüm inançsızlar gözünde Kur’ân, Hz. Muhammed (sav) demektir. Bu nedenle Peygamberimiz’i anlatmadan önce, Kur’ân’a, Müslüman olmayanların gözüyle nasıl bakıldığını anlatmamız gerekiyor. Kur’ân’ın modern bilimden, biyoloji, astronomi ve matematikten bahsetmesi Batılı bilim adamlarını hayran bırakmaktadır. Bu nedenle yabancılar Kur’ân’a; “Yazılmış en yüksek değerdir.” diyorlar. Batılı, Kur’ân’ın mükemmelliğini kabul ediyor ve bilindiği gibi birçok bilim adamı da iman ediyor. İman etmeyenler ise Kur’ân’dan kaçıp zihinlerini başka şeylerle meşgul ediyorlar. 19. asrın filozoflarından Bismarc, eserinde Kur’ân’ı anlatırken; “Kur’ân’ı her cihetle tetkik ettim; her kelimesinde büyük bir hikmet gördüm. Bunun misli ve beşeriyeti idare edecek hiçbir eser yoktur ve gelemez.” demekte ve Hz. Peygamber’e hitaben: “Ya Muhammed! Sana muasır olamadığımdan çok müteessirim. Beşeriyet, senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bir daha göremeyecektir. Binaenaleyh, senin huzurunda kemal-i hürmetle eğilirim.” şeklinde, Peygamber Efendimiz’den derin bir saygı ve idrakle bahsetmektedir. Lamartine; “İnsanların büyüklüğü ne ile ölçülürse ölçülsün, Hz. Muhammed’den daha büyük bir insan gelmeyecektir.” demektedir. Goethe; “Biz Avrupa milletleri, bütün medeni imkânlarımıza rağmen, Hz. Muhammed’in son basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basamağındayız. Şüphe yok ki hiç kimse O’nu geçemeyecektir.” derken, Bernard Shaw; “...Ben bu şayan-ı hayret insanı inceledim. Benim görüşüme göre, O’nu insanlığın kurtarıcısı olarak tanımak lazımdır. Daha şimdiden, benim milletime ve diğer Avrupa milletlerine mensup birçokları, Hz. Muhammed’in dinine girmiş bulunuyorlar.” itirafında bulunmaktadır. 

Allahu Teala (cc), bundan 14 asır önce, insanlara yol gösterici bir kitap olan Kur’ân-ı Kerîm’i indirdi. Tüm insanlığı bu kitaba uyarak kurtuluşa ermeye davet etti. İndirildiği günden kıyamete dek insanlığın yegâne yol göstericisi de bu son ilahi kitap olacaktır. Kur’ân, aynı zamanda edebî dilinin mükemmelliği, benzersiz üslup özellikleri ve içerdiği üstün hikmetle, bilim adamlarını hayrete düşürmüştür. Bunların yanı sıra, Kur’ân’ın Allah katından indirildiğini ispatlayan pek çok mucizevi özelliği de vardır. Bu özelliklerinden bazıları, ancak 20. yüzyıl teknolojisiyle eriştiğimiz bazı bilimsel gerçeklerin, 1400 yıl önce Kur’ân’da bildirilmiş olmasıdır. Bu da Kur’ân’ın müstesna bir yeri olduğunun bu yüzyıla yansımasından başka bir şey değildir.

İnsaf ehli yabancılar, iman etmedikleri halde Kur’ân-ı Kerîm’i müstesna bir kitap, Peygamberimiz’i de müstesna bir insan olarak görmektedir. Çünkü O Âlemlerin Efendisi’ne Mekkeli müşrikler dahi “Emin” diyorlardı. İnsanlığın karanlıklarla dolu olduğu bir zamanda güneş gibi parladı. Sadece insanlığa kazandırdığı değerler bile O’nu benzersiz kılmakla, dünya her asırda O’nun tesirinde kalmıştır.

Burada, hakikatler açısından üzerinde durulması gereken en önemli unsur şudur ki; esasen Resul-ü Ekrem (sav) iki açıdan değerlendirilebilir:

Birincisi, “tarihi bir şahsiyet” olarak, Peygamber Efendimiz’e Müslüman olmayan yabancıların gözüyle bakmaktır ki Hz. Peygamber’e (sav) hiç şüphesiz tarih boyunca tarafsız bütün kaynaklarca değer verilmekte ve saygı duyulmaktadır. Ayrıca O’nun tüm insanlık âlemine üstün yararlılıklarını kabul etmekte, Peygamber Efendimiz’e saygı duyduklarını ve değer verdiklerini söylemektedirler. Çünkü insanlar fıtratları gereği, tarihe mâl olmuş şahsiyetlere saygı duyarlar. Aslında tarihe mâl olmuş her bilim adamı, mucit ve mütefekkir için de bu böyledir. Müslümanlar da Müslüman olmayanlar da tarihe mâl olmuş şahsiyetlere her zaman saygı duyarlar ve değer verirler. Mesela Shakespeare, Leonardo da Vinci, Bismarck, Goethe, Mimar Sinan, Muhyiddin-i Arabî, Mevlânâ gibi tarihe mâl olmuş şahsiyetler insanlık tarihinde hep ilgi odağı olmuşlardır. Bu durum, tarihe mâl olmuş şahsiyetlerin akraba ve yakınlarına atfedilen değer açısından da böyledir. Yani tarihi şahsiyetlere duyulan saygı, her zaman onların yakınlarına da taşınan bir değer halini almıştır. Bu da kaçınılmaz bir hakikattir... Bu nedenle yabancıların gözüyle de Peygamber Efendimiz ve O’nun Ehl-i Beyt’i ve akrabaları, başlı başına bir değer ifadesidir. Ehl-i Beyt bu anlamda da “evrensel” bir değer taşımaktadır ve sonuç olarak Müslüman olmayanlar da, tarihi bir şahsiyet olarak hassaten Peygamberimiz’e ve Ehl-i Beyti’ne saygı duyarlar ve değer verirler... 

İkincisi de Peygamber Efendimiz’e Müslümanların gözüyle bakmak ki bu da Hz. Muhammed’in “Müslümanların Peygamberi” olarak değerlendirilmesidir... Müslümanlarca Hz. Peygamber’e (sav) verilen değer; Allahu Teâlâ’nın yeryüzüne Peygamber olarak gönderdiği ve “Habibim!” dediği, “Kâinatın Efendisi” olarak övdüğü bir insana verdiği değerdir.

Hz. Peygamber’in şahsı nedeniyle Ehl-i Beyt’e sevgi duymak ve onlara duyulan bu sevgi, doğrudan imanla ilgili bir konudur ve üstelik Müslüman olmayanların dahi saygı duyduğu bir “Ehl-i Beyt” kavramı, Müslümanlar için başlı başına bir sevgi konusu, başlı başına bir saygı unsurudur. Ehl-i Beyt, Müslümanlar açısından hiç şüphesiz, çok üstün bir değer ifade etmektedir. Bu nedenle Ehl-i Beyt’i, bir Müslüman, her şeyden önce imanı gereği sever. Kâinatın Efendisi O Peygamber ki “Kim Allah’ı severse Kur’ân’ı sever. Kim Kur’ân’ı severse beni sever. Kim beni severse ashabımı ve akrabalarımı sever.” ve “Hiçbir kul, ben kendisine nefsinden, ıtretim kendi ıtretinden, ehlim kendi ehlinden, zâtım da kendi zâtından daha sevgili olmadıkça (kâmil) iman etmiş olmaz.” buyurmaktadır. Resul-ü Ekrem’in müjde ve ihtarları bu kadar açıkken, bir Müslüman için Ehl-i Beyt’i sevmemek tabi ki mümkün değildir!..

Evet, bu, onların dünyayı tercih etmeleri ve fıtrî bir duygu olan sevgi kaynağının üzerini örtmelerinden dolayıdır. Hiç şüphesiz bu ciddi bir kalp marazıdır. Bunun başka bir izahı da yoktur. Nitekim bugün insanlar birbirini yeterince sevmemektedirler. Bu durum, bütün insanî ilişkilerimize de menfî bir şekilde yansımaktadır. Hatta birçok olayda, ne yazıktır ki aile içi istenmeyen dramlar yaşanmaktadır. Bu da gösteriyor ki kardeş kardeşe bile hased içinde yaşamaktadır. Kaldı ki Ehl-i Beyt’e muhabbet!.. Hased ise kalplerin büyük hastalıklarındandır ve ancak ilim ve amelle tedavi edilir. Hasedin ilacı olan ilim ise kişinin hasedine hakim olması ve ondan çabucak kurtulmasıyla mümkündür.”