İnanç Sapmaları Ve Deizm / Prof. Dr. Aydın Topaloğlu

Malum, yeryüzünde bir inanç haritası var, insanların bir inanç profilleri var ve genel inançlar var. Bulunduğumuz topraklar itibarıyla da İslam inancına sahip bir milletiz ama yapılan son istatistiklerde, yüzde 99’u Müslüman olduğu söylenen bir ülkede ateizmin yüzde 4 gibi bir rakama çıktığı, deistik söylemlerin ise yüzde 6 civarında olduğu düşünülüyor. Bu anlamda, inanç ve inançsızlık ekseninde yapılan tartışmalara deizm eklenmiş oldu diyebiliriz. Burada bu kavramın bir dine inanmak anlamında kullanılmadığı da belli; yani deizm, fonksiyonel olarak bir dine inanmanın ötesinde farklı anlamlar ifade ediyor. Rehbersiz, vahiysiz, peygambersiz bir dogmaları var. İnsanlığın sahih inanç arayışları bağlamında konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Aslında deizm, yaratıcı Tanrı inancını savunan, ancak Batı dünyasında 17. yüzyıldan itibaren İncil ve kilise otoritesini reddeden bir tür düşünce hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Yani özünde inanmaktır, inançsızlığın aksine, tanrıya inanma, inanç olayı söz konusudur. Bu noktada ne yazık ki biraz tanım karmaşıklığı bulunmaktadır.

Teizm gibi, deizm de aslında köken itibariyle tanrıya inanmak anlamındaki Latince “Deus”tan gelen bir kelimedir. Ateizmin karşıtı olarak tanrı inancını savunan bir anlayıştır. Peki, teizmden farkı nedir? 17. Yüzyıla kadar Avrupa’da teizm de, deizm de aslında mana itibariyle aynı anlama gelmekteydi, ikisinde de tanrıya inanmak vardı, o anlaşılıyordu. Fakat Reform, Rönesans ve Aydınlanma derken din ve bilim konusunda cereyan eden felsefi tartışmalarla birlikte Avrupa’daki düşünce tarihinde ilginç bir noktaya gelindi. O nokta şuydu: Biz bu düşünceyle, bu kültürle, bu bilimsel birikimle tanrıya inanmaya devam edecek miyiz, etmeyecek miyiz? Veya bu kiliseyle, kilisenin dogmalarıyla, paradokslarıyla, mevcut dini söylemle devam eder miyiz, edemez miyiz? Burada bilim insanları, pozitivist olan ve deneyciliğe önem verenlerle, kiliseye karşı çıkmakla birlikte pozitivist olmayanlar bir yol ayrımına geldiler: “Ya ateist olacağız, tamamen her şeyi reddedeceğiz, inanç adına ne varsa her şeye karşı çıkacağız” veya “her şeye rağmen ateist olmayı ben kendime yediremiyorum, akla uygun görmüyorum. Bilakis bu kâinatın bir yaratanı var, bir tanrısı var, sahibi var; ama ben kiliseyi de kabul etmiyorum” diyenler. İkinci grupta olanlar sonuç itibariyle şöyle bir karara vardılar: “Ben kiliseye karşıyım, kilisenin bana dayattığına karşıyım, engizisyona karşıyım, birilerinin din kisvesine bürünmesine ve bana bu şekilde bir şeyler söylemesine karşıyım, kısacası aracılığa karşıyım; ama tanrıya inanmaya devam edeceğim ve bunu da aklen gerekli görüyorum, doğanın matematiksel ve geometrik örgüsü bana zaten bunu haykırıyor.”

Bu netice doğrusu deizmin ortaya çıkışındaki temel etken olmuştur. Hıristiyanlığın kendi iç kurgusunda günah, kötülük ve düşüşle başlayan, kurtarıcı olarak Mesih’in gelişi, enkarne oluşu (hulul) ve kurtarıcılığı ile devam eden, inananların Cennete gideceği öğretisi ile taçlanan bir kültürün kendi iç çelişkileri ve kavgasının bir neticesi burada söz konusu.

Akla ve mantığa açıkça ters olduğu için... 

Tabii ki. Baştan sona, yani düşüşten itibaren kurtuluşa kadar gizem dolu olan ve hiçbir şekilde akılla açıklanamayan bu inanca karşılık bazı bilim insanları dediler ki: “Ben bu kurguya artık inanmıyorum. Bu kurguyu reddediyorum! Ama bu kurgunun ötesinde, doğaüstü bir tanrıya inanıyorum.” Bu anlamda, deizm, teizmden ayrılmış oldu. Tabi bu ayrılışın pek çok felsefi ve kültürel gerekçesi de ortaya konmaya çalışıldı. En önemli göstergesi, insanlar mevcut kültürde tanrı ile insan arasına giren, hatta tanrı mı insan mı olduğu bir türlü açıklığa kavuşturulamayan İsa Mesih’i reddederek temayüz ettiler. Daha sonrasında ise İsa Mesih adına konuşan, onun üzerinden yetkili, etkili ve nüfuzlu olduğunu dile getiren ruhbanlara karşı çıktılar. Tabi bunun adı bizim kültüre deizmin vahyi ve peygamberliği reddedilmesi olarak geçti. Doğal olarak da dini söylem içerisinde bunun adı da sapkınlık veya dinsizlik olarak kaldı. Yani sonuçta kişi vahye inanmıyordu. Ama gerçekte reddedilen “vahiy mi, yani tanrının sözü mü, kelamı mı?” veya “tanrı adına konuşan, kendini günahsız olarak gören, başkalarının düşünmelerini kısıtlayanlar mı?” bu nokta hâlâ belirsiz kalmakta. Ama açık olan bir husus var o da şu: Bazı insanlar tanrıya kendi imkânlarıyla, kendi düşünceleriyle, yani kendi akıllarıyla gidebileceklerini ve bu noktada da kimseye ihtiyaç duymadıklarını göstermeye çalıştılar. 

Daha sahih bir arayışla yola çıktı. 

Aslında temelde o. Temelde, Batı Hıristiyan kültüründe deizm arayışı bence çok masum, makul ve belki de olması gereken bir noktaydı. Sonuçta şu ortaya çıktı: Ruhbansız, kurumsal olmayan, günahsız, aracısız bir tanrı anlayışı. Tabii, bunu söylerken şunu düşündüler: İnsan aklı hiçbir surette kiliseye muhtaç değil, hiçbir surette günahsız olduğunu düşünen o rahiplere muhtaç değil; aslında insan aklı daha garantili, daha sağlam bir temel dayanaktır tanrı için. Sadece dini, etik veya hümanist açıdan değil, Aydınlanma’da olduğu gibi rasyonel dayanaklarıyla da aslında insan tanrıya inanır.

Açıkça absürtlüğü reddeden bir akım vardı. Aşırı pozitivist ve aklı saçmalıklar karşısında kutsayan bir şeyden de yola çıkmadılar mı? İhtiyaç gibiydi. 

Aslında bu temelde kiliseye bir tepki, doğru; ama bir yandan da, “Hayır, akıl tanrıya gider” diyerek, bunun aksini düşünenlere de bir tepki. Pozitivistlere, deneycilere ve maddecilere de bir tepki aslında. Öyle ya sonuçta aklın tanrıya gidebileceğini savunan bir akım özünde. Ama bu konunun bize yansıması çok değişik oldu.

Nasıl? 

Şöyle: Müslüman topraklara bu problem bu kadar masum gelmedi, bu kadar sâfiyane gelmedi. Bu, İslam topraklarında, bizim kültürümüzde sanki bir ruhbanlık varmış, sanki Allah ile kul arasına giren bir müessese varmış, sanki bazı insanlar kendilerini günahsız ve masum addediyormuş gibi bir anlatımla, öyle bir propagandayla, “Biz de bu kurumlara karşıyız” diye, aslında ateizm tarafına doğru çekilen bir akım olarak geldi. Yani aslında Batı’daki tanrıya giden bir yöntem, metot, bizde dini reddeden bir düşünceye dönüştü.

“İslam olmasın da ne olursa olsun” gibi bir davranışa dönüştü.

Tabii. Yani burada, Kur’ân’ı bir kenara koyacak, Peygamber’i (sav) bir kenara koyacak veya geleneği bir kenara koyacak bir fırsat gibi değerlendirildi. İnsanların ateist olmayacağı veya olmasının zorluğu anlaşılınca, deizmi sanki daha kolay inanılabilir bir şeymiş gibi ortaya koyup, aslında insanları kültüründen, geleneğinden, ailesinden, dayanağından koparmaya çalışan bir akım olarak değerlendirildi. Bir açıdan böyle düşünüyorum. Ama bu noktada şu hususu ifade etmeden geçemeyeceğim. Batı kültüründe deizmin ortaya çıkmasına neden olan hususlar bizim kültürümüzde ortaya çıkmadı mı diyecek olursanız, doğrusu çıkmadı diyemeyeceğim. Maalesef benzer şeyler hem geçmişte hem günümüzde biz de de söz konusu. Haliyle tepkiler de kaçınılmaz. 

İslam son din, yani inanmayı çok farklı, bazen moral, bazen kâinatı gözlemleme, bazen ontolojik unsurları düşünerek, insan-fıtrat ilişkisinden yola çıkıp, “Din zaten kaçınılmaz bir şey” diyen sade ve çok gerekli bir bakış açısı, normal akla sahip bir insanı çok zorlamaz. İnanç, fıtraten insanların zor kabul edeceği bir şey de değil. Türkiye’de bu şartları, bu yapıyı zorlayan bir şeyler oldu mu sizce? Dini söylemin dışına taşmak gibi, yani insanları dinden soğutan ya da deizme teşne olmalarını sağlayacak bir şey oldu mu sizce? 

Şu oldu ki ben de orada biraz düşünceliyim, gerçekten sorgulamaya çalışıyorum: Her ne kadar bizde Batı’nın yaşadığı kriz olmadıysa da, maalesef, bizim kültürde de biraz önce ifade etmeye çalıştığım gibi, bazı kurumlar, bazı insanlar kendilerini olmazsa olmaz, hatta Allah’a giden bir aracı gibi gösterdiler veya belki öyle gözüktüler veya bazı insanlar öyle algıladılar. Tabii, geleneğin getirdiği her şey maalesef sağlıklı olmayabiliyor. Bu da bazı insanlara bahane verdi tabi ki. Bahane şuydu: Sağlıklı din anlatılamayınca, konuşulamayınca, örneklemeler de kötü örnek olunca, insanlar özellikle büyük şehirlerde yaşayan gençler ki bunlarda herhangi bir yere veya topluluğa bağımlılık duygusundan ziyade bireysellik söz konusu, “Biz bu kişinin veya bu kurumun anlattığı dinden değiliz.” veya “Ben bunu kabul etmiyorum, kendi kabul ettiğim bir din veya bir tanrı anlayışına sahip olmak istiyorum.” diyebildiler, diyebiliyorlar. Tabii ki, işin düşünsel tartışmaları da var. İnsan kendi başına aklen tanrıya gidebilir mi; tabii ki gidebilir, gider de. Her ne kadar ateistler, “Öyle bir şey olamaz, insan aklı tanrıya gidemez” deseler de. Aksine, gidebilir. Zaten insan fıtratında, aklında bu eğilim, bu duygu zaten mevcut. Tek başına ölüm olayı, ölümden sonrasını tartışması bile bu konuda pozitivistlerin uykusunu kaçırıyor. Yani sağlıklı bir insan mantığı, şu kâinattan dahi, en azından üç-beş basit muhakemeyle, ezeli ve ebedi olan yaratıcıya gidebiliyor, bunu kendince gerekli görebiliyor. Bu anlamda, eğer biz deizmi, yani aklen tanrıya gitmek, akli bir din diye düşünürsek, aslında bu konuşulabilir bir husus tabiatıyla…

Bir ateist için bir basamak olabilir. Ama Müslüman biri için... 

Şunu da söyleyeyim: Belki şaşırtıcı olacak, bizim bazı Müslüman kelamcılar, İslam kelamcıları, enteresandır, aklın her türlü inancın sigortası olabildiğini söyleyebiliyorlar, o kadar değer veriyorlar ki -haklılar bence- biraz da “aklı olmayanın dini olmaz” ilkesince hareket ederek, Resulullah’ı bizlere tasdik ettiren şeyin de bizdeki akıl olduğunu ifade edebiliyorlar. Doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırtan da aslında akıldır, ama aklı mutlaklaştırmanın bir anlamı yok. “Akıl her şeyi bilir, her şeyi kapsar, her şeyi kavrar” anlayışı çok yanlış bir anlayış. İşte burada iki kültür çatışması ortaya çıkıyor. Şunu söylemeye çalışıyorum: Batı’daki deizm tartışması ve bize yansıması birbirinden çok farklı. Batı’daki haklılık görebilir orada, şahsen ben de öyle düşünüyorum. Batı kültüründe yaşamış olsaydım, engizisyonu, kilise dogmatizmini, o kurguyu kabul etmeyecektim herhalde; ama ateist de olmak istemeyecektim sanırım ve bir şekilde deizme doğru gidecektim. Buna karşın bizdeki deizmin ithali, yansıması, ortaya çıkışı maalesef negatif, yıkıcı, dine karşı, kuşku oluşturma bağlamında biraz da pohpohlanan bir akım olarak maalesef önümüze geliyor.

Dini söylemden insanları soğutan siyasi, ticari kaygılar, sert söylemler, içinde bulunduğumuz coğrafya, Ortadoğu, günümüzde oralarda yaşananlar, masum, dini sıcak ve sevecen gören bir kısım ruhları da incitip, piyasadaki Müslüman tiplerden de çok hazzetmeyen gören insanları böyle bir şeye itmiş olabilir mi; yoksa bu, söylediğiniz gibi, felsefi olarak manüple edilen çok kasıtlı bir çalışma mı? 

Katılıyorum size. Yani bazı insanları inciten, kıran ve uçlara iten pek çok etmen var. Din adına konuşan, kendini din adına yetkili gören kişiler, bunları değerlendiremem tabii ki, özgürlük var ama dışarıdan baktığımda, televizyonlarda, medyada takip ediyoruz; yani bu konularla ilgili, siyasetle ilgili, ticaretle, sosyal hayatla ilgili o kadar çarpık şeyler ortaya çıkıyor ki. Mesela cinsiyetçilik, ötekileştirme, ayrımcılık vs. insanların ortaya koyduğu bir din anlayışına karşı, konunun kaynağını iyi bilmeyen insanların da “ben bunu kabul etmiyorum” demesi pek anormal değil.

Tabii, kendi coğrafyamızda yaşıyoruz; ama internet, bilişim teknolojisi, bunların hepsi bir küresel kültürü de sürekli solumamıza yol açıyor. Mesela, küresel güçlerin belli coğrafyalarda belli talepleri var, beklentileri var. Fikri yapıda sekülerizmi, dini yapıda da deizmi önceleyen bir mantıkla insanların kendi dünyalarından kopmalarına yol açıp, belki onların kendi kaygılarına cevap verecek toplumlar oluşturma anlamında deizmin de küresel güçlere ait özel bir çalışma alanı olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu konuda gözlemleriniz, düşünceleriniz var mı? Bazı yabancı vakıflar olabilir, bazı güçler olabilir?..

Doğrusu, bu küresel güçlerin kendi dünyalarında çok da seküler olduğunu düşünmüyorum. Aslında bunları yakından incelediğimizde, olan bitenlere baktığımızda, kendi dünyalarında son derece fundamentalist, son derece radikal, son derece dindar olduklarını görüyoruz. Tabii buradaki radikalliği bir itham olarak söylemiyorum, herkes kendi inancında esaslı bir duruş sergileyebilir, nitekim bunu yapıyorlar kanımca. Ayrıca şu an önde gelen güçlerin, yani küresel hâkim güçlerin evrensel düzlemde rasyonel, felsefi, tutarlı, olduklarını da düşünmüyorum. Bunlar belki yüzeysel olarak öyle bir intiba veriyorlar; ama gerçekte çok farklılar, inanılmaz derecede radikal insanlar, devletler ve dünyaya da o gözle bakıyorlar, Ortadoğu’ya da o gözle bakıyorlar, o gözle belki bir yerlere çekinmeden bombalarını bırakıyorlar, o gözle sözde insani yardımlarını yapıyorlar veya o gözle binlerce sahipsiz çocukları alıp yurtlarında barındırıyorlar (dönüştürüyorlar).

Ama şu var: Bizim kültüre gelince, kendi kültürlerinde, kendi toplumlarındaki hedeflemedikleri salt özgürlükçü tutumu başka yerlerde, çeşitli şekillerde planlayabiliyorlar. Bu çok açık. Bir Müslüman’a, “Sen Müslümanlığı bırak, vazgeç!” demezler. Zaten bunu kendileri de çok iyi biliyorlar. Ama bunun bin bir tane yolunu buluyorlar. “Ne koparırsak kârdır” mantığıyla, ister etik açıdan, ister felsefi açıdan, ister ekonomik açıdan, ister kültür açısından bu yozlaştırmanın bin bir tane yolu var. Şu anda konuştuğumuz konu da bunların başında geliyor maalesef. Yani kendi kültüründe dogmaların esiri olan bir insan bize geliyor, “Siz bu dini nasıl kabul ediyorsunuz ki, hiç aklınız alıyor mu?” diyebiliyor. Hâlbuki kendisi zaten aklını bir kenara koymuş bir insan kendi iç dünyasında. Bunu sorsanız, belki gülecek, kaçacak; ama sana bana akıl dersi vermeye çalışıyor. Bunları görmek gerekiyor, bunları yüzlerine vurmak gerekiyor.

Bu tartışmaların arasında gözden kaçan bir şey var; zaman zaman ifade edildiği gibi sanal âlemde ateist seyyahlar var, yani bu işin gönüllü müritleri. Oysa mesela, felsefi akımlarda olsun, çağımızdaki bazı dini inkâr eden akımlarda olsun, bazen kapitalist, bazen de sosyalist kaygılar var, Marksist izler var, hedonizm var; kendi kendine hırçın bir kişilik, psikososyal bir taban, altyapı, psikolojik rahatsızlıklar var. Bunlar da mesela ateist bir söylemle sanal âlemde geziyorlar. Malum Hz. Ömer’in de “insan hem küfrü tanımalı, hem de kendi devrindeki inkârcı akımları bilmeli” anlamında bir yaklaşımı var. Sizin durduğunuz yer de böyle bir mücadele alanı aynı zamanda. Bu konuda neler söylemek istersiniz. Yani insanlar dini bilgiyi maalesef televizyondan öğrendikleri gibi, sanal âlemden de zehirler alıyorlar. Ne söyleyebilirsiniz? 

Tabii, bizler de şu anda bilişim çağını yaşıyoruz, dolayısıyla küresel bir medyanın etkisindeyiz. Ateizm de bunun zaten çok önemli bir konusu. Bir tür düşünce olarak ateizmi bu anlamda itham edemeyebiliriz, yani bir insan inanmıyorsa inanmasın, ne değişecek ki diyebilir ve sorun yapmayabiliriz ama sorun sadece düşünsel düzlemde kalmıyor. Pek çok kanalda veya sitede din karşıtlığı, vahiy karşıtlığı veya mabetlere karşı çıkmak, aktif bir şekilde işleniyor. Yalnız burada, Batı’daki ateizm tartışmalarıyla bizdekini karıştırmayalım. Batı’da bu devam edecek sonuç itibarıyla, çünkü bitmez bu olay. Kilisenin sunmuş olduğu kurgu, kavramlar, paradokslar, çatışmalar, insanlara “siz sadece inanın” gibi tavırlar maalesef bu tartışmaları illa ki sürdürecek. Ama şu da var tabii: Batı’daki ateizm maalesef çok seviyesiz şekilde de devam ediyor. Richard Dawkins, Sam Harris, Daniel Dennett vs. bunlar meşhur olan, önde gelen yaşayan ateistler. İlk bakışta çok hümanist açılardan, felsefi açılardan dine karşı çıkıyorlar; ama biraz daha altını karıştırınca, okuyunca bakıyorsunuz ki, Hıristiyanlığın, kilisenin uygulamaları neticesinde tartışmalar düğümleniyor. Ama bu düğümlenme de kimseye dini değerlere, sözgelimi Hz. İsa’ya, Meryem annemize, mabetlere saygısızca konuşmaya, yani hakarete gerekçe olmamalı. Tabii bizde de var bu yaklaşım maalesef. İnanmayan inanmaz ama çok seviyesizce, önyargılarla dolu, asılsız, temelsiz yakıştırmalarla din eleştirisi yapılmamalı. Ama ne yazık ki internet dünyasında bunlar dolu.

Yetişkinler için felsefi tartışmaların bir anlamı var; ama çocuklar için, büyüklüğe giden yolda yapılandırılmış psikolojik süreçler ön planda. Bu anlamda, bilinçaltı, bunun şekillenmesi, çok eğitime öğretime açık bir konu. Çocukların bu konularda korunmasına dair neler söylemek istersiniz? Yani küçük bir çocuk hep dine muhalif söylemlerin arasında yetiştiğinde farklı oluyor, ama bir Sultanahmet Camii’ni gezdirerek büyütülen bir çocuk farklı oluyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz? 

Valla, zaten siz söylediniz. Biz genelde pek çok konuda olduğu gibi, dini de sanki bir doktrin gibi vermeye, aşılamaya çalışıyoruz maalesef, yani bir aşılama gibi düşünüyoruz. Hayır, aslında bu doktriner eğitim sonuç vermiyor. Hele ilk çağlarda, hele çocukluk yıllarında tamamen tepkisel oluyor ve insanlar maalesef uzaklaşıyorlar. Bir kere din, bana göre, örnekliktir, yani davranıştır, güzelliktir, erdemdir, etiktir. Biz bunu, yani dini inançlarımızı hiç konuşmadan da aslında gösterebiliriz çocuklarımıza, bunu öğretebiliriz; yani dürüstlüğü, ahlaklılığı, saygıyı, sevgiyi, mabet aşkını, kutsal gecelerimizi… Annelerimiz yaparlar ya hani, bir ekmek parçasını yerden alarak öper, ezilmesini önler, en azından kuşlara verirler. Bunun içerisine namazı, orucu vb. her şeyi katabiliriz. Ama biz, maalesef son yıllarda dindarlığı ve din eğitimini de elimizde bir çubukla, maşayla sallayarak dikte etmeye çalışıyoruz çocuklara. Bunun çok yanlış olduğunu düşünüyorum.

Bu çatışma ortamında insanlar dini öğrenmeye başladılar. Bunun da bir olumsuzlaması var galiba, değil mi? 

Var tabii. 

Dediğiniz gibi, sevgi dolu, göstererek yapılan ya da zaten doğal olarak sevginin, saygının hâkim olduğu bir ortamdaki alıntıyla diğer doktriner yapılanmalar çok farklı oluyor. Belki doğal yollarla da öğrenebilir. 

Kaldı ki, büyüklere olan bu eğitim yöntemi de sorunlu. Sanki çocuklara iyi vermiyoruz da, büyüklere çok mu iyi öğretiyoruz? O da yanlış bence, o da sorunlu. Ama dediğiniz gibi, çocuklara herhâlde daha kültür-sanat ağırlıklı, daha etik, daha hümanist söylemler geliştirmeliyiz. Onları boğmadan, bıktırmadan, kendimizin dahi yapmadığı şeyleri onlardan istemeyerek, güzel bir aile ortamıyla ve doğallığıyla bir şeyler verebilmeliyiz. Tabii, okullardaki dersler ve camideki vaazlar da çok önemli. Sert bir hoca bir anda çocuğu küstürebilir, bıktırabilir, “bu hoca ne konuşuyor” dedirtebilir o anda.

“Camide çocukların dokunulmazlığı vardır” diye bir yazı vardı. O camideki çocuklar herhâlde daha şanslı. 

Çok doğru. Aslında bu pedagojik de bir problem. Peygamber Efendimiz (sav) önümüzde canlı örnek aslında. Bakıyorsunuz, kişilere göre farklı farklı söylem geliştirebiliyor, aynı konuda sorunları farklı insanlara farklı tavırlar sergileyebiliyor, empati yapıyor, onların ruh hâline girebiliyor ve öylece konuşabiliyor. Aklıma güzel bir örnek geldi izin verirseniz: Kavgalı bir çift Peygamber Efendimiz’e geliyorlar. Hanım eşinden şikâyetçi, eşim şöyle böyle falan derken, hatta sabah namazını da kılmıyor deyince, Peygamberimiz gülümseyebiliyor. O kişi hurmalıklarını geç vakitlerde suladığını, yorgun düştüğünü ve uyanamadığını söyleyince Peygamberimiz’in, o kişiye “Şayet kalkamadıysan, güneşin doğmasından sonra namazını yine de kıl” demesi ve tebessümü inanılmaz bir güzellik. O kişiye negatif davranmıyor, azarlamıyor, üzmüyor, aksine yapıcı davranıyor. Bunlar çok güzel eğitici örnekler.

Merhamet var sonuçta…  

Kesinlikle. Peygamberimiz kişileri tutuyor, bırakmıyor, ötelemiyor veya ümitsiz terk etmiyor. Sevdiriyor, üzmüyor, aksine kolaylaştırıyor, nefret ettirmiyor. Bu tutumu da bizlere tavsiye ediyor. Bu ilkeleri keşke her an, her saniye göz önünde bulundurabilsek, daha başarılı oluruz diye düşünüyorum.

Çok teşekkür ediyoruz. Yüreğinize sağlık, dilinize sağlık…

Ben teşekkür ederim. Sizler de sağ olun, var olun. Güzel çalışmalarınızda başarılar diliyorum.