Allah (c.c.) zalimleri aslında zengin etmez ama çalışan, yani zenginliği hak eden zengin olur. Çünkü Allah (c.c.) ben çalışana veririm, vermezsem zulüm yapmış olurum diyor.
Birileri çalışıp dururken birileri yatıyorsa Allah yatana değil de elbette çalışana verecek, bundan doğal ne olabilir?
Kâfirler veya zalimler çalışıp dururken Müslüman tevekkül edip yatıyor, daha doğrusu tembelliğini tevekkül kılıfı ile süsleyip, aslında gaflet ve günahına bir de ibadet havası veriyorsa bu cahillik ve akılsızlıktır. O zaman işte bu akılsızlığın faturası ister istemez İslam ülkelerinin bugünkü acı akıbetine dönüşmekte…
Yani İslam ülkelerindeki zulüm ve kıyımlar elimizle yaptığımız yanlış işlerin kaçınılmaz bir sonucu olarak önümüzde. O halde artık çalışmalıyız, katma değeri yüksek teknoloji ürünleri üretmeliyiz. Kendimizi savunacak, düşmanı caydıracak şekilde çağa uygun silahlar üretmeliyiz… Bu konuda asla ehl-i küfre muhtaç bir konumda olmamalıyız… Ekonomiyi güçlendirmeli, ülke olarak gelir düzeyini yükseltmeli, dağılımını da adil bir şekilde yapmalıyız...
Şu gerçeğin altını iyice çizmek lazım ki Allah yeryüzündeki bütün hazineleri aslında müminler için yaratmıştır ama kâfirler bunu gasp etmişlerdir. Buradan anlaşılıyor ki bu dünya şartlarında hak ettikleri için Allah kâfirlere de zalimlere de servet veriyor ama istemeden alındığı için İslam âlimleri buna gasp diyorlar… Kur’ân ve hadislerin değerlendirmesinden ve yorumlarından çıkan anlam budur.
Dünya Nimetlerini Küçük Görmek Uygun Değildir
Her fırsatta söylüyoruz, dünyayı ve dünya nimetlerini küçük görmek asla uygun değildir. Dünyayı zemmeden ayetler ve hadislerden direkt böyle bir mana çıkarmak yanlıştır. Zira dünyayı zemmeden ayetler ve hadislerin yanında övenler de var. O zaman doğruyu bulmak için bu iki farklı anlamı birleştirmek lazım… Bu durum aklen mantıken de gerekli. Güçlü Müslüman mı hayırlıdır, zayıf Müslüman mı, hele bu zamanda? Şüphesiz güçlü Müslüman hayırlıdır. O zaman zenginlik güçtür, hayırlı bir şekilde kullanmak şartıyla… Bu zamanda tembellikten kaynaklanan bir fakirlik ise resmen fasıklıktır, bunun kaçarı göçeri yok. Hizmet için, kimseye muhtaç olmamak için çalışmak ve zengin olmayı amaçlamak ise ibadettir.
Netice olarak diyebiliriz ki Müslüman ahirete kıyasla dünya zenginliğini küçük görmeli ama kâfirlere karşı ise her yönden güçlü ve zengin olmalı. Biz şimdi öyle kötü haldeyiz ki zengin Müslüman göze batıyor. Müslüman zengin olamaz gibi yanlış bir inanç, bir algı oluşmuş toplumda… İslam’ı yanlış anlamanın sonuçları bunlar… Bir de zengin Müslümanların sahtekârları veya bu zenginliğin hakkını vermeyenler böyle bir algıya neden oluyorlar...
Allah (c.c.) diyor ki ben zalime güç vermem, eğer vermişsem bilin ki adam çalışıp bu gücü gasp etmiştir. Yoksa benim zulüm yapmam imkânsızdır... O zaman bu gaspa ve kâfirlerin zulmüne engel olmak için de çalışmamız, maddi manevi anlamda güçlü olmamız lazım.
İslami bir lider de bu anlayışta olmalı. En yakınları bile olsa sağına soluna zalimleri koymamalı... Ben şahsen bu konuya çok dikkat ederim ve asla sağıma soluma zalimleri yerleştirmem. Onlara, Ümmet-i Muhammed’e zulüm etmesi için asla yetki de vermem… Çünkü verirsem ben de zalim olmuş veya bu zulme ortak olmuş olurum.
Müdara Güzel Ahlakın İçindedir…
Ben çevremdeki birçok kişiyi müdara ediyorum. Yani onların eğitimi için idare ediyor, güzel geçiniyorum. Değişmeleri için onlara bu fırsatı, bu imkânı veriyorum. Zira bizim içimizde bizimle olmaları, bu feyz ortamından faydalanmaları insanları çok değiştiriyor. Bu hem psikolojik hem sosyolojik bir hakikat. İnikas denen psikolojik bir gerçeklik var, üzüm üzüme baka baka kararıyor. Bunun için insanlara müdara etmek ve bu ortamı onlara sağlamak lazım. Ama bu ortamı sağlarken yanıma layık olmayanlar da sokulabilir ve benim sağ ve sol kolum olmak isteyebilirler. İşte bu durumda layık olmayana bu imkânı vermemeliyim. Eğer merhametli, adaletli, hakperest değillerse yanımda böyle yetki almalarına müsaade etmemeliyim ki zaten asla böyle bir şeyi yapmam mümkün değildir. Onlarla hizmeti sürdürmem hizmet etmem de mümkün değildir. Zira gerçek bir İslami lider buna asla imkân vermemeli…
Tevazu ve Merhamet Bir Liderde Mutlaka Olmalı…
Liderlerde tevazu ve merhamet olmazsa olmaz iki erdemdir… Yani bir İslami lider, anne gibi merhametli olmalı ve cemaatini annenin yavrularını düşünmesi gibi düşünmeli, maddi ve manevi anlamda onların dertleriyle dertlenmeli ve dualarından onları asla eksik etmemelidir. Böyle olmayan birisi insanlara liderliğe soyunmasın, onların önüne kılavuz olup geçmesin derim; zira bu cüretin dünya ve ahirette vebali büyüktür...
Yine Allah’tan korkan gerçek bir lider, insanlar ona değer veriyor, saygı duyuyor ve seviyor diye, bu duyguları istismar ederek büyüklenip, kibirlenemez de. Böyle bir şey hem çok büyük akılsızlık hem de çok büyük ahlaksızlıktır… Bir lider büyüdükçe tevazu olmalı, ucub ve gururdan Allah’a sığınmalı… Zira âlim ve liderlerin ayağının kaydığı en önemli nokta işte burasıdır... Nitekim şeytanın Kur’ân’daki örnekliği de daha çok bu mevzuu üzerinedir.
İslami Bir Lider Aynı Zamanda İhlaslı Olmalı…
İslami bir lider aynı zamanda kesinlikle ihlaslı da olmalı. Yani yalnız Allah için öne çıkmalı, para, makam, şöhret kadın gibi hiçbir dünya nimeti ona güç vermemeli. Yani onu harekete geçiren neden veya güç sadece Allah sevgisi, Allah korkusu ve Allah rızası olmalı... Bir kişinin ibadet taat yapmasına veya emr-i maruf yapmasına sebep dünyalık menfaatleri ise gerçekten o kişi neye yarar ki?
Yine liderlerin riyaya çok dikkat etmeleri ve ondan son derece sakınmaları ve kaçınmaları da gerekiyor. Ama şu bir hakikat ki nefslerini mutmain etmemiş kişiler için riyadan tamamen kurtulmak imkânsıza yakın bir şeydir. Şundan ki açığı ve gizlisi ile riya duygusu insanları etkileyen çok güçlü bir duygudur. Öyle ki bazı insanlardan riyayı kaldırsanız namaz için ellerini bile kaldıramazlar. Bu nedenle riyakâr bir kimsenin psikolojik kendiliğindenlikle riyadan kurtulması mümkün değildir… Riyadan ancak mücadele ile kurtulabilinir... Bunun için riyaya dikkat etmeli, düşmemek için bu konuda ilim sahibi olmakla beraber ciddi bir teyakkuz hali içinde de olmalıdır...
Riyadan kaçarak ihlaslı olmaya çalışana muhlis denir... Muhlisler çalışarak, savaşarak riyadan sakınma konusunda evliya gibi veya ona yakın olabilirler…
Evet, bizler kulluk için ibadet için bu dünyadayız ve bir ömür bu mücadele içinde olacağız. Bu nedenle ihlastan taviz veremeyiz, bu mücadeleden vazgeçemeyiz. Biz her zaman doğru ve dürüst olmalıyız.
İhlas ise özde doğruluktur. Doğruluk derken yalnız doğru sözü kastetmek eksik bir yaklaşımdır... Ben doğruluk derken hem dilin hem kalbin ve duyguların içinde olduğu doğruluğu kastediyorum.
Dürüstlük Allah’ın ne büyük lütfudur. İslam’ı doğru yaşamak sadece dürüst olmaya bağlıdır. Dürüst olursan bencilliğin bile müspet bir tarafa çevrilir.
Allah ile Aramızdaki Sorun Nedir?
Enedir… Benlik, enaniyet, bencilliktir…
Allah’ın istekleri ile bizim isteklerimiz çatışınca nefsimizden yana olmak enaniyettir. Enaniyet menfaati için herkesi, her şeyi kullanmaktır.
Bencilliğin müspet anlamda olanı güzeldir, ama enaniyet kötüdür. Doğruluk ve gerçeklikten ayrılmadan bencil olmak enaniyetin ilacıdır.
Doğrulukla ilgili şu hadis-i şerif çarpıcıdır.
Ebû Amr (veya Ebû Amre) Süfyan İbni Abdullah radıyallahu anh şöyle dedi:
“Ya Resulallah! Bana İslam’ı öylesine tanıt ki, onu bir daha senden başkasına sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim.” dedim.
Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!” buyurdu.
(Müslim, İmân 62; Tirmizî, Zühd 61; İbni Mâce, Fiten 12.)
Evet, dürüst bir adam, “ben varsam karşımdaki de var” der ve kendi haklarını koruduğu, savunduğu gibi karşıdakinin hakkını hukukunu da korur savunur... Bu tavrı onu haksızlık ve adaletsizlik yapmaktan koruduğu için bencilliği adalet sınırları içinde yani bizim tabirle müspet bencillik dediğimiz bencillik sınırları içinde kalır.
Gözlerdeki Anlam Ruhun Varlığını İspatlar
Bir kişi hiç konuşmasa bile onun gözlerine bakarak, bakışlarının kulağımıza fısıldadığı anlamdan kinini, öfkesini, hayretini, sevincini, üzüntüsünü anlayabiliriz… Nefsimizde ve tüm insanlarda her zaman şahit olduğumuz bu olayın anlamı, kelimeleri kullanmaya gerek kalmadan gözlerle konuşabiliyoruz demektir.
Evet, bedenin, mimiklerin dili gibi bu gördüğümüz de gözlerin dilidir ve bizler bu olaydan hareketle insana ait birçok soyut veya sübjektif meselenin ispatını kolayca yapabiliriz.
Mesela, bu mesele ruhun varlığını ispatlar… Şöyle ki önce gözleri görmeyen yani görme engelli bir kişinin gözlerine bakınız. O gözlerde hiçbir anlam göremezsiniz. Zira görme engelli kişilerin gözleri görmediği için sadece bakar gibi dururlar ama size hiçbir anlam ifade etmezler... Gören bir kişinin gözleri ise o kişinin içindeki gizli birçok duyguyu hemen ele verir. Bu olayda şahit olduğumuz gerçek, gören kişinin bakışındaki anlamın yani mananın maddeleşmesi, soyut olanın somutlaşması veya sübjektif olanın objektif, görünür hale gelmesidir. Bunun anlamı da ruhun somutlaşarak, sübjektif boyuttan, objektif boyuta gelmesi ve insana görünmesinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla aklını kullanan bir insan için gözlerdeki anlam, ruhun varlığının en büyük delillerinden biri olmuş olur.
İkinci olarak bu hal keşif sahibi insanların keşfini anlamaya da örnektir. Şöyle ki keşif sahibi insanlar, gözlerdeki anlamı görenlerin gördüğü gibi karşıdaki kişilerin duygularını sezgileriyle görüp anlayabilirler… Hatta bu konuda daha derin ve detaylı bilgi sahibi de olabilirler… Buna feraset de denir.
Delillerden hareketle bir kişiyi değerlendirmek de feraset olarak değerlendirilir. Yalnız bu tür değerlendirmede akıl ön plandadır ve bu değerlendirmede biraz yanılma olabilir. İkincisi kalbin devreye girmesi ile ortaya çıkan ferasettir ki burada yanılma olmaz… Zira aklın devreye girmediği yerde feraset yanılmaz… Feraseti olmayan kişilerden de iyi bir önder, iyi bir lider olmaz.
Nitekim bu mesele çok önemli olduğu için, kendimize İslami anlamda bir önder bir rehber seçerken o kişilerin feraset sahibi olmalarına çok dikkat etmeliyiz.
Allah’a emanet olunuz.