Hz. Peygamber’in Sünnetinde İtaat, adlı eserinizden ve hadis ilmine olan vukufiyetinizden yola çıkarak sormak gerekirse; İslam’ı doğru anlamak adına bir çabayla, Hz. Peygamber hakkında Kur’ân ne diyor? Kur’ân’ın lafzî beyanları dışında Hz. Peygamber kendi konumunu nasıl izah ediyor? “Hüküm koyma” noktasında dinen/fıkhen Hz.Peygamber’in (sav) uygulamalarında neler var? (Tabi ki Hz. Peygamber’in konumu bunların çok ötesindedir)
İslam’ı doğru anlamak için öncelikle insanı anlamak gerekiyor. Her şeyden önce yaratılmış bir varlık olduğumuzu ve bizi yaratan sonsuz bir gücün varlığını bilmek ve kabul etmekle işe başlamak gerekiyor. Bunu kabul etmekle gücümüzün ne olduğunu, neler yapabilip neler yapamayacağımızı ve ne yapmamız gerektiğini idrak etmiş oluruz.
Varlıkları doğru algılayabilmek gerçek bir Allah inancına sahip olmakla mümkün olur. Doğru Allah inancı kâinatın şirazesidir. Her şey onunla anlam kazanır ve her şey onunla yerini bulur. Bu noktada her şeyin özü ve esasının iman ve algı olduğunu söylemek mümkündür.
Yüce Allah’ın akla vermiş olduğu idrak kabiliyeti ile insanoğlu kendisine, çevresine ve kâinata bakarak Allah’ın varlığını, birliğini ve eşsizliğini keşfedebilir. Fakat bundan ötesine geçemez. Bundan ötesi bilgi ve bu bilgiyi algıya dönüştürmeyi gerektirir. Bu bilgi ve algı da ancak vahiyle elde edilebilir. Herkesin bildiği üzere vahye ulaşmak için de peygamberlere ihtiyaç vardır.
Bazı şeyleri daha iyi anlama ve algılama noktasında, idrakinde olmamız gereken bir nokta daha var. O da şudur: Var olmak bizim elimizde olmadığı gibi, var olduktan sonra yaşamanın kurallarını koymak da bizim elimizde değildir. Onun için öncelikle “Yaratılmış bir varlık olduğumuzu kabul etmemiz gerekiyor.” ifadesini kullandım. Bu kabul, kâinatta cereyan eden olaylar içerisinde irademizin dâhilinde gerçekleşen hâdiselerin çok az olduğunu görmemizi sağlayacaktır. O halde bizi var etmeyi murat eden ve hayatın kurallarını koyan o sonsuz gücün iradesine teslim olmak durumundayız. Bu iradeye kendi isteğiyle ve kabulüyle teslim olanlar iki cihanda da kazanıyorlar; istemeyerek teslim olanlar kaybediyorlar.
İki cihan demişken burada İlahî iradenin bize bahşetmiş olduğu hayatın dünya hayatından ibaret olmadığını, ebedî ve sonsuz olan bir ahiret boyutunun bulunduğunu da hatırlatmak gerekiyor. Ahiretteki hayatın standardı, bu dünyada yapılanlarla tayin edilecektir. Hak edilecek bu standart Allah’ın bir lütuf olarak gönderdiği peygamberlerin bildirdiği ve yaşayarak öğrettiği hayata uygun yaşamaya bağlıdır. İnsanoğlu, ihtiyaç duyduğu bu bilgilere vahiy yoluyla ancak ulaşma imkânına sahip olacağına göre peygamberlere su kadar, hayat kadar ihtiyaç vardır. Peygamberlerin fonksiyonu da tebliğ ve örnekleyerek uygulama aşamasında devreye geçer.
Evet, insanoğlu kendisine bahşedilen fıtrî kabiliyetle Allah’ın varlığını, birliğini ve eşsizliğini keşfedebilmektedir; ancak O’nun vasıflarını ve O’na karşı sorumluluklarını bilemez. Bu aşamadan sonra ilk ve en önemli unsur, Yaratıcı’nın nasıl bir Yaratıcı olduğunu bilmek ve ona göre hareket etmektir. Yaratıcı’yı, kendi tanıtımıyla bilmeden ve anlamadan sorumlu bir hayat ortaya konamaz. Burada yine Peygamber’in söylem ve eylemlerine ihtiyaç vardır. O nasıl anlamış, anladığını hayata nasıl uygulamış, nasıl idrak etmiş, tevhitten ne anlamış, onun ilah ve tevhit algısı hayatını nasıl şekillendirmiş? Bunlara bakmamız ve algımızı buna göre oluşturmamız gerekiyor. Kısacası peygamber olmadan iman algımızı oluşturamayacağımız gibi, imanın amelî yansımalarını da ortaya koyamayız.
İman algısı önemlidir. Zira amelî dünyamızı bu iman algısı oluşturacaktır. Bugün İslam dünyasında yaşanan sıkıntıların birçoğu bu algı ve yansımalar yerli yerine oturtulamadığından dolayı yaşanıyor denebilir. Örneğin Müslüman Müslüman’ın kardeşidir, ona silah çekemez, onu öldüremez. Ama öldürüyor, neden? Çünkü mezhepçilik, meşrepçilik, ırkçılık, menfaat ve bunun gibi daha pek çok unsur İslam kardeşliğinin önüne geçmiştir.
Günümüzde en çok tartışılan konulardan biri peygamberin konumu ve peygamber algısıdır? Sünnet’i devre dışı bırakarak peygambersiz bir din oluşturma çabaları var. Bunun en büyük sebebi de kimliksiz bir Müslüman prototipi oluşturma hedefidir. Sünnet’i devre dışı bırakmak ve akabinde Kur’ân ayetlerini istendiği gibi yorumlamak!.. Hedef bu. Ayetleri herkesin istediği gibi yorumlamasına en büyük engel Sünnet’tir, Hz. Peygamber’in (sav) tefsir ve uygulamalarıdır.
Sünnet’i devre dışı bırakmayı savunurken çok masum, karşı konulamaz bir sığınakları var: Kur’ân!.. “Biz Kur’ân Müslümanlığını savunuyoruz.” diyorlar. “Kur’ân böyle diyor.” diyorlar. Fakat kendi anlayış ve kabullerini, söylemek istediklerini Kur’ân’a söyletiyorlar. Nitekim birileri çıkıp “ekîmussalâte”ye “destek” anlamı verebiliyor. Diğeri, bu ayetin rükûlu ve secdeli bir namazı ifade etmediğini, dua anlamına geldiğini, Peygamber’in rükûlu ve secdeli bir namaz kılmadığını, bu namazın Emevîlerin üretmesi olduğunu söyleyebiliyor. Peygamber’i ya da Sünneti devre dışı bıraktığınız zaman bu tür batıl yorumların sonu gelmez. Kur’ân’ın anlaşılmasında ilk müracaat kaynağı yine Kur’ân’dır, ardından Hz.Peygamber’in (sav) söylem ve uygulamaları yani Sünnet gelir. Siz “ekîmussalâte”yi Peygamber Efendimiz’in nasıl anlayıp nasıl uyguladığına bakmazsanız, binlerce yıllık ümmetin uygulamasını kaale almaz, inkârdan gelirseniz, binlerce din algısı ve uygulamaları ortaya çıkar ki o da İslam dini olmaktan çıkar.
Peygamber’e bir şey söyletmeyenler veya ona söz hakkı tanımayanlar, “Kur’ân İslam’ı” sloganıyla hareket edenler, Kur’ân’ın bizatihi kendisinin Hz. Peygamber (sav) hakkında ne söylediğine, ona nasıl bir konum biçtiğine bakmıyorlar.
Mesela Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, peygambere de itaat edin, sizden olan yetkililere de. Sonra bir şeyde anlaşmazlığa düştünüz mü, onu hemen Allah’a ve Peygamberi’ne arz edin, eğer Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanan müminler iseniz. Bu sizin için hem hayırlı hem de netice itibariyle daha güzeldir.” (Nisâ, 4/59)
“Hayır; Rabbin’e andolsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar.” (Nisâ, 4/65)
“Peygamber’e itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse bilsin ki biz seni onlara bekçi göndermedik.” (Nisâ, 4/80)
Bütün bu ayetler Peygamber Efendimiz’e (sav) itaati emrediyor. Bu itaat, hayatta iken bizzat kendisine, vefatından sonra ise Sünneti’ne müracaattır.
“…Allah size gaybı bildirecek değildir; fakat Allah peygamberlerinden dilediğini seçip ona gaybı bildirir...” (Âl-i İmrân, 3/179)
Evet, mutlak manada gaybı bilen sadece Allah’tır. Fakat Allah peygamberlerine dilediği gaybî bilgiyi vermiştir. Burada kimileri Peygamber’in aldığı gaybî bilginin sadece Kur’ân ayetleri ile sınırlı olduğunu, onun dışında gaybî bilgi almadığını kabul eder. Bunu böyle kabul ettiğimiz takdirde Hz. Peygamber’in Kur’ân dışı kıyamet ahvali, sevap ve ceza ile alakalı vs. söylediği bütün hadisler boşa çıkmış olur. Öyle ya Hz. Peygamber neye göre şöyle yapan kıyamette şöyle muamele görecektir, şu amele şu kadar sevap vardır veya buna benzer haberler veriyor? İster ilham yoluyla deyin, ister rüya yoluyla deyin, Kur’ân’da bizatihi tıpa tıp yer almayan fakat kıyamet ahvali ile ilgili onlarca bilgi, onlarca hadisler vardır; bu tür hadislere uydurma diyemezsiniz.
Kur’ân dışı vahiy ya da bilgi ile alakalı söz etmişken namazların rekât sayılarını da ele almamız gerekiyor. Kur’ân dışında bir bilgiyi kabul etmediğimiz takdirde namazların rekât sayılarını nasıl açıklayacaksınız? Kur’ân’da böyle bir bilgi yok.
Bunu şöyle izah edebiliriz: Hz. Peygamber namaz rekâtlarının sayılarını ya içtihadıyla ortaya koymuş ve İlahî irade de bunu kabul etmiştir veya Kur’ân dışı bir vahiyle bu bilgiyi almıştır. Hangisini kabul ederseniz edin her iki durum da Hz. Peygamber’in konumunu ortaya koyması açısından son derece önemlidir.
Aslında burada Hz. Peygamber’in farz belirleme veya ortaya koyma gibi bir fonksiyonunun olduğu da görülmüş oluyor. Buna itiraz edenler olabilir ama sormak lazım; farz namazların rekât sayısını kim belirlemiştir? Evet, Hz. Peygamber namazın farziyetini kendisi belirlemiyor(Allah belirliyor) fakat farz olan rekât sayısını o belirliyor.
Günümüzde yanlış bir bakış açısıyla, Hz. Muhammed (sav)’in şahsında Kur’ân ve Sünnet’te tanımlanan Peygamber/Nebi/Resul algısının dışında bir Peygamber algısı oluştuğunu gözlemliyor musunuz? Bu konunun kırılma noktalarında neler var?
Yanlış bakış açıları şüphesiz yanlış algılar oluşturacaktır. Yanlış bakış açılarının temeli ilk düğmeyi yanlış düğümlemekten kaynaklanıyor. Belki tekrar olacak ama aslında İslam algısının mihverinde öncelikle Allah, sonra da Peygamber algısı vardır. Eğer doğru bir ilah algınız yoksa doğru bir Peygamber algınız da olamayacaktır. Bu meyanda doğru bir algı oluşmadıkça hayatın tamamı da hep yanlış ve eksik olacaktır. Bu, bir binanın temelini oturtmaya benzer. Temel taşları yerli yerine oturtmazsanız başka koyacağınız her taş konması gereken yerin dışında olacaktır. Gömleğin ilk düğmesi doğru düğümlenmezse diğer bütün düğmeler yanlış düğümlenmiş olacaktır. Çünkü her düğme veya her taş o ilk düğmeye veya taşa göre konumlandırılacaktır. Dolayısıyla Peygamber algısı Allah inancına göre oluşacaktır. Allah’ın Peygamberi’ne verdiği yetkiyi, ona biçmiş olduğu konumu algısal olarak yerli yerine oturtamazsak Peygamber’in fonksiyonunu da algılayamayacağız. Böyle olunca da herkes peygambermiş gibi din adına ahkâm kesiliyor ama Peygamber’e söz hakkı tanımıyorlar. Onun için dikkat ederseniz piyasada üç türlü peygamber algısı var. Biri yüceltmeci peygamber algısıdır. Peygamber’i adeta melekleştiren bir algıdır bu. Bunun, Peygamber’i örnek almayı ve takdim ettiği hayatın yaşanmasını mümkün kılmayan bir algı oluşturma tehlikesi vardır. Diğeri ise indirgemeci peygamber algısıdır. Bu da Peygamber’i sıradan bir insan konumuna indirgeyen, her yönüyle bizim gibi, bizden hiç farkı olmayan bir insan olarak kabul eden bir algıdır. Evet, Peygamber’in beşeri yönü bizim gibidir; yer, içer, hastalanır, evlenir, çocuk sahibi olur. Nihayetinde bir insandır fakat sıradan bir insan değildir. Vahiy alan bir insandır. Vahiy almanın ayrıcalığı basit bir ayrıcalık değildir.
Aslında burada biz, Allah Peygamber’i nasıl tanıtıyor, ona bakacağız. Ne fazla ne de eksik, Allah’ın tanıtması ve ona bahşettiği vasıfların dışında bir vasıf atfetmeye gerek yok. Allah ne buyurduysa odur. Bu da üçüncü ve doğru olan algıdır. Buna da Kur’ânî peygamber algısı diyebiliriz.
İhtiram, ta’zim, sevgi ve saygı hususunda ya da Hz. Peygamber’i (sav) doğru anlama noktasında doğru yerde durmuyorsak bu durumun Allah (cc) ile olan ilişkilerimizi teorik ve pratikte nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz? Nasıl yönlenmeli ya da yönlendirmeliyiz? Kısacası Hz. Peygamber’e nasıl ittiba edilir ya da Hz. Peygamber nasıl öze indirilir?
Peygamber’e ihtiram, sevgi ve saygı kuru bir lafızdan ibaret değildir. Eylemsel boyutu ve yansımaları; elle tutulur, gözle görülür bir karşılığı vardır.
Peygamber sevgisinin diğer beşeri sevgilerden farklı olarak Allah sevgisi ile doğrudan bağı ve ilişkisi vardır.
Allah sevgisi fıtrîdir. Zira her insan bir ilaha inanma ve ona sığınma arzu ve hissiyle doğar. Bu sevginin aklî boyutu da vardır. Düşünen, akleden bir insan sahip olduğu her şeyin yaratanına ait olduğu bilincinde olursa O’na karşı sevgi ve minnet duyar. Allah sevgisi bağlayıcıdır; sözden ibaret değildir; eylemsel boyutu vardır; O’nun iradesi doğrultusunda yaşamayı gerektirir, bunu âmirdir. Tabi bu da nefse ağır geliyor. Bu kez insanoğlu fıtraten gelen o sevgiyi dışsal, nefsî arzu ve baskılarla yok ediyor veya bastırıyor. Bu kez düşmanlığa dönüşüyor. Nefis emir almayı, disiplin altına girmeyi, bağımlı olmayı sevmez. Hep başı buyruk olmak, bağımsız hareket etmek ister.
Fıtrî olan Allah sevgisini yaşatanlar haliyle Peygamber’i de severler. Çünkü Allah sevgisini yaşatmak ve gereğini yerine getirmek, ancak Peygamber’i sevmek, ona tâbi olmakla olur.
“(Resûlüm!) De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Âl-i İmrân, 3/31)
Evet, aslında işin püf noktası burasıdır. Allah sevgisi Peygamber’e tâbi olmakla neşet ediyorsa o halde Peygamber’i de sevmek gerekiyor ki tâbi olma olgusu teşekkül etsin.
Bu ittibayı öze indirme; sevgi ile bütünleştiği, taklit boyutundan ittiba boyutuna yükseldiği zaman gerçekleşmiş olur. Yani eylem gaye ile bütünleştiği zaman anlam kazanıyor. Özetle, eylemle anlam bütünleştiği zaman öze inilmiş, ittiba olmuş olur, aksi takdirde taklit olur. Taklit ile ittiba arasında şöyle bir fark vardır: Taklit sadece şekilden ibarettir, mana boyutu yoktur. İttiba ise mana ile şeklin bütünleşmesinden ibarettir.
Müslümanların “temsil krizi” yaşadıkları günümüzde, sırasıyla Hz. Peygamber’in (sav) hangi yönlerinin öne çıkarılarak ya da hassaten vurgulanılarak İslam’ın doğru anlaşılacağını ya da insan unsurunda doğru karşılık bulacağını düşünüyorsunuz? Fıtrat dini oluşu ve evrensellik açısından konuyu değerlendirir misiniz?
Bugün biz Müslümanların yaşadığı en büyük sorun İslam’ı temsil sorunu, yani mana ve şekil bütünlüğü içerisinde yaşayamama sorunudur. Yıllardır Avrupa’da yaşayan Müslümanlar var. Eğer bu Müslümanlar özüne uygun olarak İslam’ı temsil edebilmiş olsalardı bugün Avrupa’nın çoğu Müslüman olurdu. Sözden ziyade insanlar hâl yani beden dilinden etkilenirler. İslam’ın doğru anlaşılması bu hâl dilini kullanmaya yani İslamiyet’i en güzel bir şekilde temsil ederek yansıtmaya bağlıdır. Müslüman olanların çoğu söylemden değil eylemden etkilenirler. Çünkü manayı en iyi yansıtan eylemdir, hâldir. İslam’ın 23 yıllık kısa bir zaman diliminde bu kadar geniş coğrafyalara yayılmasının en büyük nedeni hâl diliyle yansıtılmış olmasıdır. Burada tabi ki İslam’ın fıtrat dini olmasının da büyük etkisi vardır. Fakat bu fıtrîlik temsil edilemezse onun da bir faydası olmaz; mana boyutu buharlaşır, kaybolur.
İslam’ın fıtrat dini olması nedir? İnsanın doğuştan sahip olduğu arzu istek ve kabiliyetlere uygun kural ve prensiplere sahip olması demektir. Örneğin hastaya uygun bir ilaç verdiğiniz zaman vücut onu kabul eder, reddetmez, şifa bulur, rahatlar. İslam da böyledir. Onu insanın fıtratına takdim ettiğiniz zaman onu reddetmez, kabul eder, şifa bulur, rahata, huzura kavuşur. Tabir-i caizse fabrika ayarlarına uygun çalışma veya çalıştırma talimatı, kurallarıdır İslam. Hayatını o ayarlara uygun sürdürmezse bozulur, çalışmaz. İslam’ın fıtrîliği böyle bir şeydir.
Evrensellik açısından bakacak olursak zaman aşımı olmaksızın her dönem kıyamete kadar insanlığın hastalıklarına çare olması, kurallarının her dönem geçerli olması demektir. Bazıları işte görüyorsunuz, “Dünya çok ilerlemiş, İslam geride kalmış, insanlığın problemlerine çare olamıyor.” diyor. Aslında bu, İslamiyet’i anlayamamalarından kaynaklanıyor.
Diğer bir husus ise nefsi merkeze koyarak İslamiyet’i nefsîleştirmek, yani insanlığı İslam’a uyarlamak değil de İslam’ı insanların nefsine uyarlamak arzu ve çabası vardır. “İslam benim dediğimi kabul eder onaylarsa evrenseldir. Onaylamıyorsa evrensel değildir.” O zaman tanrı insan olur. Eğer tanrı olarak Allah’ı kabul edecek olursak o zaman kendimizi Allah’ın iradesine uyarlamamız gerekiyor.
Evrensellik, her dönem insanlığın problemlerine çare olmaktır ve İslam’da bu potansiyel vardır. İslamî nassların bir kısmı muhkemdir. Bunlar dinin sabiteleridir. İçtihat kabul etmezler. Kıyamete kadar da değişmezler. Örneğin haksız yere adam öldürmek kıyamete kadar değişmeyen bir kuraldır. Bir de müteşabih ayetler vardır, bunlar içtihada açık hususlardır. Zaman ve zemine göre Kur’ân’ın ruhuna uygun bir şekilde üzerinde ictihad yapılabilen, birden çok manaya muhtemil ayetlerdir. Zaman ve zemine göre çare olabilme kabiliyeti dinin evrenselliğini oluşturur.
Hz. Peygamber’in zaman zaman aynı meselede farklı uygulamalarda bulunmasına aslında nesh olarak değil, evrenselliğin, çözüm bulma noktasında farklı alternatiflerin kullanılabileceğinin bir göstergesi olarak bakmak gerekir. Neshe giderseniz çözüm alternatiflerinden birini ortadan kaldırmış ve meseleyi daraltmış olursunuz. Burada belirleyici nokta şartlar olması gerekiyor. Sınırlayıcı nokta ise İslam’ın genel kuralları ve ruhu olmalıdır. Alternatif bir çözüm sunarken elbette İslam’ın genel kuralları ve ruhu gözardı edilmemelidir. Keyfe keder olacak bir iş değildir.
Nübüvvet konusunun akaidin temel konularından olduğu bilinir. Kişilik, kimlik ve duruş konuları ise bugün Müslümanların yumuşak karnı gibi. Hz. Peygamber’in, Allah’ın razı olduğu insan şahsiyetinin somutlaşmış öznesi ve örneği olduğu düşünülürse, onun şahsında (sav) kişilik, kimlik ve duruş örnekleri verebilir miyiz?
Allah hiçbir şeyi yaratmak mecburiyetinde değildir. Merhameti gereği kâinatı yaratmış ve bu kâinat içerisinde en şerefli payeyi insana vermiş, ey insanoğlu diye hitap ederek onu kendisine muhatap kabul etmiş, ardından da ona olan sevgi ve merhametinden dolayı yolunu şaşırmasın diye bir rehber göndermiştir. Siz uçsuz bucaksız bir çölde bir yolculuğa çıksanız fakat hiçbir yön ve hedef bilmeseniz, biri çıksa ve size “Gelin beni takip edin, ben bu yolu bilirim. Sizi sağ selim, kazasız belasız gideceğiniz yere ulaştırırım.” dese siz o kişiye teşekkür mü edersiniz, red mi edersiniz? Herhalde teşekkür eder ve seve seve peşinden gidersiniz. Öncelikle Peygamber’i böyle kabul etmek gerekiyor.
Bu rehberin örnek ve önderliğinin bahanelerle reddedilmemesi için Yüce Allah onun ahlakını teminat altına alıyor ve “Şüphesiz sen, pek büyük bir ahlâk üzerindesin.” buyuruyor. Bu teminat Peygamber’e (sav) uyma ve şahsında sunulan kimlik ve kişiliğin örnek alınması noktasında önemli bir husustur. İnsanlığa prototip olarak sunulan Hz. Peygamber, böylece insanoğlunun ulaşabileceği en yüce şahsiyet ve kimliğin teminatı oluyor.
Peygamber için en yüce ahlaka sahip ve örnek denmişse bundan sonrası insanoğluna kalmıştır. İnsana düşen görev bunu kabul etmek ve onun örnekliğinde kendi kimlik ve kişilik inşasını oluşturmaktır.
Hz. Peygamber kimlik inşasını oluştururken önce tevhid inancıyla başlıyor. Dikkat ederseniz Mekkî ayetler hep imanla alakalıdır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi her şey anlamını Allah’la, Allah inancıyla, tevhidle buluyor. Çünkü Allah inancı kâinatın şirazesidir. O devreden çıktığı zaman tesbih taneleri gibi her şey bir tarafa savrulur. Şu halde tevhid merkezli bir kimlik inşası oluşturup, beraberinde de Hz. Peygamber’in örnek şahsiyeti çerçevesinde manalı, gayeli bir hayat oluşturmakla bu kimlik ve kişilik inşası tamamlanmış olacaktır.
Bu inşada sadece iman ve amel yoktur. Belki de en önemlisi imanın yani kabullerin algı boyutudur. Örneğin Allah deyince, O’nu hatırladıkça zihinlerde nasıl bir anlam teşekkül ediyor. Zihinlerde oluşan bu anlam ve çağrışım hayata müdahil olup eylemlere egemen oluyor mu? Hayatın gidişatında Peygamber ne kadar örnek alınıyor? Onun söz ve uygulamalarının etkisi ne kadardır? Örneğin “Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların emin olduğu kimsedir” buyururken bu güven ve emniyet pratiğe yansıyor mu? Yine “Kendi nefsi için istediğini başkası için de istemedikçe kâmil manada iman etmiş olmaz” buyururken bu hadis nefsimde karşılık buluyor mu? Bunlar gerçekten İslam’ın ve iman derecesinin neresinde durduğumuzu gösteren kilometre taşlarıdır. Kişi kendisinin nerede durduğunu rahatlıkla ölçebilir, iman ibresinin kaç derecede vurduğunu görebilir.
Netice itibariyle Müslüman’ın kimliğini oluşturan Sünnet’tir, Allah Rasûlü’nün modelliğidir. Sünnet’e bu kadar düşmanlığın sebebi de bunu önleme çabalarıdır. Sünnet devre dışı bırakıldığında ne İslam kalır ne de Müslüman şahsiyeti kalır. Tabi burada Sünnet derken sadece bazı şekli uygulamalar anlaşılmamalı. Sünnet İslam’ın ruhudur. Kur’ânî emir ve uygulamalarının pratiğe yansımasıdır. Doğruluk, dürüstlük, hakka riayet, kardeşlik, hakkaniyet, saygı, hürmet, adalet... Aklınıza ne gelirse bütün güzelliklerin örnek uygulamalarını ifade eder. Evet doğruluk! Fakat doğruluğun ölçüleri nelerdir, kardeşliğin ölçüleri, adaletin ölçü ve uygulama örnekleri, yansımaları nelerdir? Bütün bunları Sünnet’ten öğreniyoruz.
“Sahih hadis” konusu ilmî ve akademik bir konu olduğu kadar maalesef üzerinde çok spekülasyon yapılan bir konu haline kasıtlı olarak getirildi. Okuyan, akleden ve düşünen insanlar için doğru tutum nasıl olmalı ki doğru bir ölçüyle, Sünnet’in insanı doğru hedefe taşıyabileceği hakiki irfan ve hikmet hâsıl olsun? Hz. Peygamber’in kendi sözleriyle ilgili tavrı nasıl olmuştur?
Sahih hadis meselesi gerçekten teknik bir konudur. Bu noktada en büyük handikap Hz. Peygamber’in, kendi sözlerini diğer bir ifade ile Sünnet verilerini bizatihi yazdırmamış olmasıdır. Peki, yazdırmalı mıydı? Yazdırabilir miydi? Buna verilecek cevap, hayırdır! Bir defa realite olarak bu mümkün değildir. Çünkü Hz. Peygamber her konuştuğunda yanında kâtip bulundurma gibi bir şeyin olması imkânsızdır. Bunun ev ortamı var vs. Diğer bir husus, her sözünü yazdırmış olsaydı bugün herhalde Hz. Peygamber’in sözlerinden kaç tanesinin Kur’ân ayetlerine karıştığını tartışıyor olacaktık.
İnsanlar Sünneti yaşayarak, imkânları ve takatları ölçüsünde hafızalarında tutarak, daha sonra da hatırladıklarını yazıya geçirerek muhafaza etmişlerdir.
Başlangıçta bizatihi yazdırma olmadığı için Peygamber’e ait olmayan bir söz Peygamber’e mâl edilebilir. Fakat sahabîlerin imanı buna engeldir. Alimlerin bu konuda sergiledikleri olağanüstü gayret ve çabalar, ortaya koydukları ilmî kriterler de gerçekten takdire şayandır. İlmî kriterler çerçevesinde galib-i zan ile Peygamber’e ait olduğuna kanaat getirilen bir söz veya uygulama bizi bağlar. Nasıl ki bir ilacın prospektüsüne bakarak bir uygulama yapıyor ve o bilgilere güveniyor isek bu tür güvenilen kişilerce aktarılan hadislere de güvenmek durumundayız. Zira Allah, Peygamber’e itaat etmeyi emrediyor. Bu itaat Hz. Peygamber’in hayatı ile sınırlı değildir. Hayatta iken bizatihi kendisine, vefatından sonra da Sünneti’ne tâbi olmayı âmirdir. Kaldı ki hiçkimse salt Kur’ân ayetlerinden hareketle bir din ortaya koyamaz. Namaz ortaya koyamaz, oruç ortaya koyamaz, zekât ortaya koyamaz, adalet ortaya koyamaz vs. Bu durum bize Sünnet’e müracaat etme zorunluluğunu ortaya koyuyor. Bu noktadan sonra yapılacak şey; ilmî kriterlerle sahih olduğu ortaya konan hadise yani Sünnet’e uymak, onu kabul etmektir. Bu noktada herhangi bir şey bahane edilerek Sünnet devre dışı bırakılamaz.
İslam kimliğinin temel vazgeçilmezi olan Sünnet’e bugün bazılarının hücum etmesi, itibarsızlaştırma çabaları güdümlü bir proje gibi duruyor.
Birkaç uydurma rivayeti alıp bayraklaştırıyor ve bütün hadisleri aynıymış gibi, hepsi uydurulmuş gibi anlatıyorlar. Uydurulmuş hadisler diyorlar. Uydurulmuş hadis olmaz aslında, uydurulmuş rivayet olur. Mutlak ifade ile hadis, kaba bir tabirle, Peygamber’in söz ve uygulamalarına denir. Bir şey hadis ise o uydurulmuş olamaz, uydurulmuş ise hadis olamaz. “Uydurulmuş hadis” ifadesi terimsel manada yanlış bir ifadedir.
Bu tartışmaları yapanların çoğu hadis ilmini bilmiyorlar. “Altı yüz bin hadis” vs. gibi ifadeleri dillerine dolayıp “Fakat elimizde bu kadar hadis yok.” diyerek bunu bir eleştiri, bir güvensizlik göstergesi olarak yansıtıyorlar. “Dolayısıyla bunlar yalan söylüyorlar.” diyorlar. Bunu söyleyen, altı yüz bin rakamının ne anlam ifade ettiğini, tek tek metin ifade etmediğini bilmiyor. Hadis sayım tekniğinden haberi yok. Kendilerine sorsanız çok büyük bir hizmetin peşindedirler. Dini, uydurmalardan arındırma çabasındadırlar. Aslında sormak lazım; kim ya da kaç kişi dinini onların bahsettiği o uydurmalarla yaşıyor. Halkın o uydurmalardan haberi bile yok aslında. Dinleyenlerin çok azı dışında, o uydurmaları bunların ağzından ilk defa işitiyordur. Yani aslında halkın kafasına bunları sokan kendileri oluyor.
Soruyorum, Allah aşkına dinimizin temelini oluşturan kıldığımız namaz, tuttuğumuz oruç, kestiğimiz kurban, verdiğimiz zekât uydurma rivayetlere mi dayanıyor? Ya da şöyle soralım: Dinde namaz, oruç, hac, zekât var mıdır yok mudur? Var diyorlarsa bunu neye göre uyguladıklarını merak ediyorum. Halkın kıldığı namazdan farklı bir namaz mı kılıyorlar? Kur’ân’da namazı kılınız, rükû edenlerle beraber rükû ediniz, secde ediniz emirleri var. Namaz kılma şeklini, rükû ve secdenin namazın bir parçası olduğunu, rükûun doksan derece eğilme ve secdenin belli azaların yere değmesi şeklinde olduğunu nereden öğrenmişler? Veya onlar rükû ve secdelerini böyle mi yapıyorlar? Böyle yapıyorlarsa kimden görmüş ve öğrenmişler? Hadis kaynakları onlar için bir anlam ifade etmiyor ise bugünkü namaz kılma şeklini Peygamber’le beraber yaşayarak mı öğrendiler? Zira kendi mantıklarıyla bunun da ispatı yoktur. Sohbetlerinde tarihi bilgileri aktarırlarken, yanılmaz ve o günü yaşamış, görmüş gibi kesin bir bilgiymiş gibi aktarırlarken; hadislere sıra gelince, üstelik sahih nakillerle geldiklerini kabul ettiğimiz hadislere karşı şüpheci ve alaycı bir tavır sergilemelerini de anlamak mümkün olmuyor.
“Kur’ân her şeyi açıklamıştır, başka söze gerek yok.” diyorlar ama kendileri Kur’ân adına binlerce söz söyleyebiliyor, Kur’ân’ın söylemediğini Kur’ân’a söyletebiliyorlar. Herkesin söz söyleme hakkı var ama sadece dini tebliğ eden Peygamber’in söz söyleme hakkı yok, öyle mi? “Onun adına nakledilen her şey uydurmadır, aslı yoktur!” Bu algıya göre tarihten gelmiş ve yaşanmamış, tecrübe edilmemiş hiçbir bilgiye güvenilmemeli. Bir zaman sonra kendilerinin söyledikleri de tarih olacak. Onlarla beraber yaşamayan, o bilgiyi bizzat kendilerinden duymayan hiç kimse söylediklerine inanmamalıdır. Çünkü uydurma olabilirler.
Zaman zaman hadis okurken tersten bakarak “Bu hadisi biri uydurmak istese gerçekten uydurabilir mi?” diye düşündüğüm çok olmuştur. Uydurulması imkânsız olan o hadislere baktığımda, uydurulmuşsa şayet, uyduran kişinin dâhiler üstü dahi olması veya peygamber olması gerekiyor diyorum. O hadisleri uydurmak o kadar kolay mı? Örneğin “Müslüman elinden ve dilinden başkasına zarar vermeyen kimsedir.” hadisini biri uyduracak olsa ne diye uydursun?!..
Bu kadar tarihi kişileri hayal edip vefat tarihleri ile çelişmeden komşusunu, arkadaşını, hocasını öğrencisini, insicamlı olayları oturup hayal etsin, kurgulasın, uydursun, sonra başka biri de aynı şeyleri söylesin vs. Bu kadar zor işi nasıl başardı bu insanlar?(!) Bütün bunlar insanın aklından geçmiyor değil.
Allah’a iyi bir kul, Rasûlü’ne iyi bir ümmet olmak dileğiyle her şey gönlünüzce olsun.