İşte o zaman göreceğiz ki, asıl olan insanın hangi mekânda olduğu değil, o mekânda ki vasfı daha önemli. İster Hindistan"da, ister Amerika'da ister İstanbul'da, ister Hatay'da. İster bir insanla muhatap ol, istersen bin insanla ya da dünyaya hitap eden bir şahsiyet ol. Hiç fark etmez. Bulunduğun mekânda neyi nasıl temsil ettiğin önemli.
Allah-u Teala bize bir ömür biçmiş. Ne olursa olsun nasıl olursa olsun biz bu ömrü takdir edilen vakte kadar yaşayacağız. Hak vaki olduğu andan itibaren de sorgulanma aşamasına, gerçeklerin üstünün hiçbir şekilde örtülemeyeceği hakikat boyutuna geçeceğiz. Bize göre bir takım mantıki mazeretlerle ertelediklerimiz, yaptıklarımız ya da yapmadıklarımız tüm çıplaklığıyla karşımıza çıkacak.
Günlük hayatımıza bir bakalım. Öğrenci isen bulunduğun okulun formasını giyersin. Okulun giriş çıkış saatleri bellidir. Bu saatlerin dışına çıkıp bugün onda gideyim, yarın saat onaltıda okulda olayım gibi bir lüks içine girersen öğrencilik vazifesini yürütmek zorlaşır. Hatta böyle bir lakaytlık, zamanla insanı öğrencilik vasfından çıkarır. Yani adam gibi öğrenci olmalısın. En asgari düzeyde dahi olsa bu böyle. Terzilik yapan bir şahıs, dükkânına kasap tabelasını asarsa, kendisi için gerekli olan malzemeleri mekânına yerleştirmezse, ne kadar nitelikli bir terzi olursa olsun, hiçbir önem arz etmez. Pratisyen bir doktorun beyin ameliyatına girmesini beklemek abes olur. Cerrahlık vasfı yoktur. Bir babada, anneye has, anneliğin verdiği sabır, şefkat, merhamet olmadığı için baba annenin titizliğiyle çocuklarına bakamaz. Sözün özü, herkes bir şekilde beğensin ya da beğenmesin kendisine yüklenmiş olan vazifenin temsilcisidir. Ve bizim yüklendiğimiz, en nadide vazife, aynı zamanda hayatın yegâne temeli olan Allah"a kulluktur. Dünyalık olarak gördüğümüz ihtiyaçlarımızda, meşgalelerimizde gayet titiz iken, biz bu en nadide vazifemizde çoğunlukla nakıs kalırız. En iyi marketten alışveriş yaparız, en iyi doktora gitmeye çalışırız. Kısacası en dünyalık olabilmek için bilerek ya da bilmeyerek tüm imkanlarımızı kullanırız. Oysa Allah-u Teala bizim dünyalık dediklerimizi de ahiretimiz için vermiştir
Yani dünya adına yaptığımız (şerri temsil etmeyen)ne varsa Allah rızası gözetilerek yapılırsa bizim ahiret yatırımımızdır. Örneğin suyu sünnete uygun içersen hem ihtiyacını giderirsin, hem de sevap kazanırsın. Evinin rızkını Allah rızasını gözeterek kazanan baba ibadet etmiş hükmündedir. Hayatımızın her anı her devresi elimizden geldiği kadar Allah merkezli olmalı, olmalı ki nitelikli Müslüman olabilelim. Yani Allah'a kulluk vasfımız -en-olmalı.
Hani demiştik, sorgulamamız mekândan değil, mekandaki vasfımızdan olacak diye. Ha Bursa'a doğmuşuz ha New York"ta. Bu bizim tasarrufatımızda değildir belki ama bulunduğumuz mekânda; ister evimiz, ister memleketimiz, ister iş yerimiz... olsun hayra yada şerre karar vermek, karar verdiğimiz doğrultuda hareket etmek bizim elimizdedir. Ömrünü nerede nasıl harcadın sorusuna hiç kimsenin "şu ilde, şu köyde ömrümü harcadım "cevabı yeterli olmayacaktır. Bize o mekânda, bizi değerli ya da değersiz hale getiren fikir, hal ve tavırlarımızdan sorguya çekileceğiz.
Bir viranede yaşıyorsak Allah"a olan tevekkülümüz, fakra olan sabrımız, kanaatimiz bizi değerli, isyanımız, şükürsüzlüğümüz bizi hiç haline getirecektir. Tabiri caizse hali vakti yerinde olana hangi villada yaşadığı değil, onda var olanlarla yaptıkları ya da yapmadıkları hakkında sorgulama yapılacaktır. Mülkünle zalim isen senin yaşadığın villanın ne hükmü olabilir ki. Ya da ahrette "Yarabbi ben ancak kendi yağımda kavruluyordum aç olan komşumla ekmeğimi paylaşsam ölmezdim, ama paylaşmak istemedim", "işini kolaylaştırma şansım olduğu halde, şu şahsın işini yapmadım canım istemedi", "Ahmet"le Mehmed"in husumetine bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın misali imkanım olduğu halde müdahale etmedim" deme lüksüne sahip olamayacağız.
O halde Müslüman, Müslüman gibi yaşamalı. Hz. Ali"nin bir sözü var. İnandığın gibi yaşamazsan, yaşadığın gibi inanırsın. Hakikattir. Kendimize, çevremize bir bakalım. Çoğunluğumuz inandığımız gibi değil, yaşadığımız gibi inanıyoruz. Misal inanan ama nefsinin önüne set çektiği birçok Müslüman namazını kılmıyor. Hiç biri namazı gereksiz görmüyor ama 'dinin direği' nitelendirilen namazı KASDEN kılmıyor. Aynı Müslümanlar su içmenin gerekliliğine inanıp hiçbir zaman -namazlarından vazgeçtikleri gibi- sudan vazgeçmiyorlar. Demek ki suyun gerekliliğine inandığımız kadar sümmehaşa namazın gerekliliğine inanmıyoruz. Ya da sümmehaşa namazı bize farz kılanı muhatap mı almıyoruz?.
Belki bana kızıyorsunuzdur. Lakin bahanelerin arkasına sığınıp ta inandığı gibi yaşamayan, herkes, samimiyetle kendisini biraz hesaba çekse bu soruları kendisine hayret ve korkuyla sorduğunu görecektir. Ve namaz sadece bir misaldir. Bu misali biz ömrümüzün her anına tek tek yayabiliriz. Gerek ferdi ilişkilerimize, gerek toplumsal ilişkilerimize, ahlakımıza, ibadetlerimize, sosyal hayatımıza, ekonomik hayatımıza.
Allah-u Teala bize aldığımız her nefeste inandığımız gibi yaşamayı nasip etsin.