Toprağın altıyla üstü arasındaki ince çizgiye "hassas çizgi" desek yanlış olmaz. Belki de hemen her zaman EKG trasesinin dümdüz olduğu zamanlar biyolojik hayatımızın son bulması çok somut bir gösterge olduğu için, bu düz ama ince çizgiye "hassas çizgi" diyoruz. Ama biyolojik hayatın son bulduğu bu çizgi sadece bedensel varlığımıza ait değil aynı zamanda ruhi hayatımıza ait en kritik dönüm noktamızın da göstergesi değil midir? Bir ömür boyu, dünya hayatımızda, ruhumuza kalıplık yapmış olan bu beden o zaman neye yarıyor ki? Bir ömür boyu bakmak, süslemek, beslemek zorunda olduğumuz harika kalıp, yerini neye, nelere bırakıyor? Burada empati hürriyetimizi doğru kullanırsak, ölenle ölmek gerektiğini, yani ölümü hissetmek gerektiğini anlıyor insan.
Nitekim, başkalarının ölümüne bigane kalanlar, kendi ölümlerine de bigane aslında. Gerçekteyse ölümü hayatın en keskin gerçeği olması hasebiyle en rasyonel empatilerle kendimize yaklaştırmak gerekiyor, kendimizden uzaklaştırmak değil. Çünkü, bu, kendi gerçekliğimize daha uygun bir gerçek olur bizim için. İnsanlar olarak da ortak geçmişimiz aslında ortak geleceğimizdir. Çünkü gelecek de bir gün geçmiş hükmüne girecektir. Hak vâki olunca da bizler geçmişin hesabını gelecekte vermeye başlamış olacağız. Nitekim, zamanla, yakın geçmiş nasıl ki yakın geleceğimizin temeli ise, uzak geçmişler de uzak geleceğin temsilleridir aslında. Peki aslolan nedir? Kaderin hükmüyle her an bir oluş içinde olan kainatta, aslolan, kaza-kader bağlamında geçmişte yapmış olduğumuz hataları gelecekte yapmama iradesini göstermektir.
Zamandan ders alıp, zamanı, geleceğe mihver yapmaktır. Yani, "ân"ı değerlendirip, "ân"ı hakkıyla yaşayıp, "ân"ın hesabını vermeye çalışma ciddiyetini yaşamaktır. Çünkü bizden hesabı sorulan, sorulmakta olan, sorulacak olan "ân"ın ta kendisidir. "Ân" ile birlikte sırtımıza yüklenen, "ân" ile ödenen sorumluluktur. "Vaktin çocuğu" olmak, vakitle emzirilmek, vakitle doymak, vakitle doğmak ve vakitle ölmektir. "Ben gizli bir hazine idim, bilinmemi sevdim" sırrınca, "ân" be ân Allah'a, vaktin yaratıcısına, zamandan ve mekandan münezzeh olan Allah'a (Celle Celalühü) vâsıl olmaktır. Hücreleri sürekli değişen ve yenilenen insanın, olmakta ve ölmekte olan her bir hücresiyle, hiç ama hiç vakit kaybetmeden, hemen o an, an be an eline verilen ve an be an elinden alınan iradesiyle, zamanı kaçırmamacasına şükürde sürekliliği sağlamasıdır. Yaratılan her şey ve her nefesin şükrünü ifa etme gereğidir. Zerrelerine kadar iman ve zerrelerine kadar isyan gel-git'inde, kainatla senkronize bir şekilde, zerrelerine kadar imanı yaşamaktır.
Nasıl ki kainatta sürekli bir oluşu ve haşr'i yaşıyor ve gözlemliyorsak -ki bu, bizim irademiz dışında gelişmekte ve an be an yaratılmaktadır- nasıl ki, her an binlerce yaratma ve binlerce zeval oluyorsa, ve âşık hiç ulaşamayacağını bilse bile hep severse biçiminde olduğu gibi, zerremizin iman ve sorumluluğu peşinde koşarsak ancak, işte o zaman bize "ÂŞIK" denir, âşık… Ama bu yine de olsa olsa, sadece ve sadece "şükür âşıklığıdır." Öyle ki, kesinlikle yine sadece ilm'el yakîndir. Çünkü şükür, pek çok şeye câmi olsa da, pek çok güzelliği içerse de, bizim açımızdan, sorumluluk ve bu mevzuda yapıp edegeldiklerimiz açısından, şükrün iktizasını bilmek ya da hissetmek bilgisinin emrine amâde olma çizgisinin zâkiri olmak demektir. Gerçekten şükretmek demek değildir. Karşılığı şükür olan binlerce hikmetin sadece bir cephesini fikretmek demektir. Bu da bilmediğimiz binlerce hikmetin, şükründen başka daha neyi ve neyi gerekiyorsa, hepsinden, sadece şükür bağlamında bile âciz olduğumuzu hissetmemizi sağlayacaktır. Bu, her ne kadar az şey değilse bile, yaradanın tecelli ve sıfatları karşısında, inanın, çok şey de değildir. Tefekkür ve hassasiyet çizgisinde, mana dünyamızın büyükleri ne güzel söylemişler: "Âlim söylediğinden aşağı, evliya söylediğinden yukarıdır."
Allah (Celle Celalühü) bizleri affetsin, mağfiret etsin, rahmetiyle kuşatsın, olmamızı istediği kullarından eylesin; ölmeden önce, ölmeyi ve olmayı, olgunlaşmayı nasip etsin… (Amin)