İnsan kromozomlarına yüzlerce ciltlik bilgi yüklenmiştir. Her insanda ortalama yüz trilyon hücre olduğu düşünülürse ortaya çıkan dehşet boyutta kodlanmış bilgiyi insan havsalasının algılaması pek mümkün gözükmemektedir. Bu ululuk ve azamet karşısında insanın dehşete kapılmaması, cezbeye düşmemesi adeta mümkün değildir.
Tasavvuf terminolojisinden bildiğimiz cezbe, aslında insanın Allah’ın azameti karşısında erimesi, kendini yok hissetmesinin adıdır. Hz. Mevlana gibi büyük Allah dostlarının dönmesi, şov amaçlı görsel bir enstantane ortaya koymak amaçlı olmayıp, Allah’ın ululuk ve azameti karşısında kendinden geçme halidir. Muhabbet makamında kalp okyanusunun coşmasıdır. Nasıl ki Ay, Dünya’ya yaklaşınca med-cezirler oluşuyor, denizler galeyana geliyorsa -teşbihte hata olmasın- Allah’ın feyz ve rahmeti sağanak sağanak kalp okyanusuna indiği zaman da kalpte coşkunluk hali olur, muhabbet ve şevk taşmaları oluşur. Bu halin insan bedenine sirayeti, yansıması sonucunda da istem dışı birtakım hareketler meydana gelir ki buna cezbe diyoruz. Tasavvuf literatüründeki cezbe esprisi budur. Çok farklı şekillerde tezahür edebilir. Yüzlerce çeşidi vardır. Kimisinde ağlama, kimisinde bağırma, kimisinde uyuma, kimisinde de Hz. Mevlana’daki gibi kendi ekseni etrafında dönme şeklinde tecelli edebilir.
İnsan, yapısı itibari ile beden ve ruhtan müteşekkil bir varlıktır. Ancak ne ilginçtir ki hem bedenimiz hem de ruhumuz bizim tasarrufumuz altında değildir. İnsan yetişkinliğinde; anne ve babadan gelen sperm ve yumurtanın birleşmesi sonucu oluşan tek bir zigot hücresinden bölünme yoluyla çoğalarak yüz trilyon hücresi bulunan bir beden halini alır. Bu yüz trilyon hücre de belli periyotlarla kendini sürekli olarak yenilemektedir. İnsanın bu transformasyonda hiçbir dahli söz konusu değildir. Buradaki fonksiyonu sadece gıdaları ağzına götürmekten ibarettir. Onu bile yaparken Allah’ın verdiği kudretle, güç potansiyeli ile gerçekleştirmektedir. Ayrıca aldığımız gıdaların bedenimizin teşekkülündeki formülasyonunda da herhangi bir dahlimiz söz konusu değildir. Ey balık sen göz ol, ey börek sen saç ol diyemiyoruz. O gıdaların hepsi ne olacağını çok iyi biliyor, otonom bir sistem var vücutta.
Nefes alındığında gücünüz yetiyorsa haydi vermeyin, verildiğinde de haydi almayın bakalım ne olacak? Görülüyor ki bir nefes alıp vermede dahi iki defa hayat bahşedilmektedir… Bu bilgiler ışığında hâlâ bedenim benimdir ve istediğim gibi tasarruf edebilirim, diyebilir mi insan?
Bir de insanın ruhu var ki orası daha da muamma, tam bir labirent. İlahi nefha olan ruhu kavramak, anlamak gerçekten çok zordur. Ruhu anlamadan da insanı tanımak mümkün değildir.
Pozitivizm ve materyalizm doğası gereği metafiziği, madde ötesini, dolayısıyla ruhu inkâr eder. ‘Ruh bilimi’ diye adlandırılan pozitivist psikoloji de ruhu inkâr ederek işe başlar ve insanı tanıma iddiası güder. Şuradaki paradoksa, ironik zavallılığa bakar mısınız; hem ruhu inkâr edeceksin hem de insanı çözümleme, anlayabilme iddiasında bulunacaksın?
Bu gerçek nedeniyledir ki maddeci psikoloji; insanı belli motor hareketleri ve belli bazı kalıp davranışları ile değerlendirmeye çalışır. Esas itibari ile Freudcu psikanaliz de bundan ibarettir. Ama şu bir hakikattir ki ruh inkâr edilerek insan derununa asla vakıf olunamaz. O nedenle insanı en iyi tanıyanlar ancak Allah dostlarıdır. Çünkü onlar insanın ruhunu, derununu çok iyi bilirler. Allah dostları baktıkları zaman Allah’ın nuru ile bakarlar. Bir hadis-i kudside şöyle buyruluyor:
“Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mü’min kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem.” (Buhârî, Rikak 38)
İnsan derununa saklı hazineler, ilimler derc edilmiş, kodlanmıştır. İlim de aslında tek tip değildir. Bu perspektiften bakıldığında ilim iki türlüdür. Birincisi vehbî ilim, ikincisi kesbî ilim. Kesbî ilim dediğimiz şey, kişinin kendi gayreti ile çalışmasıyla yapıp etmesi ile yani kendi iktisabı ile elde ettiği kazanımlarıdır. Tasavvufta ikinci tür bir bilgi daha vardır ki “vehbî (ledün) ilim” adı verilir. İlahi mevhibe olarak, lütuf ve ihsan olarak insana aktarılır. Bunun yolu ve yöntemi konusunda şöyle bir örnek verilir: İmparatorun huzuruna iki ressam getirilir, bir salon tahsis edilir, ortaya da perde çekilir ve ressamlara denir ki: “Sen şu duvara sen de şu duvara tüm kabiliyetini, maharetini sergile, icra-i sanat eyle.” Belli de bir süre verilir. Ressamlardan biri muhteşem bir eser resmeder duvara, herkes hayran kalır. Bir de öteki tarafa bakalım derler. Perde kaldırılır ve diğer ressamın yaptığına bakılır. Diğer ressamın yaptığı tek şey duvarı zımparalamak ve parlatmaktan ibarettir. O kadar parlatır ki duvar adeta aynalaşır. Böylelikle ilk ressamın resmi olduğu gibi karşı duvara yansıtılmış olur. Çok farklı, değişik, güzel bir görüntü oluştuğu görülür ve çok beğenilir. Gazali buradan hareketle; ilk resmin kesbî ilmi, ikincisinin ise vehbî ilmi temsil ettiğini ifade eder.
Bunun tasavvuftaki iz düşümünü şöyle izah etmek mümkündür: Ezelden ebede vuku bulacak bütün olayların kaydedildiği bir disket vardır; “Levh-i Mahfuz” yani muhafaza edilmiş levha. Tabiri caizse evrenin mimarlık projesi gibi. Olmuş ve olacak bütün hadisat orada kayıtlı. Kur’ân-ı Kerîm’de Hadid suresi 22. ayette şöyle buyrulur: “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.”
İlahi diskette her şey zapturapt altındadır, kayıtlıdır. İmam-ı Rabbani, insanın kalbi için arşın temsilcisidir diyor. İnsanda nasıl ki fizik âlemin izdüşümleri varsa, aynı zamanda metafizik âlemin de izdüşümleri vardır. “Heyet-i vahdani” keyfiyeti bu hususu izah eder.
Fizik olarak bakarsak hücrelerimiz, dokularımız, bedenimiz netice itibarı ile atomlardan oluşmuştur. İnsan bedeni sürekli yenilenir fakat yenilenme süreleri farklıdır. Diyelim burun iki senede, saç bir ayda, tırnaklar 15 günde… Temel yapı taşımız olan atom ise 15 milyar yıl önce Big Bang ile oluşmuştur. Yani Andromeda galaksisindeki atom ile kulağımızdaki atom aynı yaştadır. Diyelim ki kulak iki, burun beş, dilimiz yedi… Doğum yaşımız kırk olabilirken atom yaşımız 15 milyar yıldır. Buradan anlaşılıyor ki adeta evrenin belli periyotlarla yenilenen bir fihristi ve özeti gibiyiz. Ham maddemiz olan atomlarımız aynı, sadece dizilim farklılıkları söz konusu.
Aynı zamanda ruhi yapımızda da izdüşümler söz konusudur. Mesela insanda rüyalar, misal âleminin; hafıza, levh-i mahfuzun, kalpte arşın bir nevi izdüşümü konumundadır. Kâinat ve insan anahtar-kilit gibidir; önemli olan onları açabilmek, okuyabilmektir.
AYNA KALP
İnsan her günah işlediğinde kalbinde kara bir leke oluşur. Kara leke oluşa oluşa zamanla o kalp hakkı ve hakikati anlayamaz, algılayamaz hale gelir. Hatta o hale gelir ki maazallah mühürlenir. Tersinden okur, değerlendirirsek kalp; günahlar damıtılarak, tövbe istiğfar ile zikir, fikir ve kullukla yukarıdaki ressamın duvarı zımparalaması gibi parlatılabilirse rikkat ve hassasiyet kazanır. Zirve makamında da artık aynalaşır.
Tasavvufta “ayna” kavramını çok duyarsınız. Varlık dediğimiz âlem; Allah’ın esma ve sıfatlarının yokluk aynasındaki tecelli yansımalarından başka bir şey değildir aslında. Her bir varlık; parlaklığı ölçüsünde yansıtır esma ve sıfat tecellilerini. Eğer ayna flu ve paslı ise görüntü de o nispette paslı ve flu olacaktır. Ayna ne kadar berrak, şeffaf ise yansıtma gücü de o derece doruklarda tezahür edecektir.
Kişinin kulluk kalibresini kalbinin aynalık kalitesi belirler. İbadetle, zikirle, fikirle kalp; tıpkı o ressamın duvarı zımparalaması gibi sürekli parlatılırsa aynalaşacaktır. Kalp aynalaşınca da ilahi hakikatlere ma’kes olarak aynalık teşkil edecek, dolayısıyla da bilgilerin direkt kalbe yansıması söz konusu olacaktır.
Buna ister ledün ilmi deyin, ister vehbî ilim deyin, ya da ilhamat, varidat veya sünuhat deyin; netice itibarı ile burada sizin gayretiniz sadece kalbi aynalaştırmaktan ibarettir. O mazhariyete ulaştıktan sonra bilgi akışı ve gerisi bir mevhibe ve lütuf olarak yalnızca Allah’a ait bir hususiyettir.
Vehbî ilim dediğimiz hadisenin tabiri caizse teknik izahı, husule geliş keyfiyeti bu şekilde ifade edilebilir. Kişi kalbini aynalaştırdığı, manevi latifelerini, sensörlerini harekete geçirebildiği ölçüde kalbi rikkat kazanacak, birtakım Rahmanî duygulara ma’kes olabilecektir. Eğer Allah müsaade ederse bu, Levh-i Mahfuz’un yansıması ve okunması şeklinde de tezahür edebilir. Hatta tecelliler keşif, keramet şeklinde söz konusu olabileceği gibi, Allah bildirdiği ölçüde gaybî birtakım ilimlere muttali olmak şeklinde de tezahür edebilir. Gaybın anahtarları Allah’ın elindedir, ancak bildirdiği ölçüde Allah (cc), kullarını da ondan hissedar kılabilir.
Allah dostlarının bir diğer özelliği de görüldüklerinde insana Allah’ı hatırlatmalarıdır. İnsan hem madde hem mana hem ceset hem ruhtan dokunmuş muazzam bir varlıktır. Çözülmeyi bekleyen bir bilmece, bir muammadır aynı zamanda. İnsanı tanımak, insanın derununa vakıf olmaktır.
Varlık aynalarının en parlak numunesini insan oluşturur. Hayvan aynası biraz daha fludur, bitki daha da fludur. İnsan-ı kâmilde o parlaklık zirveye çıkar. Onun için Allah dostu dediğimiz kişiler Allah’ın esma ve sıfat tecellilerine en yüksek derecede mazhar olmuş kişilerdir. Bu yüzdendir ki onlara bakmak Allah’ı hatırlatır.
Ezel ve ebed kronolojisinde bu dünyaya bir kez gelinecek, ayrıldıktan sonra da bir daha dönülmeyecektir. Cennete giden de cehenneme giden de hayıflanacaktır. Cehenneme giden pişman olacak da peki cennete giden neden hayıflanacaktır? Çünkü o da niye dünyadaki kısa ömrümü en üst düzeyde değerlendirmedim de kazanımlarımın yansıması olarak ahirette daha üst mertebelere gelemedim diye söylenecektir. Bilindiği üzere cennet ve cehennem, tabakalardan oluşmaktadır. Bu dünyaya tekrar gelme gibi bir lüksümüz olmadığına göre ne yapıp edip en üst düzeyde kulluk sergileyip Allah’ın rızasını elde ederek diğer tarafta en üst mertebelerde ödüle layık olmanın yollarını aramak gerekir.
İnsanların etiketi, sıfatı, kariyeri, makamı… Ne derseniz deyin hepsi bir varta, bir sınav sorusudur. Bunlar önümüzdeki bir pranga, bir bariyer olabilir. Engel olup hızımızı kesebilir. Dikkatli olup herkese ve her şeye olduğu kadar değer vermek ve Allah’ın rızasına kilitlenip o doğrultuda hareket etmek gerekir. Kabiliyet talep miktarıncadır. Talebin tetikleyicisi de muhabbet olduğuna göre, kişi Hakk yolundaki iddialarını buna göre test etmelidir. Bu yolun üç temeli vardır: ihlas, teslimiyet ve muhabbet. Bu yolda ayrıca “Nihayet bidayete derc olunmuştur.” Son, başta gizlenmiştir. Vuslat, aslında daha baştan bellidir. Bazı Allah dostları; “Nihayette veli olacak olan, gerçekte bidayette de veli muamelesi görür.” buyurmuşlardır. Dolayısıyla başlangıçtaki talep ve muhabbet, akıbetteki hâlin de belirleyicisi olmaktadır denilebilir. O nedenle, her daim “Daha yok mu?” diyerek büyük himmet ve talep sahibi olmak gerekir. “Talep eden bulmuştur.” denilmiştir. Aslında şu kelâm-ı kibar, konuyu gayet veciz bir şekilde özetlemektedir: “Allah vermek istemeseydi, istemeyi vermezdi.”
Beyazıd-ı Bistami Hazretleri diyor ki: “İnsanın “sonlu” amelleri ile “sonsuz”u kazanmasının nedeni, sonsuza yönelik niyet ve duygularıdır.”
Bir diğer husus da; Allah nezdindeki kıymet öğrenilmek isteniyorsa duaları kontrol etmek gerektiğidir. Duadaki muvaffakiyetiniz aslında kulluk seviyenizdir. İbadet rakamlarındaki artışlar, beraberinde nitelik ve muhteva anlamında da belli bir kaliteyi getirmiyorsa yorgunluktan öte bir kazanç sağlamayacaktır. “İki günü birbirine müsavi (eşit) olan ziyandadır.” hadisi, ibadetlerde sayısal artışla ilgili olmayıp kullukta samimiyet, derinlik ve enginlik kazanmaya yönelik bir uyarıdır. Yoksa “Zikrinizi, namazınızı, sadakanızı şu kadar sayıda artırın.” çağrısı değildir. Eğer öyle olsaydı, ameller tahammülü imkânsız birer yük halini alırdı. Oysa buradaki ikaz; dua ve ibadetlerde “derinleşme ve devamlılığı” ihtar eden bir nitelik taşımaktadır.
Çok sağlıklı ve sağlam bir iç duyuşa ve duruşa ihtiyaç söz konusudur. Derinlikli düşünülürse derin niyetler kurulur. Böylesi bir derinlik ve enginlik “çarpan etkisi” yapar ve sayılı, sonlu şeylere sayısızlık, sonsuzluk buudu kazandırılmış olunur. Duyuş ve duruş derinliği, amel ve ibadetlerin özgül ağırlığını artırır.
İmam-ı Gazali Hazretleri’ne sormuşlar; “Dünyadaki önem sıralamamız nasıl olmalıdır?” diye. Cevap müthiş: “Kendini mezarda düşün, oradan dünyaya bak.”