İslam âlimleri sorumluluk alanımızı iman, cihad, ahlak ve ibadet çerçevesinde değerlendiriyorlar. Bu ölçüler çerçevesinde baktığımızda günümüzdeki Müslümanların kişilik ve duruşları nasıl olmalıdır?
Bugün iman, ihlas, amel, cihad, olmazsa olmazdır. Bunlarla beraber Müslümanların haddini bilmesi lazım. Haddini bilmezlik bizi nerelerden nerelere getirdi. Müslümanlar cihad edelim diyorlar, cihad kelimesini kullanıyorlar. Peki gerçek cihad nasıl oluyor? Bakınız, Peygamber Efendimiz (sav) zamanındaki sahabe-i kiram efendilerimiz cihad yapmıştır. Sahabeler Mekke’den, Medine’den kalkıp Çin’e, Afrika’ya, Hindistan’a, dünyanın dört bir yanına gittiler; oralarda İslam’ı anlattılar. İslam, dünyaya yayıldı, gelişti, devletler kuruldu. Bir zaman sonra nihayet Osmanlı Devleti kuruldu.
Toplum Gevşerse Orada Zillet Olur
Bütün günahları bir adamın sırtına yüklemek olmaz; toplum gevşerse orada zillet olur, işte o zilletten dolayı da illetler meydana geldi. Osmanlı toprakları bugünkü Türkiye topraklarından on kat daha büyüktü. Ama Müslümanlar zillete düştü, illete düştü, keyfi hareketler başladı. İsmi şanı olmayan, gücü kuvveti olmayan milletlere ordularımızı helak ettirdik. Balkan harbinde düşmanın doğru dürüst bir ordusu yoktu ama bizi geri çekilmek zorunda bıraktılar. Yunanistan’ın doğru dürüst bir ordusu yoktu ama adamlar Selanik’ten kalktı, bizi Ankara Haymana Ovası’na kadar sıkıştırdı. Cephelerde ordularımızı yitirdik; Filistin, Kudüs, Yemen’de ordularımızı yitirdik. Yedi tane ordudan kala kala 400 bin civarında asker kaldı. Son gücümüzle düşmanı dağıttık ama Edirne’nin bir mahallesi Yunanistan’da, bir mahallesi Bulgaristan sınırları içinde kaldı. Eskiden oralar Edirne’nin kazasıydı. Bunlar neden oldu? O zamanlar âlim yok muydu? Vardı ama bunlar şahsî menfaatlerinin uğruna memleketi, o günkü insanlığı mahvettiler. Onun için âlim olalım, zâhid olalım, zâkir olalım ama geçmişteki büyüklerimizin de halini gözümüzün önüne getirelim.
En Büyük Noksanlığımız Haddimizi Bilmemek
Şimdi insanlarda çeşit çeşit haller var. Mesela deseler ki on bin lira veren orgeneral rütbesini alabilir ve giyinebilir; Türkiye’de orgeneral rütbesini almayan adam kalır mı? Kalmaz... Deseler ki şu kadar para getirirseniz size mürşidlik unvanını vereceğiz, almayan kalmaz. Demek ki insanların içinde haddini bilmezlik var ama gücü yetmediği için içinde saklıyor. Bugünkü halden kurtuluşun en bariz yolu “Biz bunları istemiyoruz.” diyeceğiz. Benden paşa olur mu, parayla paşalık rütbesi olur mu? Parayla şeyh, profesör olacaksın. Bunlar böyle bir işe yarar mı hiç? İşe yaramaz, çünkü sen o işin ehli değilsin. Bu işler, onun eğitimini alanların harcıdır. Onun için insanlar haddini bilecek ve haddini bildikten sonra da “Benim kilom bu, boyum bu, sıkletim bu, ben ancak bu işi yapabilirim.” diyecek. “Gel seni şöyle bir makama getirelim...” dediklerinde yapamam diyemiyoruz. Bakıyorsun, konuşurken öyle bir konuşuyor ki sanki Türkiye’yi idare edebilecek, “Ben bunu yapabilirim.” diyor. Diyor ama işte bu adam haddini bilmiyor demek. En büyük noksanlığımız, en büyük acizliğimiz haddimizi bilmemek. Onun için Allah bizlere haddimizi bilmeyi nasip etsin. Haddimizi bilirsek; âlimsek âlimliğimizin değerini biliriz, ârifsek ârifliğimizin değerini biliriz, fakirsek fakirliğimizin değerini biliriz, zenginsek zenginliğimizin değerini biliriz. Herkes kendi değerini, kendi gücünü, kendi kapasitesini kabul ederse o zaman bu memlekette huzur olur, saadet olur. Ama herkesin kendi gücünü hiçe sayıp “Ben bunun da hakkından gelirim.” diyerek ortaya çıkması yüzünden, maalesef dünyadaki Müslümanların hiçbirinin birine hayrı olmuyor. Neden, çünkü zamanında eğitim yanlış alındı.
Bakın Soma’da 301 kişi vefat etti. Bir Müslüman olarak akşam bunu duyunca o gece uyuyabildin mi? Orada oğlunu kaybeden anne-babalar var, babasını kaybeden evlatlar var, kardeşini kaybeden kardeşler var. Onların feryatlarının karşısında sen Müslüman olarak nasıl uyuyabiliyorsun? Suriye’de yüz binlerce insan katledildi, hâlâ da katlediliyor. Senelerdir Filistin’de Müslümanlar katlediliyor. Dünyanın neresinde Müslüman var ise ezilip gidiyor. Sayı olarak epey de fazlayız. Dünyadaki Müslümanları adet olarak sayarsak bugün Müslümanların sayısı Amerika’dan da Rusya’dan da fazla ama tutarlılık yok. Yani o birliği, o beraberliği yaşayacak zihniyet bizde hâlâ yok.
Şimdi adam; “Ben bir işin başına gelirsem benim gelirim ne olur? Bu sadece maaşla olmaz, bunun bir de yan gelirleri var mı?” diyor.
Bizim ismimizi Müslüman koymuşlar, bir ibadet tarzımız var -ibadetin nasıl olduğunu da iyice bilmiyoruz- İslam’ı yaşama yok. Allah bizlere akıl fikir versin. Eğer dünyadaki Müslümanlar Peygamber Efendimiz’den (sav) bugüne kadar şuurlu, bilinçli olarak “Benim mümin kardeşimin menfaati benim menfaatimden ileridedir, ben onun için her şeyi yapabilirim.” deseydi bugünkü Müslümanlar bu halde olmazdı.
İnsan, bir münafığın, bir ihtiras sahibinin esiri oldu mu her şey elinden gidiyor, Allah muhafaza buyursun. İnsanoğlu âlim de olsa Allah’a ve Resulullah’a muhabbetli de olsa fitneye esir olabilir. Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de “Fitneyi sevmiyorum.” diyor, “Onlara rahmet yok.” diyor. Saltanat kuracağım diye Müslümanlar birbirleriyle çatıştılar. Bunlardan parçalanmalar doğdu, görüş ayrılıkları meydana geldi. Türkler Müslüman olduktan sonra bu işi biraz derleyip toparladılar ama nereye kadar. Selçuklu’da toplandı, onlarda da bir gevşeme oldu. Daha sonra Şeyh Edebali Hazretleri baktı ki Ümmet-i Muhammed dağılacak, parçalanıyor, perişan olacak; Ertuğrul Gazi’yi buldu. Onu iyice eğittikten sonra, İslamî akidelere uyarak yavaş yavaş Osmanlı Devleti’ni kurdu. Sonuçta Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri çağ kapadı çağ açtı. İstanbul fethedildi, Peygamber Efendimiz’in (sav) medh ü senâsına mazhar olundu. Sonra fitne teşkilatı yavaş yavaş devreye girmeye başladı ve itikadımızı zayıflatmaya başladılar. Bir müsteşrik şöyle diyor: “Biz Müslümanlarla harp edemeyiz, bunlar bizi her zaman yener. Bunların elindeki Kur’ân’ı almadıkça biz bunlarla baş edemeyiz.” Birtakım fetvalar verilmeye başlandı, birtakım uydurma din anlayışları başladı, bunlara “bidat” diyoruz. 300 sene önce başladılar. 1900’lerde vücut kanserli bir hale geldi. Cennet mekân Sultan Abdulhamid Han Hazretleri padişah olduğu zaman Avrupa Osmanlı’ya “hasta adam” diyordu. Sultan Abdulhamid Han 33 sene kendi çabasıyla bu hasta adamı ayakta tutmaya çalıştı. “Hasta adam” kimdi biliyor musunuz? “Hasta adam” o günkü Müslümanlardı. Eğer o zamanki Müslümanlar aldatıldıklarını anlasaydılar, o zamanki Müslümanlar çok büyük bir gaflete düştüklerinin farkına varsaydılar, İslam yeniden bir birlik sağlayacaktı ve o birlik sağlansaydı Osmanlı yıkılmayacaktı. Allah bizlere önce haddimizi bilmeyi nasip etsin. Peygamber Efendimiz’den (sav) bugüne kadar Müslümanların çoğu haddini bilmediğinden dolayı çeşitli tefrikalara düştü. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular: “…Benim ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka dışında hepsi ateşte olacak...” Sahabeler: “O kurtuluşa erenler kimlerdir ya Resulallah!” diye sordular. Resulullah Efendimiz: “Onlar benim ve ashabımın gittiği yoldan gidenlerdir.” (Ebu Davud, Tirmizi, İbni Mace) buyurdu. Demek ki Peygamber Efendimiz bu ümmetin paramparça olacağını o zamandan haber vermiş.
Şahsi olarak, bir memlekette, bir köyde, Allah’ına inanan, Peygamberi’ni seven, Kur’ân’ına inanan, Kur’ân’ını seven kişiler de olmuştur ama onların da gücü yetmemiştir. O müminlerin de Allah ölenlerine rahmet eylesin, kalanlarına da selamet versin. O müminlerin bireysellikten kurtulup kuvvet haline gelmesi ilimle olurdu, bilimle olurdu; o ilimleri bilimleri biz başkasına kaptırdığımız için esareti de kabul ettik.
Bugün Hristiyan olan İspanya, yüzyıllarca İslam’ı yaşadı. Dünyanın ilim merkezi olan o İspanya’ya ne oldu? Devasa kütüphaneleri vardı, İslam’ın sırrı oradaydı. Orada da menfaatçilik başladı, orada da ikilik başladı, orada da ayrılık başladı, Allah onları da “kün fe yekûn” etti. Oradaki Hristiyanların birçoğunun dedesi Müslüman’dı. Allah bizleri o hallerden bu hallere düşürdü. Bugün de bizim size tavsiyemiz şudur: Bu halden kurtulmak için gençlerin daha çok çalışması lazım, daha çok mesaj vermeniz lazım, daha çok yazı yazmanız lazım ki Müslümanlar “Ben kaç kişi ile beraberim, birliğim.” diye düşünsün. Şu anda biz Feyz cemaatinin içindeyiz; ben Feyz cemaatinin içinde olmaktan iftihar ediyorum. Çünkü birlik, beraberlik, kardeşlik ve samimiyetleri aşikâr bir şekilde görünüyor. İşte bütün Müslümanlar böyle olursa dünyaya İslam güneşi yeniden doğar. Yoksa konuşmalarımız usulde kalır.
Doktor, bir adama dese ki “Arkadaş, senin bir aylık ömrün kalmış!..” Buna ne okuma para eder ne ilaç para eder. “Sen yaşarsın, doktorun dediği lâfa bakma, sen şöyle akıllı adamsın, sen böyle adamsın…” demekle bu adama sen ne morali veriyorsun, adam ölecek. Biz şimdi iflas etmiş haldeyiz. Trilyonlardan bahsediyorsun ama yalan söylüyorsun; sen bu kadar zengin değilsin, sen bu kadar güçlü de değilsin... Müslümanlar ne zaman ki birlik içerisinde olurlar o zaman zengin olurlar, o zaman güçlü olurlar, o zaman yapacakları işe doğru yön verirler ve işte o zaman “Ben bu işi yapacağım.” dersiniz. Allah bizi Suriye’ye, Irak’a, Filistin’e benzetmesin, inşallah öyle olmayız. İnşallah öyle olmayız da sizlerin gayretiyle. Yazın, çekinmeyin, okusun millet… İnşallah bu millet bir gün, birisinin önderliğinde bu birliğin sembolü olur.
İmansız Adamda Akıl Olmaz, Akılsız İnsanda da İman Olmaz
Günümüzde çok zeki insanlar var fakat nefsin ahmaklığıyla muzdaripler… Bu çerçevede önümüze nasıl hedefler koymamız lazım, buna karşı nasıl bir metot izlememiz lazım?
Allah’ın, yeryüzünde insanlardan başka milyonlarca mahlûku var. Bunlardan bir kısmı sularda yaşıyor, kaplumbağadan örnek verelim. Bunlar sudan çıkıyorlar, kumun içerisine yumurtluyorlar, üstünü de örtüyorlar. Yumurtalar orada bir müddet durduktan sonra yavrular kabuğunu kırıp çıkıyor. Ormana doğru gitmiyorlar, suya doğru gidiyorlar, zekâyı görüyor musun? İnsanda böyle bir zekâ var mı? İnsanlara ahmak desen seni mahkemeye verirler. Sadece bu mahlûkla kendimizi mukayese etsek, acaba onunla benim aramdaki fark nedir diye bir düşünsek nasıl olur? İşte insanda akıl olması lazım. Akıl da Allah’ın nurudur. İmansız adamda akıl olmaz, akılsız insanda da iman olmaz. Aklı vardır, aklı varsa imanı da vardır; imanı varsa akıl da vardır. Menfaatini düşünen sadece insan değil, diğer bütün mahlûkatta öyledir… Bakıyorsunuz göçebe kuşlara, göçüp gidiyorlar. Bir sene sonra gelip aynı çatının altındaki o yuvayı buluyorlar. Zekâsı yok mu şimdi bunun? Var ama bu varlıkta utanma yok, sıkılma yok, edep yok, hayâ yok; çünkü hayvanattan… Şimdi insanlar menfaat sağlıyor diye akıllı mı oluyor? Allah muhafaza, insanlar bugün birbirini aldatıyor, bu akıllılık mı şimdi, buna zekâ denir mi şimdi? Akıllı olan insanın imanı olur; imanı olanın da aklı olur. Biz hareketlerimizi daima ölçülü tutacağız, benim imanıma uyuyor mu uymuyor mu? Cenab-ı Hakk bana bir din nasip etmiş, Kur’ân ve Sünnet ile sabit olan bir din. Benim yapacağım iş Kur’ân’a Sünnet’e uyuyor mu uymuyor mu? Bunu da imanın yapacak. İşte o zaman “Bu, Cenab-ı Hakk’ın emrine uygun değildir.” deyip geriye çekilirsen Allah senin aklındaki düşünceni hayra yorar ve böylelikle akıllı olmuş olursun. Ama para kazanayım da ne olursa olsun diyorsan bu akıl değildir. Ama halk arasında çok zeki vs. diyoruz. Ama imanla ölçtüğümüz zaman, adam içki satıyor, adam haram bir mekân açmış çalıştırıyor, “Ben para kazanıyorum.” diyor. Biz şimdi buna akıllı mı diyeceğiz? Onun için aklı olanın imanı olur. İmanın ölçüsü Kur’ân’dır, Peygamber Efendimiz’in (sav) hayatıdır, hadislerdir. Peygamber Efendimiz her iş için bir bildiri vermiştir, bu bildirilere “hadis” diyoruz. Bunu yapmayın, şunu yapın, şu işi böyle yapın buyurmuştur. Kur’ân’a ve Peygamber Efendimiz’e teslim olduğumuz an akıllı oluruz; Kur’ân ve Peygamber Efendimiz’e teslim olmadığımız an akılsız oluruz. Hayvanî arzulara, şehevî duygulara esir olan insana, şehevî duyguları için her şeyi yapan insana insan mı denir, akıllı mı denir, zeki mi denir? Toplumun da en büyük yanılgısı bu. Şöyle demek akıl işaretidir ancak: “Ben akıllıyım, çünkü Kur’ân’dan ayrılmam; ben akıllıyım, çünkü Peygamber Efendimiz’in sözlerinden dışarı çıkmam.”
“Rabbin’in Yoluna, Hikmetle, Güzel Öğütle Çağır”
İslam’ı anlatma noktasında nasıl bir ilme ve nasıl bir misyona sahip olmamız lazım?
Kur’ân-ı Kerîm’de Cenab-ı Hakk buyuruyor ki: “(Ey Muhammed!) Rabbin’in yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır…” (Nahl, 16/125) Bu, insanlar için çok güzel bir ameldir ve Allah o zaman onu sapıklıktan alır, doğru yola götürür. İnsanlara sert davranmamalıyız. Bir insan nasihat dinlerken birdenbire tepki de gösterebilir ama ona karşı gayet latif konuşmalıyız. Peygamber Efendimiz’den, geçmişteki büyüklerimizden, bazen de insanın ruhunu yükselten güzel sözlerden bahsetmeliyiz… Cenab-ı Hakk “Yumuşak davranın.” diyor. Hemen, cehenneme gideceksin diyerek insanları ürkütmeyelim. Evvela insanlara güzel güzel anlatalım. “Böyle amel edersen Cenab-ı Hakk sana çok büyük ikramlar verecek, dünyanı da ahiretini de mamur edecek, ne mutlu sana…” diyerek insanları ümitlendirelim.
Ben üniversite gençleriyle konuşurken diyorum ki: Ben seksen yaşına geldim. On senesi çocukluk, geri kalan 70 senelik hayatımdaki yaşadığım manzaraları size anlatıyorum. Yağlı boya tablolarda manzaralar vardır, o manzarayı gencin gözünün önüne getireceksin, “Aslında böyle oluyormuş.” dedirteceksin. Eğer o genç o manzarayı kabul ederse seni anlamış demektir. Sen ona evvela sevdirmeden, “Şu işi yap, bu işi yap, şöyle olur, böyle olur…” dediğin zaman “Bu benim işim değil.” diyebilir… Onun için yaşlıya, yaşına göre güzel sohbet etmeli; gence de gençliğine göre sohbet etmeli. Onları evvela kendimize ısındırmalıyız, kendimizi sevdirmeliyiz. Sonra o kendiliğinden yönünü değiştirir, senden de benden de daha güzel olur. Ama sertlikle hiçbir şey öğretilmiyor. Talebe anlattığını anlamadı mı bir daha anlat, yine anlamadı bir daha anlat. Sen suratını ekşitirsen, çocukta sana karşı olumsuz hisler uyanırsa o çocuk hiçbir şey öğrenemez…
Allah sizden razı olsun. Feyz Dergisi’ni okuyanlardan, dağıtanlardan, dinleyenlerden Allah razı olsun. Ben Feyz cemaatini de Feyz Dergisi’ni de Feyz Dergisi için çalışanları da can-ı gönülden seviyorum, hepsine can-ı gönülden selamlarımı söylüyorum.