Kur’ân bize yeter.” “Kur’ân Müslümanlığı” “Hadisleri kendimiz yorumlayalım.” anlayışı oluşturulmaya çalışılıyor. Bu anlayışın gidişatı nefislerin arzu ettiği bir boyuta doğru evriliyor. Maalesef, insanlar da nefislerine hoş geldiği için bundan etkilenebiliyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Cihat kıyamete kadar devam edecek.” Cihat iki şeydir: Başkalarına İslam’ı anlatıp yaymak ve Müslüman kalabilme mücadelesi verebilmek. Çünkü karşınızda yaman bir düşman var. Düşman, sizinle mücadelenin sektörünü yapmış ve bu mücadeleyi hep çeşitli yollardan, farklı versiyonlarla yapıyor. Önce, sıradan Mekkeli müşrikler gibi, “Göğüs göğse vuruşalım, bunları yok edelim.” dediler ama bunu başaramadılar. Sonra dediler ki: “Kur’ân’ı okusunlar, ama bizim istediğimiz manayı versinler, bizim istediğimiz gibi anlamlandırsınlar.” Bu çok daha kârlı bir karşıt cihat. Yani bize karşı, İslam’a karşı ortaya koydukları mücadele. Zaten anlamlandırma işini çözünce, yaşam tarzıyla mücadeleye gerek kalmıyor. Ben hep şunu söylüyorum öğrencilere: Namaz kılmamak, kıldırmamak için 40 tane kitap inceliyorlar ve sonuçta “Bak, namaz yokmuş.” deyip bunu da bilimsel çalışma olarak ortaya koyuyorlar. Bilimsel çalışma bu mudur, ya da kaynakların tüketilmesi midir? Kendi azizlerine tek kelime söyletmiyorlar, onların cümlelerini kelâm-ı kadim ifadesi gibi kabul ediyorlar; ama senden sürekli tüketmeni istiyorlar. Tasavvuf ilkelerini tüket, fıkhı tüket, hadisleri tüket, Kur’ân’ın anlamını çarpıt... Kaynakları tüketerek üretilen ilim, ilim olmaz ki; kaynaklardan üretince ilim olur.
İslam düşmanları, “Kur’ân’a istediğimiz manayı verdirelim, buna da Kur’ân Müslümanlığı diyelim.” dediler. Şimdi ben soruyorum: Bırakın bizi, Asr-ı Saadet’e kadar gidelim. Resul-ü Ekrem için İslamî bilginin kaynağı neydi? Bugün bizim okuduğumuz Kur’ân-ı Kerîm, yani okunan vahiy (vahy-i metlüv), Peygamberimiz için bilginin yegâne kaynağı mıydı? Acaba Efendimiz’in başka bilgi kaynağı da var mıydı? Peygamberimiz’in İslamî bilgisinin kaynağı 114 sûreden mi ibaretti? Ben bu soruya cevap arıyorum.
Allahu Teâlâ şunu söylüyor: Biz, kitabı sana gönderdik (Nisa, 4/105); seni onlara gönderdik (Tevbe, 9/128). İşte bu nokta çok önemli! Şimdi şunu soralım: Resul-ü Ekrem (sav) için İslamî bilginin kaynağı neydi? Ashab-ı Kiram için İslamî bilginin kaynağı neydi? Aslında Ashab için İslamî bilginin tek kaynağı Muhammed Mustafa’nın (sav) kendisiydi. Mesela, Hz. Peygamber (sav) Mekke’den Medine’ye hicret ederken Kûba’da 10 ya da 14 gün kaldılar. Sonra Kûba’dan Medine’ye doğru yola çıktıktan bi müddet sonra Peygamber Efendimiz; “Cuma namazı bize farz kılındı.” dedi ve Ranuna Vadisi’nde cuma namazı kıldılar. Peki ayet mi geldi? Hayır. Ashab da “Ya Resulallah! Cuma namazını emreden bir ayet mi var?” demedi. Bugün sorsak “Cuma namazı farz mıdır?” diye; “Farzdır.” denilir. “Nereden biliyorsunuz.” “Cuma sûresi var.” denilir. Halbuki Cuma sûresi, ashab cuma namazını kılarken nâzil oldu. Dolayısıyla Ashab için bile bilginin kaynağı Resul-ü Ekrem’in bizatihi kendisiydi. Başka türlü düşünülemez.
Bakınız, şu çok önemli: Kitap, İnsanlığa açıklaması için Resul-ü Ekrem’e gelmiştir. Cenab-ı Hakk Kur’ân-ı Kerîm’de Kıyâme sûresi 19. ayette; “Sonra onu açıklamak da bize aittir.” diyor. Demek ki “Ayet yetmiyor mu?” diyemezsin; çünkü bunun beyanı da var.
Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Bana, Kur’ân-ı Kerim ve onun bir misli (hüccet olmada eş değer bir benzeri) daha verilmiştir. Karnı tok vaziyette koltuğunda oturarak, ‘Sadece şu Kur’ân’a sarılınız. İçinde helal olarak gördüğünüz şeyleri helal sayın, haram olarak gördüğünüzü de haram kabul edin.’ diyecek bazı kimselerin gelmesi yakınlaşmıştır. Şüphesiz Allah Resulü’nün haram kıldığı şey, Allah’ın haram kılması demektir.” (Musned, 4/130-133, Tirmizî)
Eğer Kur’ân, Peygamberimiz için bile bilginin yegâne kaynağıysa zekâtın niye kırkta biri veriliyor? Bu hüküm Kur’ân’da yok. Niye akşam namazının farzı üç rekât? Bu da Kur’ân’da yok. Siz şunu mu demek istiyorsunuz: “Onu Resul-ü Ekrem kendi hevasından çıkardı!” (hâşâ) Ama ayette şöyle buyruluyor: “Eğer (Peygamber) bize isnat ederek bazı sözler uydurmuş olsaydı mutlaka onu kudretimizle yakalardık.” (Hâkka, 69/44, 45) Dolayısıyla koca bir hadis külliyatını inkâr ederseniz Resul-ü Ekrem’i susturmuş olursunuz. Sonra kim konuşacak? Hz. Peygamber’in konuşmasına tahammül edemeyenler kendileri konuşacak.
Tabiri caizse, Hz. Muhammed’siz bir İslam ortaya konulmaya çalışılıyor.
Evet, dolayısıyla İslamî bilginin kaynağı bizatihi Resul-ü Ekrem için bile sadece Kur’ân-ı Kerîm değildir. Biz kim oluyoruz da Kur’ân bize yetiyor?! O zaman, “Kur’ân Müslümanlığı” derken kime karşı çıktıklarının farkına varmalıyız. Bunların asıl maksadı Efendimiz’i susturup kendileri konuşmak.
Kur’ân’ı Kerîm’de Rabbimiz buyuruyor ki: “Tîn’e ve zeytûn’a andolsun. Sinâ Dağı’na andolsun. Bu güvenli şehre andolsun ki…” (Tîn, 95/1-3) Şimdi soralım: Neresi bu şehir? İşte Resul-ü Ekrem’in hayatına, sünnetine bakmadan bunu anlamak imkânsızdır. Mesela bu şehir “Ankara.” Niye Ankara olsun? Öbürü Bayburt der, öbürü de Mekke der. Peki ya Kudüs ise? Şimdi hangisi İslam olacak bunların. Resul-ü Ekrem’i devre dışı bıraktığınız zaman nasıl anlayacağız? Böyle bir şey olamaz, bunun bir mantığı yok, bu yol tutarlı bir yol değil. Kaldı ki Kur’ân’dan bilgi alacak kişinin, o bilgiyi anlayacak düzeyde olması gerekir. Mesela, herkes cep telefonu kullanıyor ama nasıl çalıştığını anlamıyor. Nasıl çalıştığını anlamak için bir alt yapı gerekiyor. Yine mesela, bi kişiyi biyoloji, kimya bilgisi olmadan alıp tıp fakültesine öğrenci yapsak orada ne yapabilir ki? Peki, Kur’ân bütün ilimlerden daha derin bir ilim değil mi? Hiç alt yapınız olmadan, hemen okuyup nasıl anlayabilirsiniz? Allahu Teâlâ; Hak ile bâtılı ayırt edebilme kabiliyetinin muttakilik ile mümkün olduğunu söylemiştir. (Talâk, 65/2) Demek ki öncelikle İslam’ı sağlam bir şekilde yaşamalısınız. İslamiyet’i sağlam yaşamıyorsanız bu kitap sizinle konuşmuyor zaten; sizinle konuşuyor zannediyorsunuz. Dolayısıyla doğru anlayış, sağlam bir imanla ve bildiğinle sağlam yaşamakla ortaya çıkar. Abdullah bin Mesud diyor ki: “Bir insan eğer ilmiyle amel etmeyecekse niye okuyup duruyor? Amel etmediği ilim onu zehirler.” Dikkat edin Kur’ân 23 senede nazil oldu ve ashab her inen ayeti hayatında fiiliyata dökerdi.
Çok sağlam hadis kaynakları olduğunu biliyoruz. Hadisleri okuyarak mezhepleri iptal edip kendince amel edenler var. Böyle bi davranış ne kadar doğrudur?
Bakın bi örnek vererek bu konuyu ifade edelim. Varsayalım ki bir arkadaşımız hasta. Biz ona “Gel seninle ecza deposuna gidelim, bütün ilaçlar orada var, beğendiğimiz ilacı alalım.” desek bu sağlıklı olur mu? Peki, doktora başvurmadan direkt ilaç alsak kendimizi tedavi şansımız ne kadardır? İşte hadis okumak da böyledir. Hadisler ecza deposu gibidir. Biz hadis okuyup kendimizce anlamlandıramayız. Bu işi ehli olan yapar. Biz de onları takip ederiz.
Tâbiîn alimlerinden A’meş, Ebu Hanife’nin talebesi olan Ebu Yusuf’a bir mesele sorar. Ebu Yusuf da meselenin hükmünü verir. A’meş; “Bu hükmü nasıl verdin.” der. Ebu Yusuf da “Senin bana söylediğin hadisten.” diye cevap verir. A’meş der ki: “Evlat! Sen daha doğmadan ben bu hadisi biliyordum. Fakat bu anlama geldiğini bilmiyordum.” Dolayısıyla eczacı olmakla doktor olmak birbirinden farklıdır.
Peki o zaman bizler hiç hadis okumayalım mı?
Elbette ki hadis okuruz, okumak da lazım. Ecdadımız Buhârî hatimleri yapardı savaşlardan evvel. Bunlar olacak. Bizim demek istediğimiz şudur: Hadisler hammaddelerdir; bunlar ehlince manalandırılmalıdır. Eğer böyle olmazsa mezhepleri inkara kadar giden sorunlarla karşılaşırız. Mesela yaşadığım bir olayı burada örnek vermek isterim. Bir arkadaşım, rükûya giderken ellerini kaldırmaya başlamış. “Neden böyle yapıyorsun, mezhep mi değiştirdin?” dedim. “Yok hocam, mezhep değiştirmedim; ama biz Hanefiler hep yanlış kılıyormuşuz.” dedi. “Niye?” dedim. “Hocam! Ben sana 27-28 tane hadis gösterebilirim; hepsinde Resul-ü Ekrem (sav), ‘Rükûya giderken ellerinizi kaldırın.’ diyor. Biz şimdi Peygamberimiz’in dediğini mi yapacağız, yoksa Ebu Hanife’nin dediğini mi yapacağız? Ebu Hanife, ellerinizi kaldırın demiyor, ama Peygamberimiz ellerinizi kaldırın diyor.” Dedim ki: “28 tane hadis diyorsun ya, onların her birinin birinci râvisinin aynı adam olduğunu biliyor musun?” “Bilmiyorum?” dedi. Öncelikle Peygamberimiz’in dediğine boynumuz kıldan ince, onda hiçbir sıkıntı yok. O dediyse biz bunu tartışamayız. Ama sadece hadise bakıyorsun, râvi ne demek bilmiyorsun, sonra da kalkıp Ebu Hanife’yi suçluyorsun; yani işin ehli değilsin. Ebu Hanife zaten bu hadisi bildiğini söylemiştir. Fakat bu hadisin râvilerinden bir tanesi Mekkeli bir şahıs ve daha önce başka bir hadis sebebiyle ta’n edilmiş, yani şahsın sicil bozukluğu var. Ebu Hanife bunu haber-i vahid olarak değerlendirmiş ve esas almamıştır.
Abdullah bin Mesud’un rivayet ettiği bir hadis var. Bu hadiste “Eller ancak 7 yerde kaldırılır.” deniyor. Bunların içinde rükûya giderken ellerin kaldırılması yok. Ancak Ebu Hanife bu rivayeti de haber-i vahid olarak değerlendirdi. İşte burada başka kriterler esas alındı. O da şudur: Hazreti Ömer’in vefatından sonra, yaklaşık 1500 sahabe Kûfe’ye hicret etti. Fakat bu sahabelerin hiçbir tanesi rükûya giderken ellerini kaldırmıyordu. Namazda ellerin kaldırılması da çok marjinal, uç bir bilgi değildir. Mesela miras konusundaki bir ayrıntı gibi herkesin bilemeyeceği bir konu değildir bu. Herkesçe bilinmesi gereken bir konuda -umumi belvâ diyoruz buna- sadece bir rivayeti değer almak çok isabetli olmaz. Dolayısıyla Ebu Hanife de uygulamalardan hareketle Abdullah bin Mesud’un rivayet ettiği hadisi esas alarak fetva vermiştir.
Bir de şöyle bir kriter vardır: “İki tane hadis çatışırsa, hangisinin râvisi fakihse o dikkate alınır.” Mesela şöyle bir örnek verelim: Sizin memlekette, köyde deprem olmuş ve siz kendi eviniz yıkıldı mı yıkılmadı mı bilmiyorsunuz. Köyden birisi geliyor, diyor ki: “Sizin evi gördüm, sizin ev sapasağlam duruyor.” Bu bir haber-i vahid. Aradan bir zaman geçiyor ve siz hâlâ köye gitmemişsiniz. Bu arada başka biri daha geliyor ve “Depremde sizin köydeki ev çok büyük zarar görmüş; derhal ona müdahale edin.” diyor. Bu da haber-i vahid. Fakat bu ikinci adam aynı zamanda inşaat mühendisi. Siz şimdi iki rivayetin hangisine itibar edersiniz? İşte Ebu Hanife de râvide fakih olma şartı arıyor. Dolayısıyla hadis ilmini bilmeden, fıkıh ilmini bilmeden, hadisleri okuyup “İşte hüküm budur.” diyemezsiniz.
Açık açık “Mezhebe gerek yok.” diyenler de var.
Şimdi soralım: Abdestin farzı kaç? Ebu Hanife’ye göre 4, İmam Şâfi’ye göre 6. Mezhebi iptal ettiğimiz zaman, biz yine bir mezhep kurmuş olacağız aslında. Mesela camide namaz kılan 200 kişiye, “Allah Kur’ân’da, başınızı mesh edin diyor. Başımızı mesh etmeyi nasıl anlamalıyız?” diye sorsak 200 tane cevap çıkar. Yani mezhebi iptal mümkün değildir. Kaldı ki, mezhebin varlığı sistematik bir düşüncenin sonucudur. Körü körüne ne Ebu Hanife’ye kimse bağlanmalı ne de İmam Şâfi’ye kimse bağlanmalı. Zaten alimler derler ki: “Avamın mezhebi olmaz, Ehl-i ilmin mezhebi olur.” Bir insan bir mezhebe müntesip demek için, mukallidi olduğu, taklit ettiği mezhebin hem görüşlerini hem kaynaklarını hem de delillerini bilmesi gerekir. İşte ona biz mezhep sahibi deriz. Halk ise itimat ettiği âlim ne derse onu yapmak zorunda. Mesela, bugün biri Müslüman olsa abdesti nasıl tarif edeceksiniz, ikindi namazı kaç rekât, kime göre cevap vereceksiniz? Yani mezhepler İslam’ı yaşayışı kolaylaştırır. Teorik olarak mezhebe karşı olabilirsiniz ama mezhebi kaldırdığınız zaman, 4 olan mezhebi 400’e çıkarmaktan başka bir şey yapmış olmazsınız. O zaman da “Hangisi Peygamberin getirdiği?” demek zorunda kalırsınız.
Bazıları da “Hadise gerek yok. Kur’ân bize yeter.” diyor. Halbuki Allahu Teala Kur’ân’da Nisâ suresi 59. ayette Hz. Resul’e tam itaat etmemizi istiyor.
Öncelikle burada iyi niyet yok, bu çok açık ve net. Bir de maalesef bazı insanlar, hadis eğitiminde, hadis telakkisinde bir Goldziher mantığına hâkimler. Goldziher der ki: “Aksi ispat edilinceye kadar her hadis mevzudur (yani uydurmadır).” Bu yaklaşım moderniteyle birlikte şöyle başladı: Önce tasavvufu inkâr ettiler. Daha sonra mezhepleri inkâr aşamasına geçildi. Sürecin sonucuna baktığımızda, vahyi inkâra kadar geldiler. Bu işin nereden başladığını iyi anlamamız gerekir. Birincisi, tasavvufu inkâr edip “Şeyhler kötüdür, müteşeyyihler iyidir.” dediler. Maalesef, şimdi piyasa müteşeyyihten geçilmiyor. Zaten gerçek şeyhler de çok kalmadı günümüzde.
İkincisi, mezhepleri inkârla devam ettiler. Bu modernistlerin öncülerinden Cemaleddin Afgani diyor ki: “Ortada Allah Resulü’nün hadisi varsa, kitap ortada, sünnet ortadaysa, ben Ebu Hanife gibi anlamak zorunda mıyım?” Bunların yeni söylemleri de şu oldu: “Fukaha endeksli din anlayışına hayır.”
Sonra “Hadisleri biz de anlayabiliriz.” dediler. Hadis ilmi kriterlerine göre hadisin senedindeki, ricalindeki duruma göre o hadis sahih, zayıf, hasen diye anlandırılır. Fakat bunlar “Bu hadisleri sadece senet itibarıyla tenkit yetersizdir. Gerçek hadis, sadece senediyle değil metniyle de tenkit edilmeli.” dediler. Peki, metin tenkidini biz hangi kritere göre yapacağız? Dediler ki: “Hadisleri daha sahih hadislerle karşılaştıralım. Mesela, haber-i ahadı meşhur hadisle, mütevatir hadisle karşılaştıralım.” Ancak bu yolla işin içinden çıkamadılar ve sonra dediler ki: “Hadis metnini tenkit ederken hadisleri Kur’ân’a arz edelim.” Bunun sonucunda öyle bi noktaya geldiler ki şöyle cümleler duymaya başladık: “İşte metni ve senedi itibarıyla sahih ama uydurma bir hadis.” Metinde problem yok, senette problem yok ama hadis uydurma diyorlar. Sebebini sorunca “Bana ters.” diye cevap veriyorlar. O zaman bilginin kriteri sen oldun, senin nefsin oldu. Bu akıl değil, hevadır. Kimse kimseyi kandırmasın.
Ebu Hanife’yi susturmak için hadisleri konuşturmak isteyenler, teknik açıdan işin içinden çıkamayınca işte böyle tökezlediler. Biraz önce ifade ettiğimiz gibi hadis metinlerini Kur’ân’a arz ettiler ve böylece birçok hadisi iptal ettiler.
Başka bir durum da şöyle: Mesela, bir doktor tıpla ilgili bir konuda hadisçiye soruyor: “Ne zaman ana rahmindeki çocuk, çocuk olur? Ne zaman fetüstür, ne zaman embriyodur, ne zaman ruh üflenir?..” Hadisçi diyor ki: “Resulullah tabibü’l kulub’dur; ama tabibü’l ebdan değildir (kalp doktorudur ama beden doktoru değildir). Dolayısıyla onun bu konuda söylediği bilgiler Arap kültürüne dayanır.” Haklı olarak doktor diyor ki: “Bilim kendini sürekli yeniliyor. Biz Resul-ü Ekrem’in dilinden sağlam bilgiler alırsak, kendimiz de onun üzerine bir şeyler ekleyebiliriz.” Hadisçi ısrarla “Resulullah maneviyat doktorudur, beden doktoru değildir.” diyor. Bu şekilde de birçok hadisi iptal ettiler. Sonuçta dediler ki: “Biz hadisleri inkâr etsek bile küfre girmeyiz. Kur’ân bize yeter.” Buradan da yeni bir oluşum çıktı ortaya.
Baktığımız zaman Kur’ân’ı Kerîm’de kozmik ayetler var, eski peygamberlerin kıssaları var, dualar var, kıyametle ilgili bilgiler var. Fakat onlar için bir problem var: ahkâm ayetleri. Zaten ahkâm ayetlerini çıkardığınız zaman geriye İslam’dan bir şey kalmaz.
Bunların önde gelen isimlerinden Fazlur Rahman, Kur’ân’daki ahkâm ayetlerini iki şekilde değerlendirmeye aldı: amaç nitelikli ahkâm ayetleri, araç nitelikli ahkâm ayetleri. “Esas olan amaçlardır; doğru olun, dürüst olun, adaletli olun, herkese hakkını verin...” Şunu ifade edelim ki bu amaçlar güzel ama bunlar İslam’dan önce de vardı. Hatta Budizm’de de var, Hristiyanlık’ta da var ve başka dinlerde de mevcut. “Bunların nasıl gerçekleştirileceği ise (araç kısmı) zamanın şartlarına göre ve kültürlere göre değiştirilebilir.” dediler. İnsanlar sonuç itibariyle şöyle sormaya başladı: “Hocam! Aslında namaz da Allah’a yakın olmak için bir araç değil midir? Ben Allah’a yakın olmak için başka bir araç bulmuşsam, namazdan da vazgeçebilir miyim?!!” Bunu kabul edince ne çıktı şimdi ortaya? Kişi spor kıyafetlerini giyiyor, yürüyüş yapıyor; bu arada da namaza niyet ediyor. Hareket var, niyet var! Zaten bunlara göre “salât” demek “dua” demek. Kişi bu esnada duasını da yapıyor. Sonra da “Namaza ne gerek var. İşte ben de ibadetimi yaptım.” diyor. Peki, Muhammed Mustafa’nın (sav) getirdiği din nerede kaldı o zaman?
Bu aşamadan sonra, “Vahiyle akıl çatışırsa ne yapacağız?” meselesine geldiler. Dediler ki: “Akıl vahiyden üstündür.” Bunu da bir ayete bağladılar. O da şudur: “...Allah’ın size fazlı ve rahmeti olmasaydı, pek azınız hariç, muhakkak şeytana uyardınız.” (Nisâ, 4/83) “Buradaki “fazl” vahiy demektir.” dediler. “Allah’ın fazlı yani vahyi olmasaydı çoğunuz şeytana tâbi olurdunuz.” anlamını verdiler. Ve dediler ki: “Bu ayette, pek azınız hariç, diye ifade edilen grup aklen yeterli olan kimselerdir. Yani bunlar vahiy olmasa da şeytana tâbi olmazlar. Mesela, Peygamberimiz de aklen yeterli biriydi. 40 yaşına kadar vahiysiz yaşadı. Hatta Muhammedü’l Emîn bile oldu. Dolayısıyla Peygamberimiz’in vahye ihtiyacı yoktu. Vahiy, aklen yeterli olmayanların ihtiyacı olduğu için geldi. Aklen yeterli olma hususunda Peygamberimiz tek de değildir, başkaları da var aklen yeterli olan. O zaman da vardı, bu zaman da var. Dolayısıyla aklen siz yetersizseniz, o zaman sizin vahye ihtiyacınız var. Ama aklen yeterliyseniz, sizin vahye ihtiyacınız yok.” diyorlar. Şimdi, bu saçmalıkları kabul eden bir kişiye siz dini anlatsanız ne der size? “Senin aklın yeterli de benim ki yetersiz mi? Ne anlatıp duruyorsun bana!!” demez mi? Elbette der. Dolayısıyla böyle bir fikri kabul ederseniz, yeryüzünde vahye muhatap olan bir tane insan bulamazsınız. Çünkü herkes “Ben aklen yeterliyim.” diyecek ve vahye kulağını tıkayacaktır. Bu da heva’nın ilah edilmesinden başka bir şey değildir.
En sonunda şunu söylediler: “Allah’ın kelâmıyla, Allah’ın yarattığı kulunun kelâmı arasında bir fark yok.” (Hâşâ)
Bakın tahribat böyle yapılıyor işte. Oysa dini muhafaza bizim görevimizdir ve Allah’ın aklını sorgulamak, insanı iblis yapar. Dikkat ederseniz Allah Kur’ân’da, şeytanla hiç polemiğe girmiyor. Allah; “Nasıl olur da elimle yarattığıma secde etmezsin.” diyor. Şeytan da “Ben ondan üstünüm. Çünkü onu çamurdan yarattın, beni ateşten yarattın. Ateş çamurdan üstündür.” diyor. Allahu Teâlâ şeytanla, çamurun veya ateşin üstünlüğünü tartışmıyor. Şeytanı hemen kovuyor. Bu şu demektir: “Kime akıl veriyorsun sen?” Dolayısıyla esas olan Yaratıcı’nın dediğini yapmaktır.
İşte bütün bu söylemler ile din tahrip ediliyor. Din düşmanları bu fikirleri, Müslümanların “hoca” dediği kişilere söyleterek insanların itikat dünyasında büyük bir tahribat yapıyorlar. Müslümanlar bu oyunlara gelmemeli. Son olarak şunu ifade edelim ki; İslam’ı, hayatında sağlam bir şekilde yaşayan ilim, fikir, irfan ehlinin sözlerine itibar etmeliyiz.