Ahlaki erdemlerin en önemlilerinden birisi ve belki de en başında geleni doğruluktur. Doğruluk, kişinin inanç, niyet ve düşüncelerinde, işlerinde, söz, iş ve davranışlarında, hakikate, adalete, gerçeğe uygunluktur. Doğrulukta temel nokta gerçekle örtüşme, olup bitenle uyuşmadır. Yani bizim dışımızda meydana gelen bir olay ile, bu olayı zihnimizde değerlendirme sonucu vardığımız kararın birbiriyle tam uyuşmasıdır.
Bunun yanında doğruluk; gönülden, içten gelerek, samimi olarak, hakkı verilerek yapılan eylemlerdir. Dolayısıyla doğruluk önce niyet ve düşüncede başlar. Bir kimsenin niyet ve düşüncesi bozuksa, onun yaptığı iş ve davranışların ahlaki bir değeri olmaz. Gösteriş için, başkalarını etkilemek ve onların gözlerinde kendi değerini yükseltmek için bir yoksula yardımda bulunan kimse doğru bir iş yapmış sayılmaz.
Doğruluk, söz ve ifadelerinde gerçeği söylemektir. Sözde doğruluk, doğru olduğuna inandığı, bildiği ve tanık olduğu gerçekleri olduğu gibi, eksiksiz ve fazlasız, sözle ve yazı ile ifade etmek demektir. Bunun tam karşıtı yalandır. Yalan, “gerçeğe uygun olmayan sözleri söylemek”, olmuş bir olayı olmamış, olmamış bir olayı olmuş göstermek” “başkasının fikirlerini tahrif etmek, kendi düşündüğü ve bildiğinin aksini söylemek” olarak tanımlanır. Yalan söylemek, gerçekleri gizlemek ya da çarpıtmak, yalan sözle insanları kandırmak, aldatmak ve hile yapmak, iftira etmek, ahlak dışı bir davranıştır. Yalanda, aldatmak amacıyla bilerek ve gerçeğe aykırı olarak söz söyleme vardır. Burada, yalan söyleyenin gerçeğin ne olduğunu bilmesi ve karşısındakini aldatmak amacıyla gerçeğe aykırı, bu gerçeği saptırarak söz söylemesi söz konusudur.
Doğruluğun bir diğer boyutu ise söz ve davranışlar arasında bir tutarlılığın olmasıdır. Sözler ve yapılanlar birbirini destekler. Doğru olan insanlar iddia ettiklerini ispatlarlar, kendileri ile ilgili olarak yaptıklarını konuşur ve konuştuklarını yaparlar. Kişinin verdiği sözlere uygun davranması, sözünün özünü yansıtması, doğruluğun bir gereğidir. Söz verme, bireyin kendi gerçeğinin farkına varması ile yani kendisini tanıması ile yakından ilişkilidir. Kendini tanıyan, yapabilecekleri ve kendi sınırları hakkında gerçekçi bir görüş sahibi kimseler, söz verirken bilinçli bir şekilde davranırlar. Yerine getiremeyeceği sözleri vermemeye çabalar, verdiği sözleri de yerine getirirler.
Söz ve eylem tutarlılığının bir gereği, verdiği sözü yerine getirmek/yerine getiremeyeceği sözler vermemektir. Herkese bol bol vaatlerde bulunan fakat bunları yerine getirmeyen kimse de yalancıdır. Birisine söz vermek, ona bir hak tanımak, yükümlülük altına girmek demektir. Sözünü tutmayan kimse; başkasını boşuna ümitlere düşürür, onu aldatmış, hayal kırıklığına uğratmış, kendi onur ve saygınlığını da küçültmüş olur. Çok konuşan, çok yemin eden kimse yalancılığın kapısını çaldığı gibi, çok vaatlerde bulunanın da vaatleri şüphe ile karşılanmalıdır.
Doğruluk ve Gerçeği Saklama
Doğruyu söylemek görevi, insanın her bildiğini söylemesi demek değildir. Belki hiçbir zaman yalan söylememesidir. Bazı durumlarda gerçeği söylemeyip susmak, açıklamada bulunmamak ve sır saklamak da bir görevdir. Bir kimsenin gerek kendisine, gerekse başkasına ait ve gizli kalması gereken bir şeyi içinde saklaması gerekir. Bir insanın evinde olan şeyleri, ailesi ve çocuklarına ait işleri, şurada burada ve önüne gelene anlatması faydadan çok zarar verir. Ailenin şeref ve haysiyetini sarsar. Bunun gibi, komşularının ve akrabalarının özel yaşayışlarıyla ilgili ve gizli kalması gereken şeyleri başkalarına anlatmak da birçok olumsuz etkiler meydana getirmesi bakımından ahlak dışıdır. Bu tür davranışlar arkadaş, dost ya da komşuları darılttığı gibi, onların halk arasında dedikodu konusu olmasına sebep olur. Arkadaşlık, dostluk, komşuluk veya akrabalık sebebiyle bize sırrını açıp fikir soran kimsenin sırrı, bize bırakılan bir emanettir. Bunu çevreye yaymak ise emanete hıyanet etmektir. Bu gibi sırların dedikodu şeklinde yayılması hatta bazen basın yayın araçlarıyla bütün bir ülke insanlarınca bilinir hale gelmesi, birçok aile felaketlerine ve zararlara sebep olabilmektedir.
Buna göre; bir kimsenin kendisine söylenmiş olan veya görevi gereği öğrendiği bir sırrı söylemesi doğru değildir. Milletine ve yurduna zarar verecek bir bilgiyi düşmana söylemek, yahut bir ailenin yıkılmasına sebep olacak bir gerçeği açıklamak da doğru değildir. Bir kimsenin beden sakatlığını ve ayıplarını yüzüne vurmak da doğru sayılmaz. Bazen de gerçeği açıklarken bazı kayıt ve şartlara uymak gereklidir. Bir doktorun öleceğini anladığı bir hastaya bunu açıktan açığa söylemesi, onu daha kötü bir duruma sokar.
Doğru bilgilere dayanmak, iyi niyet sahibi olmak ve konuşmalarında gerçeği ifade etmek, yine de doğru olmak için yeterli değildir. İnsan aynı zamanda doğru olanı yapmak ve yaşamakla da sorumludur. Yalnızca söz ve düşüncede kalan bir doğruluk anlayışı eksik ve yetersizdir. İşinde sahtekârlık yapmamak, yaptığı işe hakkını vermek, kendi kişisel çıkarlarını artırmak için başkalarının hakkından bir şey eksiltmemek, yapılması gerekenin en iyisini yapmak da önemlidir. Özellikle iş ve ticaret hayatında kaliteli, sağlam, düzgün iş yapmaya dikkat etmek gerekir. Bozuk ve eksik, zamanında yapılıp teslim edilmeyen işler alıcıyı zarara uğratır; dolayısıyla bunun karşılığında alınmış olan ücret hak edilmemiş olur. Ölçü ve tartıda hile yapmak, bozuk ve çürük mal vererek insanları aldatmaya çalışmak büyük bir ahlaksızlıktır. Hile ile kazanılan mal ve servet helal değildir.
Kısacası; doğru olan insanın, içi ile dışı, özü ile sözü birdir, dürüsttür. Söyledikleri ile yaptıkları arasında uyum ve tutarlılık vardır. Yalandan, hileden, gösterişçilikten, ikiyüzlülükten uzak durur; aldatmaz ve kandırmaz. Samimiyet, içtenlik, açık yüreklilik ve dürüstlükle işlerini yürütür.
Doğruluğun ve Yalanın Psikolojisi
İnsan hem gerçeği arama hem de doğru ve uygun işler yapma ihtiyacı içerisindedir. Kendi içinde ve kendi dışındaki dünya ile uyum arayışı hayat boyu süren bir süreçtir. Doğruluk karakterine sahip olma bakımından kişilerin farklı düzeylerde olduğu da bir gerçektir. Doğruluk; “bireyin bilinçli bir şekilde doğru bildiği hususlarda, tutarlı bir şekilde eylemde bulunması özelliği” olarak ele alınırsa aslında, her insanın yapısında bu yönde bir çabanın var olduğu da göz ardı edilemez. Yalan söylemek, inandığından farklı davranmak ve yaşamak, kişide psikolojik rahatsızlık ve uyumsuzluk yaratır. Çünkü kişinin özünün, sözünün ve eyleminin tutarlılık içinde olması kişisel bütünlük açısından gerekli olan bir şeydir. Bilinç seviyesinde fark edilen bir bölünmüşlük, bilişsel çelişki ve tutarsızlık rahatsız edici bir durumdur. Onun için tam bir tutarlılık ve bütünlük elde etme yönünde kişisel çabalar sürüp gider. Kişinin ahlâkî yargıları ile ahlâkî davranışları arasındaki uyum kişiyi dürüstlüğe götürür. Bu şekildeki öz-tutarlılık kolay oluşmaz. Bireyler ahlâkî akıl yürütmeleri ile herhangi bir uyumsuzluk olmamasını sağlamak için hatalarını gerekçelendirmede ustadır. Suçu başka bir yere atmak ve ahlaklı olmayan davranıştaki kişisel sorumluluğu en aza indirmek nispeten kolaydır. Mesela, sigara içmenin kanser yapacağını bilen bir sigara tiryakisi açısından bu sıkıntı verici bir durumdur. Bu çelişkili durumun uzun zaman sürdürülmesi zordur; çünkü bu bir içsel bölünmeye yol açar. Ya bilgilerini, tutum ve davranışıyla uyumlu kılmak için sigara içme davranışında bir değişiklik yapacak, ya da sigara konusundaki bilişsel çelişkiyi azaltmak için duruma uygun yeni bazı bilgiler oluşturacaktır. Söz gelimi; “Sigara benim sinirlerimi yatıştırıyor.” “Daha dikkatli çalışmama yardımcı oluyor.” “Çevremde kabul edilmemi sağlıyor.” gibi. Ayrıca, uyuşan bilgileri arttırma yanında, çelişen bilgilerin önemini azaltma yolu ile tüm bilişsel çelişki azaltılabilmektedir. Mesela, “Birçok doktor da sigara içiyor; demek ki sigara içmenin kansere yol açtığı doğru değil.” ya da “Aslında içinde yaşadığımız kirli hava kansere yol açıyor; demek ki sigara içmekle kanser arasındaki ilişki o kadar ciddi değil.” gibi bilgiler, çelişen bilgilerin önemini azaltmaya yöneliktir.
Burada, insan tabiatında doğru dürüst ve tutarlı olmanın, yalan yanlış işlerden uzak durmanın kendi benliğimizin selameti açısından gerekli olduğuna dair içsel bir kabul olduğunu görüyoruz. Öyle ki “kendini kandırma” ve “vicdanını rahatlatma” pahasına, tutarlılık yönünde bir çabaya başvurmadan, insanın rahat edemediği anlaşılmaktadır. Bu çaba kimlik ve benlik gelişiminin önemli bir yanını oluşturur. Bir şeyin ahlaki açıdan doğru olduğunun bilinmesi, kişinin bu yargıya uygun şekilde davranmak gibi bir zorunluluk hissedeceği anlamına gelmez. Burada açıkça dile getirilmeyen soru şudur: “Ahlaki açıdan doğru olanı yapmak ne kadar önemlidir?” Sorumluluk duygusunun olmaması, yargı ve davranış arasındaki bağlantıyı koparan önemli bir noktadır. Öte yandan, kişisel sorumluluk duygusunun varlığı bu iki unsur arasında doğrudan bağlantı kurulmasını sağlar. Kişisel sorumluluk, benliği davranışa götürür. Doğruluk bu açıdan, kişinin kendini tanımasında ve sağlıklı bir ben tasarımı oluşturmada önemli katkılar sağlar. Fakat şurası da bir gerçek ki, bireyler kendi birey olma durumlarını ahlâkî alanla ilişkilendirme dereceleri açısından önemli ölçüde çeşitlilik gösterirler. Bazıları için, “Ben doğru olanı yapan türde bir kişiyim.” fikri, kişilikleri açısından son derece önemlidir. Bir başka kesim içinse davranışlar üzerine düşünmek, en iyi ihtimalle davranışın sonrasında gerçekleştirilen bir iştir. Güçlü bir ahlaki kendilik, gündelik işler sırasında ahlaki değerlerin önemli ölçüde öne çıkması ve kişinin ahlâkî akıl yürütme sürecinin kişinin kimlik duygusu ile bütünleştirilmesi şeklinde tanımlanır.
Doğrunun bilgisi her zaman hazır ve elde edilebilir değildir. Bu anlamda insanın gerçeği araştırma ve davranışlarını bilgileri ile uyumlu kılma görevi vardır. Bu bilgi, hem kişinin kendisi hem doğruluğun kaynağı ve hem de doğru davranışın ilkesi ve biçimlerini içine alır. Gerçeklere ulaşma, araştırıcı, sorgulayıcı, eleştirel bir tutumu zorunlu kılar. Bu da kişiyi sürekli bir gelişim çabasına sokar.
Bireyin kendi duygu, düşünce ve değerleri konusunda eylemde bulunması demek olan kişisel bütünlük, ancak doğruluk sayesinde mümkündür. İnsanı doğru olmaya, yalan ve ikiyüzlülükten uzak durmaya yönelten içsel sebepler vardır. Bir kimsenin fıtratı bozulmamış, vicdanı kötü bir tarzda yapılanmamış ise; kişinin kalbi doğru dürüst işlerden huzur, yalan yanlış işlerden de kuşku ve huzursuzluk duyar. Fakat insan kendini ve başkalarını bilinçli ya da bilinç dışı yollarla kandırabilir, bunda da büyük bir başarı sağlayabilir. Fakat böylesi insanların gerçek huzur ve mutluluğa ulaşmaları kuşkuludur.
O halde denebilir ki doğruluk bir yandan kişisel bütünlüğün şartı ve göstergesi, bir yandan da insanda güven, huzur ve cesaretin kaynağıdır. Kişisel bütünlük ancak doğrulukla sürdürülebilir. Kişisel bütünlüğüne önem veren kimse, kendi iç dünyasına yani duygu, düşünce ve değerlerine özen gösterir, onları hafife almaz. Kendi duygu ve düşünceleri hakkında mesaj iletirken onlarla çelişmemeye çalışır. Eylemi ile iç dünyası ve sözünün tutarlı olmasını sağlamaya çalışır. Böylece kendi değer ve ilkeleri ile tutarlı olarak yaşar. Bu da onda, her ortamda kendine güven ve cesaret aşılayan bir güç kaynağı oluşturur. Doğru insanlar korkusuzdur, kendilerinden emin olurlar. Toplumda saygın bir yer edinirler, çevrelerindeki insanlar onlara güven duyar. Buna karşılık, yalancı, ikiyüzlü, dönek, hilekâr kimseler kendi iç dünyalarında huzursuz, sıkıntılı, korkak ve güvensizdirler. Esasen doğru bildiği şekilde davranmamak, eyleme geçmemek, kişinin kendi ahlâkî kimliğine ve öz benliğine ihanettir. Bu da onları güvensiz ve cesaretsiz yapar. Böylesi kimselere, çevrelerinde pek fazla güvenilmez, insanlar arasında fazla itibar görmezler, dolayısıyla ilişkileri zayıf ya da bozuktur.
Çocukların (ve bazı yetişkinlerin) zaman zaman yalan söylediklerini biliriz. Yalancılık, anne-babaları ve öğretmenleri en fazla kaygılandıran ve tiksindiren kötü bir huy olarak gözükmektedir. Yalancılık birçok şekilde kendisini göstermektedir. Bir yandan sükût, öte yandan mübalağa, sır veya kılık değiştirme, başkalarıyla işbirliği yapıyormuş gibi görünme, aldatıcı bir tavır takınma, hiçbir zaman yerine getirilmeyen vaatler, gerçeği söylemek bir görev iken bunu yapmaktan kaçınmak, bunların başlıcalarıdır.
Burada öncelikle bir hususa dikkat çekmek gerekmektedir: Çocuğun kasıtlı olarak söylediği yalanlarla, sadece gerçeği değiştirerek anlatmasını birbirinden kesin olarak ayırma zarureti vardır. Şunu da ilave edelim ki yalanla yanılmanın sınırı her zaman kesin olarak belirlenemez. Çünkü birçok halde akıl ve irade çok değişik ölçülerde işe karışır. Birçok kişi kendisini o kadar incelikle aldatabilir ki bunları ne tamamıyla samimi ne de tamamıyla yalancı sayma imkânı vardır. Ahlâkî bir sorun olarak yalan ancak 7-10 yaş arasında ortaya konulabilir. Bazı büyükler bile, gelişmelerinde bu çocukluk safhasında kalmışlardır. Bunlardan, konuşurken sözlerini, hatıralarıyla karşılaştırmak gereğini duymayanlara rastlanır. Bu kimseler herhalde duygularınca doğru saydıkları şeyi, olaylar bakımından olan doğruluğa üstün görürler. Bunlar farkına varmadan isteklerini, korkularını, rüyalarını, duygularını, hayallerini dile getirirler. Bunlar arasında öyleleri vardır ki uydurdukları yalana, sırf kendileri söyledikleri için kendileri de samimi olarak inanırlar. Acayip bir düşünceyle sözleri, yeterli bir kanıt gibi görünür kendilerine. Aslında onların zihninde bir ahlak kavramı da vardır; fakat olaylarla bunun arasında hiçbir bağıntı kuramamışlardır.
Çocukların yalana başvurmasında, birtakım duygusal sebeplerin rol oynadığı bilinmektedir. Yalancılığın ortadan kaldırılmasında öncelikle bu sebeplerin iyi bilinmesi gerekir. Fakat şunu da unutmamalı ki, yalan söylemek alışkanlığı zamanla iyice yerleşmişse, bunu meydana getiren sebep ortadan kalktıktan sonra da sürüp gider. Genel anlamda denebilir ki yalan, gerçekte çocuğun hissettiği bir eksikliği karşılamak için başvurduğu bir yoldur. Hafif bir korku, özellikle ceza korkusu, çıkar duygusu, kendini beğendirme ihtiyacı bunların başında gelir. Uzmanların yaptıkları araştırmalar genel olarak yalanla çocuktaki “güvensizlik duygusu” arasında ilişki bulunduğunu ortaya koymuştur. Sevgi ihtiyacının giderilmemesinden doğan iç huzursuzluğu ve kendine güvensizlik, çocuğun hayatında kararlılık eksikliğine ve bu da yalan söylemeye sürükleyebilmektedir. Bağımsızlığa düşkün bazı çocuklar, büyüklerin sürekli kontrolünden kaçma ihtiyacı duyarlar. Güvensizlikleri dolayısıyla duygu ve düşüncelerini kendilerine saklayan, bunları açıkça ifade edemeyen çocuklar, hayal âlemine dalarak kendilerini büyüklerin otoritesinden kurtarmaya çalışırlar. Böylece çocuğun hakikati değiştirmesinde, güvensizlikle birlikte bağımsızlık isteği de rol oynamaktadır. Bunun yanında çok çekingen ya da çok beceriksiz çocuklar, içine düştükleri zor durumdan kendilerini ancak yalan söyleyerek kurtarabilirler. Bu durumda büyüklerin azıcık anlayış göstermesi, çocuğu kendi zayıflığına karşı koruyacaktır. Bazıları yalanı bir övünme aracı olarak kullanmakta ve gerçekten sahip olmadıkları bazı meziyetlerin kendilerinde bulunduğunu hayal etmektedirler. Bu durumda, alçak gönüllülük ve gösterişçilikten uzak durma yönünde çocukların eğitilmesi gerekmektedir.
Din ve Doğruluk
Arapçada “sıdk” ve “istikâmet” kelimeleri, dilimizdeki doğruluk anlamlarına gelir. Sıdk (sa-de-ka) kökünden türeyen bütün kelimeler, herhangi bir şeyde “sıhhat ve kemâl” anlamlarını taşır. Dolayısıyla sıdk, “mükemmellik, söz ve davranışlarda sağlam ve güçlü olmak” demektir. Bunun karşıtı “kizb” ise yalan, yanlış, asılsız, isabetsiz demektir. İstikamet (kıyam ve kıvam kökünden); kaldırıp dikmek, düzeltip doğrultmak veya özenle yerine getirmek anlamlarına gelmektedir. Düz bir çizgide yol almak veya gidilecek yol, hedef anlamlarında da kullanılmaktadır.
Ku’rân-ı Kerim’de Hz. Peygamber’in (sav) şahsında tüm inananlara şu talimat verilmektedir: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” (Hud, 11/112) Bu ayetin Hz. Peygamber’i (sav) çok düşündürdüğü ve bu emrin ağır sorumluluğu altında adeta ezildiğini yansıtan şu ifadeleri nakledilir: “Hud suresi beni kocalttı.” (Tirmizi) Bu ifade, dürüst bir yaşayış sürdürmenin büyük bir ciddiyet, hassasiyet ve gayret istediğini dile getirmesi bakımından dikkat çekicidir.
Din açısından doğru olmak temel bir görevdir ve bu da ancak ilahi kurallara uygun şekilde yaşamaya bağlıdır. İslam’ın bir özel anlamı da “doğru yol”dur (sırât-ı müstakim). İnsan ancak hayatında doğru bir yol üzerinde ve doğru amaçlar benimsemiş olarak doğruluğa ulaşabilir. Doğruluk hakikate uygunluk anlamında ele alınırsa; tek mutlak hakikat (el-Hakk) Allah olduğuna göre doğruluğun kaynağı da O’dur ve doğru yolu gösteren de. Onun için, inanan insanlar her gün beş vakit kıldıkları namazda Yüce Allah’a: “Bizleri doğru yola ilet!” (Fatiha, 1/5) diye dua ederler. Gerçek anlamda doğru olabilmek, doğru yolu bulabilmek ve orada istikrarlı bir şekilde yürümek için insan Allah’ın yardımına muhtaçtır. İnsanın kendi bireysel çabaları tek başına bu konuda yeterli olmaz. Allah’la işbirliği yaparak ve İlâhî talimatlara zihnimizi ve gönlümüzü açarak, oradan aldığımız güç ve ilhamla insan doğru dürüst bir hayat yaşayabilir. Bu yüzden Ku’rân-ı Kerim’de Peygamber Efendimiz’e (sav) ve O’nun şahsında tüm inananlara şu şekilde dua etmesi telkin edilmektedir:
“De ki: Rabbim! (Gireceğim yere) doğruluk ve esenlik içinde girmemi sağla. (Çıkacağım yerden de) beni doğruluk ve esenlik içinde çıkar. Katından bana yardımcı bir kuvvet ver.” (İsra, 17/80)
Hz. Peygamber doğruluğu (sıdk); gönülden, içten gelerek, samimi olarak, hakkı verilerek yapılan eylemler olarak nitelemiştir. İslam açısından doğruluk, dindarlığı tanımlayan en temel özelliktir. Bir gün Hz. Peygamber, yanına gelen ve “Ey Allah’ın elçisi! Bana dini öyle tarif et ki bundan sonra ben onu kimseye sorma ihtiyacı duymayayım.” diyen kimseye şöyle cevap verir: “Allah’a inandım de, sonra dosdoğru ol!” (İbn-i Hanbel, Müsned III/41) Hayatlarını İlahî yolda doğru bir şekilde yaşayan kimseler, gerçek güven ve huzura kavuşacaklardır. Ku’rân-ı Kerim bu durumu şöyle açıklar: “Şüphesiz Rabbimiz Allah’tır deyip sonra da dosdoğru olanlara hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de.” (Ahkâf, 46/13) Aynı şekilde bir başka ayetin anlamı da şöyledir: “Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip de sonra dosdoğru olanlar var ya, onların üzerine akın akın melekler iner ve derler ki: Korkmayın, üzülmeyin. Size (dünyada iken) va’dedilmekte olan cennetle sevinin!” (Fussilet, 41/30) Bir başka ayette ise şöyle buyrulur: “...Doğru sözlü erkek ve kadınlara, Allah bağışlanma ve büyük ödül hazırlamıştır.” (Ahzâb, 33/35)
Buna göre, gerek bu dünya yaşamında gerekse ölüm sonrası hayatta korkusuz ve üzüntüsüz, güven ve huzur içerisinde bir hayat sürmenin yolu, dosdoğru olmaktan geçmektedir.
Doğruluk, bütün iyilik ve erdemlerin anahtarıdır. Hangi konuda olursa olsun niyet, söz ve davranışın ahlaki bir değer taşıması ancak doğruluk-dürüstlük özelliğine sahip olmasına bağlıdır. Böylece doğru olma tutumu ve yönelimi diğer tüm ahlaki erdemlere ulaşmada temel gösterge durumundadır. Aynı şekilde yalancılık, sahtekârlık, samimiyetsizlik, ikiyüzlülük de bütün kötülüklerin başıdır. Başlangıçta böyle bir yolu benimsemiş olan kimsenin sonuçta varacağı durak da kötülük ve erdemsizliktir. Bu konuda Hz. Peygamber’den (sav) şöyle bir hadis nakledilmiştir: “Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir, iyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında doğrucu (sıddîk) diye kaydedilir. Yalancılık, yoldan çıkmaya (fücûr) sürükler. Yoldan çıkma da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır.” (Buhari, Edeb 69; Müslim, Birr 103-105)
Hz. Peygamber’in (sav) hadislerinde “yalan söylemek” ve “yalana şahitlik yapmak” (Buhari, Şehâdât 10, Edeb 6, İsti’zan 35, Istitâbe 1; İman 143), “yalan yere yemin etmek” (Buhari, Eymân ve’n-nüzur 16, Diyât 2), Allah’a ortak koşmak ve anne-babaya itaatsizlikten sonra en büyük günahlardan birisi olarak sayılmaktadır. Yalan söylemek ve verdiği sözden caymak münafıklık alâmetidir (Buhari, İman 24; Müslim, İman 107,108) Yalan söyleyerek veya malın ayıbını gizleyerek, daha doğrusu karşısındakini aldatarak para kazanmak mümkün olsa bile bu Müslümanca bir tavır değildir. Zira Hz. Peygamber; “Bizi aldatan bizden değildir.” (Müslim, İman 164) buyurur. Zaten yalan söylemek alışverişte bereketi de ortadan kaldırır. (Buhari, Büyû 19, 22,44, 46; Müslim, Büyû 47) Bütün bunların yanında bazı durumlar vardır ki orada yalan söylemek hayırlı bir sonuca yol açması bakımından hoş görülmüştür: “İnsanların arasını düzeltmek”, “aile birliğini sağlamak” ve “harpte düşmanı şaşırtmak” için uygun sözler taşıyan yalancı sayılmaz. (Buhari, Sulh 2; Müslim, Birr 101)
Doğruluk Eğitimi
Çocukların doğruluk karakteri ile yetişmesi için anne-baba ve eğitimciler tarafından dikkate alınması gereken bazı hususlar şu şekilde ifade edilebilir:
•Sevgi ve güven ortamı. Çocuğa sevgi ve güvenle yaklaşılmalı, korkutma ve ceza tehdidine eğitimde fazla yer verilmemelidir. Yalanın önemli sebeplerinden birisinin “ceza korkusu” olduğu unutulmamalıdır.
•Güven kazandırma. Her şeyden önce çocukların kendilerine güvensizliklerini ortadan kaldırarak güven kazandırılmalıdır. Böylece sürekli ve kısır bir olumsuzluk içinde enerjilerini tüketmelerinin önü alınmış olur. Bunun ilk şartı da bizim onlara güvendiğimizi göstermemizdir. Burada çocuğu etkileyecek en güçlü silah, doğruluğundan hiç şüphe etmediğimize, hatta bunun için kendisini çok beğendiğimize onu inandırmaktır.
•Duyguları güçlendirme. Çocuklarda doğruluk duygu ve düşüncesini geliştirmenin yolu, önce onların dikkatlerini, olayları gözlemleme yeteneklerini, hafızalarını, gerçek duygularını kuvvetlendirmektir. Önce çocuğa, gözünü kulağını açması, sonra da görüp duyduğu şeyleri hatırında tutması öğretilmelidir. Bir olayı, gördüğü bir oyunu değiştirmeden anlatmak, çocuğa herhangi bir spor ya da oyunda kazandığı başarı kadar sevinç vermelidir. Bu yolda onları iyi görmeye, gördüklerini tekrar etmeye, modelleri hakkında doğru fikir edinmeye alıştırmalıdır. Becerikli bir eğitimci, izlenimlerini doğru olarak saklayabilmeyi çocuğa bir onur meselesi olarak kabul ettirir. Doğru olmayanları da bir ahlâk kusuru gibi değil, fakat yumuşak bir şekilde direterek, bir çırağın tecrübesizliğinden ileri gelen yanlışını düzeltir gibi düzeltmelidir. Doğru olmayan bir iş yaptığında ya da yalan söylediğinde çocuk azarlanır ve işin doğrusunu söylemesi için kendisine baskı yapılırsa bir daha söylediğini ve yaptığını düzeltmek mümkün olmaz.
•Açık sözlülük. Çocukta, açık sözlü ve samimi olma isteği uyandırılmalıdır. Bunun için, hissettirmeden ve fazla örselemeden, çocuğun, karşılıklı güvenin iyiliklerini, güzelliğini, sosyal değerini anlamasına yardımcı olmak gerekmektedir. Çocuk, sosyal hayatın gereklerine uymayı kavradıktan sonra, açık sözlülüğün karşılıklı güven sağladığını da anlar. Kendisini iyileştirmek gereğini duyduğu zaman, açık sözün cesaret demek olduğunu da kavrayacaktır. Ergenlik çağına doğru, çocuğun kalbinde çok kere bir kahramanlık isteği oluşur. “Doğruluk kahramanları” üretmek üzere bundan yararlanmak gerekir. Yalnız bu çeşit kahramanlıkla, başkalarına açık açık hoşa gitmeyecek sözler söyleme zevkini, birbirine karıştırmamasını da çocuğa öğretmek gerekmektedir.
•Utandırmamak. Çocuğu herkesin içinde utandırmak, benlik saygısını (izzet-i nefs) incitmek, eğitim bakımından en kötü şeydir. En iyi ceza, kendiliğinden olan, eğitimcinin işe karıştığını hissettirmeyen, maddi olarak değilse bile mantıki olarak kabahatin kendisinden meydana gelen cezadır. Bu bakımdan, sebep olduğu kötülüğü hatırlatmak ve kendi değerini ayaklar altına aldığını düşündürmek gerekir.
•Yalana dayalı şaka ve esprilerden kaçınmak. Çocuğa yapılan şaka ve esprilerde asla yalana yer verilmemelidir. Özellikle küçük çocuklar için anne-baba güven, doğruluk ve öğrenme kaynağıdır. Onların söyledikleri ve yaptıkları doğrudur, gerçektir. Yapılan şakalar büyükleri eğlendirebilir; fakat çoğu zaman çocuk bunu anlamaz ve kendisine söyleneni olduğu gibi kabul eder ve ona göre yorum yapar.
•Sözünü yerine getirmek. Çocuklar kandırılmamalı, onlara boş ve yersiz vaatlerde bulunulmamalı, bir söz verilmiş ise mutlaka yerine getirilmelidir. Almayacağı bir oyuncağı söz veren ama almayan, belli bir saatte geleceğini söyleyen ama gelmeyen anne-baba, bir yandan çocuğuna yavaş yavaş güvensizlik aşılarken, bir yandan da yalancılığı öğretmiş olur.
•Yalanı önlemek. Çocukları mümkün olduğu kadar küçük yaşlarda yalancılık huyundan vazgeçirmek gerekir. Bunun için öncelikle, çocuğun söylediği yalanları hoş ve eğlenceli bularak, onun bu davranışını hoşgörü ile karşılamaktan uzak durmak gerekir. Ayrıca çocuğu iyi tanımalı ve zayıf yönleri iyi tespit edilmelidir. Çocuğun zayıf yanlarını bilen bir anne-baba ya da öğretmen, onu altından kalkamayacağı yollarla sınamaya kalkmaz. Çocuk küçük bir kusur işlediği zaman, “Kim yaptı bunu?” diye bağırarak çocuğun cesareti önceden kırılmamalıdır. “Ben yaptım!” demek kahramanlığını pek az çocuk gösterebilir. Bu durumda daha yumuşak davranmak ve çocuğu çileden çıkartmamak daha akıllıca bir yoldur. Ayrıca çocuk bir kabahatini itiraf ettiği zaman onu yarı yarıya affetmeli, bunu açıkça söyleme cesareti gösteren çocuğa, bu davranışının beğenildiği hissettirilmelidir.