Rabbimiz’in bir ikram ve ihsanı ve rahmetinin bir tecellisi olarak yeryüzüne yağmur gibi durmadan feyz yağar. Bu feyzin yoğunluğu mübarek gün ve gecelerde o gecenin ve günün önemine göre ciddi kesafet kaydedip artıp ziyadeleşir...
Allah (C.C.) dostları dediğimiz kişiler bu feyzi, insanların yağan bir yağmuru hissettikleri gibi çok bariz bir şekilde hissederler, hatta bu feyz olmasa manen yaşayamayacaklarını, nefes bile alamayacaklarını çok iyi bilirler.
Bu feyzleri hissetmek için ille Allah dostu olmak da gerekmez elbette… Allah dostlarının sohbetlerine katılan, onları seven kişilerde de inikas yollu bu feyz akışı resmen hissedilir.
İçimizdeki birçok arkadaşın da bunu hissettiklerini biliyorum, nitekim o kişiler de kendi iç dünyalarında bu gerçeği biliyor, o manevi tadı hissedip yaşıyorlar...
Unutmayın ki bu feyzi hissetmek yeryüzünde çok az insana nasip olan büyük bir ikramdır, değerini bilmek, şükrünü eda etmek gerekir; yoksa ya elden gider ya da istidraç olarak başınıza büyük belalar açar.
Evet, Allah (C.C.) feyzinizi ve feyzimizi artırsın, asla kesmesin; zira balıklar için deryaları oluşturan su ne ise Allah (C.C.) yolunun yolcuları için, yani bizler için de feyz almak, feyz atmosferinde yaşamak aynen bunun gibidir...
“Feyz ne demektir, ne işe yarar?” derseniz, feyz; Allah’ın (C.C.) yeryüzünden eksik olmayan bir nurudur ki nefsin kötü tabiatı ancak bu feyz ile yıkanarak temizlenir. Yani nefs-i emmarenin küfürden, şirkten arınıp da mutmain hale gelmesi, kötü huylarından vazgeçmesi ancak bu feyz ile mümkündür. Kalpler ancak bu feyzin nuru ile yumuşar manen temizlenir. Mümin gönüllerde Allah aşkı, Resulullah aşkı ancak bu feyz sayesinde ortaya çıkıp, cûş u hurûşa gelir.
Bu feyzi alabilmek, bunun kapısını açabilmek önce Allah’a (C.C.) doğru bir iman ile mümkündür; sonra ihlas ile işlenen ameller ve özellikle Allah’ı (C.C.) çokça zikretmek bu feyzi hissetmede çok önemlidir.
Cep telefonlarınızın, baz istasyonlarından gelen sinyalleri algılayıp sese ve görüntüye dönüştürmelerine benzer bu feyz işi… Herkes bilir ki bir cep telefonu sinyalleri alamıyorsa sorun o telefondadır, ya şarjı bitmiştir veya başka arızaları vardır.
Bir kalp de eğer Allah’tan (C.C.) gelen feyzi hissetmiyorsa maalesef o kalpte bir sorun var demektir ve doğrusu o kalbin acilen onarılması gerekir.
İşte gerçek tasavvuf erbabının en büyük avantajı, Kur’ân ve sünnete titizlikle uymaları sonucu bu feyz kanalını yakalamaları ve bu kanaldan hem kendilerini hem de talebelerini manen beslemeleridir... Tıpkı bir çocuğu anne sütüyle beslemek gibi…
Bir kalp onarılarak Allah’tan (C.C.) gelen feyzi hissetmeye başlarsa bu ne büyük bir nimettir. Zira Yüce Rabbi ile o kulun arasında kimsenin görmediği ancak kendisinin yaşayıp hissettiği nurdan bir yol açılmış olur. Kul o nuru takip ederek giderse Rabbi’ne doğru manevî bir yolculuğa çıkar ve bu kişi o sayede hem güzel ahlak sahibi hem de yakîn, feraset ve basiret sahibi olur.
Neticede bu feyz, o kişiyi, Kur’ân ve sünnete uygun yaşantısına da dikkat ederse kalpte imanın vicdanileşmesi dediğimiz bir hale, yani surete imandan çıkarıp hakiki imana taşır. Kur’ân bu gerçeği şöyle haber verir: “Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28)
Evet, tekrar edecek olursak nefsleri küfürden ve kötü huylardan temizleyen, onları zulmetten çıkarıp nurlar içinde yıkayan, ruhların gıdası ve şifası feyzlerdir. Feyzler olmasa insanoğlunun bu dünyadaki hali çok perişan olurdu... Feyzlerin yokluğunu bir düşünün ne hale gelirdik, Rabbim bu halden cümlemizi muhafaza buyursun.
Yukarıda da zikrettiğimiz gibi nefs-i emmare denilen ve mümin, münafık, kâfir fark etmez her kulda bulunan bu zulmetli yapı bizlere imtihan için verilmiş, ruh ve kalpten ayrı bir manevî yapıdır. Yaratılış itibariyle de dünya sevgisiyle doludur. Açıkçası ahiret mükâfatını beklemeye tahammülü olmayacak kadar aceleci ve sabırsızdır; bu nedenlerle de imana değil inkâra meyillidir. Ruhlar ise saf halleriyle melek gibidirler; imanlıdırlar, iyilik yanlısıdırlar. Dolayısıyla biz insan deyince, iki ayrı manevî yapı olan ruh ile nefsin birleşmiş, kaynaşmış birbirinde yok olmuş halinden bahsetmiş oluruz aslında...
“Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbim’in merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” dedi. (Yusuf, 12/53) ayetinde de açıkça Yusuf aleyhisselamın ifade ettiği gibi nefs tezkiye olmamış hali ile daima kötülüğü emreder. Yine ayetin ifadesiyle bu halden “Rabbim’in merhamet ettikleri” korunup kurtulabilirler…
Bu nedenle Rabbimiz, nefislerin iman etmesi ve kötülüklerinden korunup kurtulması için Kur’ân’ı indirmiş, Resulü aracılığı ile de bize nefs-i emmareyi kötülüklerden arındırıp temizlemenin yollarını öğretmiştir.
Kur’ân’ın da açık beyanı ile Resulullah’ın önemli bir görevi de İslam’ı tebliğ etmenin yanında ashabın nefislerini de tezkiye edip onları kötülüklerden temizlemesidir.
“O, ümmîlere, içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Hâlbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Cuma, 62/2) Bu ayetten de açıkça görülüyor ki Kur’ân’ın yanında sünnetin de bilinmesi ve yaşanması nefsin tezkiyesi için elzemdir. Sadece Kur’ân bize yeter diyenler bu ayete göre de çok büyük bir kayıp ve aldanış içerisindedirler.
Nefs-i emmarenin niçin kâfirliği tercih ettiğini, bunun en önemli sebebinin ne olduğunu şöyle açıklayabiliriz: Ego, yani benlik duygusu nefsin inkârının en önemli nedenidir. Ego dediğimiz benlik duygusu, bağımsız olmayı sever. Yani hiçbir yere bağlı olmayı, hiçbir yerden emir almayı sevmez. Arzu ve isteklerinin birileri tarafından tahdid edilmesinden, sınırlarının çizilmesinden hoşlanmaz. Bu duygu, hak-hukuk tanımadan hep kendi arzu ve isteklerini ortaya koymak ister; dolayısıyla da bağımlılıktan hoşlanmaz. İşte bu halinden dolayı ego, dinden, imandan, dolayısıyla hâşâ Allah’ın (C.C.) var olmasından rahatsızlık duyar. Yine bu nedenle egonun dümenine girmiş bir insan da ibadetler olmasın, günahlar olmasın, kimseye hesap vermesin ister. Tıpkı ergen çocukların o dönemlerindeki psikolojilerinden dolayı ebeveynlerinin tahdid ve sınırlamalarından rahatsız olmaları gibi nefs de Allah’tan, (C.C.) Kur’ân’dan, sünnetten, hak ve hukuktan rahatsız olur ve sırf işte bu nedenle inkârı tercih eder…
Nefsin bu hali psikolojide bir kişilik bozukluğu olarak bilinen narsisizmi hatırlatır. Narsisizm; kişinin kendini beğenmesinde en zirve noktadır ki insanın kendine hayran olması halidir. Bir kişi kendine hayran ve âşıksa dünyayı kendi etrafında döndürmek, herkesi kendine kul köle yapmak ister; yani bu kişi o derece benmerkezci birisi demektir… Dolayısıyla kibirlidir, bencildir, empatisizdir, merhametsiz ve sevgisizdir, hep kendisi için çalışır, kendini sever, birini sevecekse de menfaati icabı sever, yoksa kimseleri sevmez, saygı göstermez. Bu istediklerini başaramazsa da büyük bir bunalıma girip kendine zarar verir. İşte nefs-i emmarenin tıpkı bu narsist kişilik tarifiyle özdeşlesen bir yapısı vardır.
Nefsin bu tehlikeli yapısını bilen bir mümin bununla başa çıkmak için ne yapmalıdır denirse: “Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28) ayetini tekrar hatırlamak gerekir.
Allah’ı (C.C.) anmak, hatırlamak, zikretmek ve bu neviden yapılan tüm ibadetler feyz kaynakları, feyz pınarlarıdır. Nefsin egosantrik mizacına ve sınırsız bir bağımsızlık duygusu hastalığına birebir ilaçtırlar. Yani feyz atmosferinde kalmak ve bu ortamlardan faydalanmak, nefs-i emmarenin bağımsızlık duygusu hastalığını zayıflatır, aksine Allah’a karşı da bağımlılık duyusunu güçlendirir.
Eğer müminler olarak bu bağımsızlık hastalığı teşhis edilip zamanında çaresine bakılmazsa kişiyi önce dini görevleri önemsememeye ve ihmale, sonra da hak ve hakikati inkâra kadar götürür Allah (C.C.) muhafaza buyursun…
Ra’d suresi 28. ayetten çıkan önemli bir anlam da nefsin yalnız entelektüel çabalarla olgunlaşamayacağı gerçeğidir. Ayette zikredin ki iman kalbinizde olgunlaşıp kemale ersin mesajı veriliyor. Çok okur âlim olursanız, itikat konusunda bir tane olursanız imanınız olgunlaşır denmiyor. Bu ayet gerçekten tasavvufun hak olduğunun da en güçlü delillerindendir. Tüm tasavvuf ehli bu ayetten ilham alarak zikirle olgunlaşma yolunu tercih etmiş ve bu ayetin anlamına da vicdanlarında yaşayarak şahit olmuşlardır...
Bunun dışında bir yol olan objektif deliller, ampirik metotlar, mantıksal çıkarımlarla elde edilen iman, zikirle elde edilenin yanında çok zayıf kalmaktadır. Nedenine gelince her fırsatta bahsettiğimiz gibi iman konusu gaybî bir mevzuudur, salt maddi delillerle kesinlikle ispat edilip kapatılamaz. Bu imanın bir ucu hep sorulara açık kalacaktır ve zaten bu nedenledir ki bizden iman etmemiz istenmektedir. Yani iman konusu delillerle tamamen ispat edilip kapatılsaydı iman etmek diye bir şey de olmazdı…
O zaman iman çorbası içerisinde her zaman vesveseler olacak demektir. Bu gerçeği bilmek ise çok önemli bir bilgi olup bizi vesveselerin panikletmesinden ve zararlarından koruyacaktır.
Feyzli ortamların haricinde nefsin bir başka ilacı da dürüstlüktür. Evet, nefsin en çok korktuğu ahlak dürüstlüktür. Korkaklık ve menfaat kişiyi yalana sevk eder. Bu yalan bazen çevremize bazen de bizatihi kendimize olur. Hak ve hakikat karşısında dürüst olamayanlar nefsle mücadelede başarılı olamazlar. Zira nefs ile ilişkilerde dürüst olmak çok işe yarar, nefs bu durumda gerçeği kabul eder ve istemeyerek dahi olsa itaati tercih eder. Yani hakperestliği kendimize şiar edinmemiz, dürüstlüğü ilke edinmemiz bizi doğru olanlardan yapacak ve nefsle mücadelemizde bize güçlü bir yardımcı olacaktır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, böyle tehlikeli bir yapısı olan nefs-i emmarenin varlığından haberdar olmak bizi bu konuda daha dikkatli ve gayretli olmaya teşvik etmelidir. Bunun için hatta nefsi tezkiye edip hakiki imanı elde etmeye çalışmak bu dünyadaki en önemli amacımız, en vazgeçilmez gayemiz olmalı, gerçek manada akıllılık da budur.
Allah’a (C.C.) emanet olun.