Yaratılış mayamız itibariyle, her an değişme potansiyelini bünyesinde barındıran farklı bir varlığız. Allah Resûlü’nün ifadesiyle insan, sabah mü’min akşam kâfir ya da akşam kâfir sabah mü’min olabilecek bir özelliğe sahiptir. Cennete girmeye bir adım kala cehenneme yuvarlanabilir ve yine cehenneme girmeye bir adım kala cennet ehlinden olabilir. Bu hâliyle o, pozitif ve negatif kutuplar arasında sürekli gelgitler yaşar. Yunus Emre’nin şu dizeleri insanın bu özelliğini güzel bir şekilde tasvir eder:
Hak bir gönül verdi bana, hâ demeden hayran olur,
Bir dem gelir şadan olur, bir dem gelir giryan olur.
Bir dem sanasın kış gibi, şu zemheri olmuş gibi,
Bir dem beşaretten doğar, hoş bağ ile bostan olur.
Bir dem cehalette kalır, hiç nesneyi bilmez olur,
Bir dem dalar hikmetlere, Calinus u Lokman olur
Bir dem gelir Musa olur yüz bin münacatlar kılar,
Bir dem girer kibr evine Firavun ile Haman olur.
Her an değişme riski taşıyan böyle bir gönüle sahip olan insanın, Allah’ın yardımı olmaksızın hidayet üzerinde sebat etmesinin imkânsızlığını bilen Allah Resûlü de nefsini bir an için bile olsa kendi haline bırakmamasını yüce Allah’tan isteyerek, ilâhî yardıma (tevfik) olan ihtiyacını ortaya koymuş ve sık sık “Ey kalpleri halden hale çeviren Allahım! Kalbimi dinin üzere sebat ettir.” (Tirmizî, Kader, 7, Deavât, 89,124) duasını tekrarlamıştır.
“Hidayet” kelimesi, “İstenilen hedefe şefkat ve nezaketle rehberlikte bulunmak” anlamına gelir. Bu rehberlik şu üç şekilden birini ya da hepsini ifade eder.
1. Hedefe ulaştıracak yolu sadece göstermek. Buna irşad denir.
2. Hedefe ulaştıracak yola kadar götürmek.
3. Hedefe varıncaya kadar birinin elinden tutup maksadına eriştirmek. Hidayetin bu son iki kısmına aynı zamanda “tevfîk” adı da verilir. Hidayetin ilk çeşidi Allah’tan başkalarına da nispet edilebilirken, ikinci ve üçüncü çeşidi yalnız Allah’a aittir.
Peygamberlerin ve ilahi kitapların hidayeti, birinci kısımda açıklanan bir hidayet çeşididir. Yani hakikati beyan etmekten daha öte bir hidayeti gerçekleştirme şansı, Allah’tan başka hiçbir varlığa verilmemiştir. Bu itibarla hidayet, genel anlamda daima Allah’tan istenen hususi bir nimettir.
Kur’an’a göre hidayet, imandan önce imanı gerçekleştirici meyil ve sebepleri yaratması cihetiyle Allah’a nispet edildiği gibi imandan sonra da onda sebatı ve hatta Müslüman olarak son nefesi verip cennete girinceye kadar devamı için de Allah’a izafe edilen ve O’ndan istenmesi gereken yüce bir nimettir.
Cennete girme bahtiyarlığına eren mü’minlerin, cennete girince söyleyecekleri şu ifadeler, hidayete olan ihtiyacın sürekliliğini beyan etmesi bakımından ince ve derin mesajlar ihtiva etmektedir:
“(Cennette) onların altlarından ırmaklar akarken, kalplerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız. Ve onlar derler ki: «Hidayetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah’a hamdolsun! Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik. Hakikaten Rabbimiz’in elçileri gerçeği getirmişler.» Onlara: İşte size cennet; yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık ona vâris kılındınız diye seslenilir.” (A’râf, 7/43)
Evet, imanla şereflenmek bir hidayet. Sırat-ı müstakim üzere yürümek ayrı bir hidayet. Kulluk kalitesinde terakki edilen her bir kademe yeni bir hidayet demektir. İman üzere ölmek, şu âlemde imanlı yüreklerin korku ve ümitle bekledikleri bir başka hidayettir. Mahşerde elinden tutulmak, sıratın geçilmesi ve nihâyet cehennemden kurtulup cennete adım atmak belki en büyük hidayettir.
Bu ayetin işaret ettiği bir diğer mana şudur ki insan cennete girmediği sürece kendini emniyette hissedemez. Gerçek başarı ve kurtuluş da ancak böyle bir sonuca kavuşmakla elde edilir. Ayet-i kerimede bu hakikat şöyle ifade edilir:
“Her canlı ölümü tadacaktır. Ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete sokulursa, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 3/185)
Müminlerin her namazda okumaları gereken Fatiha suresinde, “Bizi dosdoğru yola (sırât-ı müstakime), kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet (hidayet et)!” (el-Fâtihâ, 1/6) duasının bulunması da tevfiki hidayetle olan ihtiyaca işaret etmektedir. Bu durum, bir anlamda hidayet ihtiyacının daimî oluşunun da beyanı gibidir.
İbadet, taat ve salih amellere koşmamız, hakikatte bu ilahi hidayet nimetine mazhar olmak içindir. Nitekim şu ayet-i kerime insanın böyle bir gayrete soyunmasının hidayetlere vesile olacağını bildirmektedir:
“Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücahede edenleri, elbette yollarımıza hidayetle muvaffak kılarız. Muhakkak ki Allah iyi ve güzel davrananlarla (muhsinlerle) beraberdir.” (Ankebût, 29/69)
Bu anlamda amel, say-ü gayret, hidayeti yaratan değil, ona vesile olan bir anahtar gibidir. Nitekim Allah Resûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurur:
- “Hiç kimseyi ameli cennete sokamaz.” Sahabeler:
- “Seni de mi ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordular. Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
- “Evet, beni de. Ben de ancak Rabbim’in rahmeti ile beni kuşatması sayesinde cennete girebilirim.” buyurdu. (Buhârî, Rikak, 18)
Netice olarak hakikati bilmek, ona ulaşmak için yeterli değildir. Hakikati hayat haline getirmek ve nihayet hedefe erişmek, daha hususi hidayetlere ihtiyacı ortaya koyar. Öyleyse Rabbimiz’den niyaz etmemiz gereken hidayet hem hakikatin beyanı hem onun yaşanması ve hem de onunla hedeflenen sonuca kadar selâmetle erişilmesidir. Bu anlamda hidayet talebi, daimi bir dua halinde yüreğimizin derinliklerinde tazarru ve niyaz duyguları içinde tekrar edip durmalıdır. Bu niyaz hem dilde hem gönülde hem de amelde olmak durumundadır.
Öyleyse Rabbimiz’in hidayet nimeti olmadan, insanı geliştirmenin ve onu eğitmenin ve nihayet onu Allah’ın istediği kıvama eriştirmenin imkânı yoktur. Diğer bir ifadeyle, beşeri irade ve çabalarla bir insana gelecek yazmak, imkânsızdır.