Evrime Reddiye / Fatih Buğra Sarper

Özellikle Kambriyen patlaması ve yeni genetik bilgilerin oluşumuna dair evrimci iddialı tezlerin çok çürük ve cılız oluşuna dair neler söylenebilir?

Yaklaşık 530 milyon yıl öncesine dayanan Kambriyen Dönemi’nde birbirinden karmaşık yapılara sahip çok sayıda canlı türünün izleri mevcuttur. Yine Kambriyen Dönemi’nden farklı olarak diğer dönemler incelendiğinde de ilk kanatlı böceklerden kuşlara, bitki türlerinden tutun memeli ve diğer hayvan gruplarına kadar önceki türlerden bağımsız birçok hayvan türüne ait fosillere rastlıyoruz.

Bilindiği üzere canlıların sahip olduğu her bir hücrede üç boyutlu yapıya sahip; adenin (A), timin (T), guanin (G), sitozin (S) isimli dört adet bazı ihtiva eden DNA molekülü bulunur. Canlı bir organizmanın yapısına ait milyarlarca farklı konudaki sayısız bilgi ve talimat bu bazların oluşturduğu dijital kodlarla DNA’da depolanmaktadır. Bu yönüyle DNA çok gelişmiş bir bilgisayar gibidir. Bir bilgisayara yeni bir fonksiyon veya yetenek kazandırmak istediğimizde yeni kodları içeren yazılım veya programlar yüklememiz icap eder. Bunun gibi canlı organizmanın yeni bir yapıya dönüşebilmesi veya yeni bir uzvun, organın oluşabilmesi için o canlının DNA’sına yeni genetik bilgilerin eklenmesi gerekir. Zira yeni bir yapıya dönüşmek, yeni hücre, yeni doku ve yeni organların oluşması demektir. Bu noktadan hareketle Kambriyen Dönemi’nde veya diğer dönemlerde ortaya çıkan birbirinden çok farklı ve son derece karmaşık yapılara sahip canlı türlerinin biyolojik patlaması, yeni genetik bilgilerin de patlaması manasına gelir. Fakat sorun şu ki rastgele mutasyon ve doğal seleksiyon mekanizmaları canlılarda faydalı ve girift yapısal değişikliklere sebep olabilecek yeni genetik bilgileri üretememektedir. Misal, proteinlerin oluşabilmesi için birçok koşulun gerçekleşmesi gerekmektedir. En küçük bir protein bile yüzlerce aminoasidin belirli bir ölçüde ve uygun bir sırada dizilimleri neticesinde oluşur. Tek bir aminoasidin fazla ya da eksik olması veyahut sağ elli diye ifade edilen aminoasitlerin zincire karışmaları durumunda protein işlevsiz hâle gelir. Yine aminoasitlerin birbirlerine peptid bağı ile bağlı olması, protein sentezlenmeden evvel bir kısım özel enzimlerin önceden var olması gibi durumlar da proteinin oluşabilmesi için gerekli olan diğer koşullardır. Tüm bu koşulları birlikte değerlendirerek basit bir işlevsel proteinin rastgele mutasyonlarla oluşma olasılığını hesaplayabiliyorsunuz. Hesapladığınızda karşınıza 10640’ta 1 gibi akıl almaz derecede düşük olasılıklar çıkıyor. Yani, rastgele mutasyonlarla elde edilebilecek tek bir işlevsel protein için gereken süre bile tüm canlıların evrimleşmesi için geçtiği iddia edilen süreden çok daha uzundur. Siz bir de Kambriyen Patlaması ve diğer biyolojik patlamalarda ortaya çıkan son derece karmaşık yapıdaki organizmaların rastgele mutasyonlarla oluşma olasılıklarını bir düşünün.

Evrim teorisi, yeni genetik bilgilerin ve yeni proteinlerin oluşumunu açıklamada aciz kaldığı gibi canlı organizmaların embriyo döneminde yeni vücut planlarının (body plan) ve bu planları oluşturmak için gerekli olan genetik bilginin nasıl oluştuğunu açıklamada da yetersiz kalmaktadır. Son yıllarda gelişim biyolojisinde meydana gelen gelişmeler, embriyo gelişim sürecinde vücut planlarının nasıl oluştuğu meselesini daha iyi anlamamıza yardımcı olmuştur. Her ne kadar evrimciler, mutasyonların yeni bir canlı oluşturabileceğini ve sayısız canlı türünü oluşturma potansiyeline sahip olduğunu iddia etseler de yapılan araştırmalar sadece erken embriyonik dönemde meydana gelen mutasyonların canlının vücut planında değişiklik yapma potansiyeline sahip olduğunu göstermiştir. Diğer taraftan embriyonun sonraki gelişim safhalarında mutasyonlar meydana gelse bile çok az miktar hücreyi etkileyeceği ve vücut planının zaten önceden şeklini almış olması sebebiyle bu evredeki mutasyonlar vücut planında büyük bir değişimi netice vermeyecektir. Dolayısıyla canlının büyük bir yapısal değişime uğraması için mutasyonların erken embriyonik dönemde gerçekleşmesi gerekir. Fakat sorun şu ki, erken dönemde meydana gelen mutasyonlar ölümcüldür. Misal, canlı omurgası erken embriyonik dönemde, parmaklar ve deri ise geç dönemde oluşur. Canlı omurgasının oluşma sürecinde meydana gelecek bir mutasyon -omurganın vücudun diğer kısımları ile doğrudan ilişkili olması sebebiyle- canlının sakat doğumuna hatta ölümüne sebep olurken parmağın veya derinin oluşma sürecinde meydana gelecek bir mutasyon kısmi bir sakatlık veya arızaya neden olur. Dolayısıyla yeni vücut planı oluşturmak için gerekli olan faydalı mutasyonların gerçekleşmesi ve bunların beklenen evrimsel neticeleri vermesi pratikte mümkün görünmemektedir. Geç embriyonik dönemde meydana gelecek mutasyonlar ise kısmi değişim ve kısmi arızalara neden olduğundan yeni vücut planı oluşturacak nitelikte değildir.

Canlı bir organizmanın oluşumu sadece gen ve proteinlere dayalı değildir. Bunların yanında bütünleşik gen ve protein ağlarına da ihtiyaç vardır. Vücut planlarını düzenleyen ve gen düzenleyici diye adlandırılan bu ağlar hücrelerin gelişmesi ve farklılaşma sürecinde önemli rol oynarlar. Bilimsel araştırmalar bu ağlarda meydana gelecek mutasyonların vücutta büyük kayıplara sebebiyet verdiğini, bu ağlardaki dış tesirlerin hem çok sınırlı hem de son derece yıkıcı olduğunu gösteriyor. Evet, yeni vücut planı; yeni genleri, yeni proteinleri ve yeni gen düzenleyici ağları gerektiriyor. Fakat en küçük rastgele değişimlerin neticeleri ise ölümcül oluyor. Bu da evrim teorisinin mutasyonlara yüklediği büyük vazifelerin aslında pratikte gerçekleşmesinin mümkün olmadığını bize gösteriyor. İddia edilenin aksine mutasyonların doğal seleksiyon mekanizmasının canlıyı seçmesine yarayacak faydalı değişimleri sunamaması doğal seleksiyon mekanizmasını harekete geçiremeyeceğinden evrimsel süreç de devam etmeyecektir.

Yukarıda izah ettiğimiz noktalara bir kısım evrimciler tarafından itiraz edilmek istense de evrimcilerin yaptıkları açıklamalar, kendilerini içinde bulundukları çıkmazdan kurtarmaya yetmemiştir. Evrimciler, hayvanların vücut planı için çok fazla yeni genetik bilgilere ihtiyaç olmadığını, canlıda zaten var olan gen düzenleyici ağların değişimi ile sürecin işlediğini ve bunun olması için Kambriyen Dönemi’ndeki hayvanlara ait gen düzenleyici ağların “esnek ve değişken” yapıda olmuş olabileceğini iddia ederler. Tabi bu iddianın gözlem ve deneye dayanmayan bir varsayım olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira gözlem ve deneylerle gen düzenleyici ağların temel kontrol sistemlerinin rastgele değişimlere açık olmadığı, olsa bile bunun ya hiçbir değişikliği netice vermediği yahut ölümcül etkileri olduğu; meyve sinekleri (Drosophila), denizkestanesi (S. purpuratus), iplik kurdu (C. elegans), zebra balığı (Danio) ve bunun gibi diğer hayvanlarda yapılan deneylerde ispatlanmıştır.

Yukarıda verdiğimiz çok değerli bilgilerin kaynağı Stephen C. Meyer, evrimci bilim insanlarının yeni form hayvanların oluşması için gereken genetik bilgileri izah ederken önceden var olduğunu farz ettikleri fakat açıklayamadıkları en az üç noktadan bahseder:

Birincisi: Gen düzenleyici ağlarda bulunan genlerde depolanmış bilgilerdir. Evrimciler gen düzenleyici ağların yeniden bağlanması için bu ağları oluşturmaya yarayan genlerin önceden var olduğunu farz ederler. Fakat bu genlerin nasıl oluştuğunu açıklamazlar. Yine Kambriyen patlaması döneminde ortaya çıkan karmaşık yapılı canlıların izahı yapılırken Hox genlerinin bu süreçte nedensel bir rolü olduğunu iddia ederler. Fakat bu genlerin nasıl var olduğunu açıklayamazlar. Sadece önceden var olduğu varsayımı, kabulü ile hareket ederler.

İkincisi: Çeşitli vücut yapıları için gereken proteinlerin oluşmasını sağlayan, önceden var olan diğer genlerdeki genetik bilgilerdir. Evet, birçok evrimci biyolog, yeni bir hayvan vücut planının oluşması için önceden birçok genin var olmasının gerekliliğini ifade eder. Hatta Kambriyen Dönemi’ndeki hayvanların, onların meydana gelmesine sebep olan genlerin daha önceden var olmaması durumunda evrimleşemeyeceklerini, bu hayvanların evrimleşmeden evvel hayvanların oluşmasını sağlayacak genetik mekanizmanın da önceden var olması gerektiğini belirtirler. Fakat ne söz konusu genlerin ne de bu genetik mekanizmaların nereden geldiğini açıklayabilirler. 

Üçüncüsü: Evrimciler, gen düzenleyici ağların yeniden bağlanması için gerekli olan bilgilerin kaynağını da açıklayamazlar.

Sonuç olarak evrim teorisi yeni bir canlı formunun oluşmasını ve bu oluşuma sebep olacak genetik bilgilerin kaynağını açıklamada yetersizdir. Rastgele mutasyonlar, doğal seçilime yarayacak veya doğal seçilimi harekete geçirecek yapıları oluşturamazlar. Gösterilen veya olduğu iddia edilen faydalı mutasyonlar, bir sürüngenin kuşa dönüşmesini izah edecek yeterlikte değildir. Bir bakteride meydana gelen faydalı mutasyonlar yaşamı, yetenekleri, organları, üreme sistemleri tamamen farklı olan sayısız türlerin birbirinden evrimleştiği iddiasının delili de olamaz. Diğer taraftan, DNA, RNA ve proteinlerin yapısı ve ilişkileri incelendiğinde bu indirgenemez kompleks yapıların dış bir tesir yani Allah’ın müdahalesi olmadan başıboş vücuda gelmesinin de imkânsız olduğunu aklı olan herkes anlar.




Gayesellik (hikmet) ve tesadüf meseleleri üzerine düşüncelerinizi alabilir miyiz? Özellikle “indirgenemez komplekslik” konusunda görüşlerinizi alabilir miyiz?

İlk çağlardan beri insanoğlunun üzerinde durup düşündüğü ve kâinatı açıklamak için kullandığı temel iki kavram vardır: “gayesellik” (hikmet) ve “tesadüf”. Birçok felsefi düşünce ve gayretler, bu manaları açıklamaya yönelik olmuştur.

Tesadüf, bir şeyin kendiliğinden olmasını veya tedbirsiz meydana gelme durumunu belirtir. Tesadüfle işleyen süreçlerde hikmetten söz edemeyiz. Gayesellikte ise bilinçli bir fail ve tasarım söz konusudur. Bu bakımdan tesadüf ve rastlantı, gayeselliğin zıddıdır. “Tesadüf” varlık ve tabiattaki oluş sırrını çözemeyen inkârcı felsefeyi, “gayesellik” de iman sahiplerinin mevcudata bakışını temsil eden mefhumlardır.

Tabiatta tesadüf ve rastlantıların hüküm sürdüğü fikri, evrimcilerin yaptıkları gözlemleri doğru yorumlayamamalarından ve Allah’ın tabiatta tecelli eden sıfatlarını tahayyül edememelerinden kaynaklanır. Bu da kişide bir kaos algısı oluşturabilir. Fakat kavrayamamaları, kâinatta cereyan eden hadiselerin rastgele gerçekleştiği anlamına gelmez.

Biz rastlantıları, gerçekleşmesi mümkün ve mümkün olmayan rastlantılar diye ikiye ayırırız. Mümkün rastlantılar veya tesadüfler, imkânsız diyemeyeceğimiz, rastgele de olsa pratik hayatta ihtimal dairesinde olan olaylardır. Mümkün olmayan rastlantılar ise aklen ve sezgilerimizle gerçekleşmesine imkân vermeyeceğimiz, pratik hayatta meydana gelmesi mümkün olmayan durumlardır. İstanbul’a tatile gittiniz ve orada bir ilkokul arkadaşınızla karşılaştınız veya arabanızın anahtarını çoğaltmak istiyorsunuz ve çarşıda gezerken arabanızın modeline uygun anahtar kopyalayan bir anahtarcı gördünüz. Bu gibi durumlar nadiren de olsa gerçekleşmesi mümkün rastlantılardır ve bu hâliyle bile bize çok şaşkınlık verecek niteliktedir. Diğer taraftan, İstanbul’da bir restorana girdiniz ve ilkokuldaki sınıf arkadaşlarınızın hepsinin önceden bir plan yapmadan bu restoranda toplanmış olduklarını gördünüz veya arabanızla yolculuğa çıkacaksınız ve arabanızı çalıştırırken anahtarınızın kırıldığını fark ettiniz. Tam da bu sırada arabanızın modellerine uygun anahtar yapan bir servis yetkilisi yanınızdan geçerken sizi gördü. Çantasından çıkardığı anahtar da trilyonlarca varyasyon içerisinden tam da sizin arabanıza uygun olanıydı. İşte bu tür olasılıklar pratik hayatta gerçekleşmesi hiçbir zaman mümkün olmayacak rastlantılardır. Canlıları oluşturan yapıların vücuda gelmesi için de bu neviden imkânsız rastlantıların defalarca gerçekleşmesi gerekiyor.

Atom altı parçacıklardan kâinatı oluşturan akıl almaz büyük yapılara kadar; canlı ve cansız varlıkların oluşumundan tutun evrendeki işleyişe kadar her şey, son derece hassas mizanlar üzerinde birbirinden bağımsız unsurların koordineli münasebeti ile vücuda gelmektedir. Dolayısıyla kâinatta zerre kadar tesadüfe yer yoktur. Yine insan ve diğer canlıların vücutlarındaki her bir sistemin o canlıların yaşama amacına hizmet etmesi ve tüm bunların da birleşerek canlıların yaşamını sürdürmesi için gerekli olan tabii dengenin korunması ortak gayesine hizmet etmesi, elbette mümkün rastlantıların gerçekleştirebileceği hadiseler değildir.

400 aminoasitten oluşan basit bir proteini ele alalım. Yapılan olasılık hesaplarının neticesinde 400 aminoasitten oluşan işlevsel bir proteinin tesadüfen oluşma olasılığı yaklaşık 10640’ta 1’e eşittir. Galaksimizde 1065 kadar atom olduğunu düşündüğümüzde hesaplanan sayının ne kadar korkunç bir büyüklüğü ifade ettiğini anlarız. Bu hesap vücudumuzdaki 100 trilyon hücreden yalnızca bir tanesinin içerisindeki tek bir proteinin rastgele oluşma olasılığını gösteriyor. Eğer uçsuz bucaksız kâinatı, tabiatı, sayısız canlı türlerini/fertlerini ve onları oluşturan hücreleri, organları, sahip oldukları yetenekleri vb. düşündüğünüzde bu olasılık hesaplarının içinden çıkmak mümkün değildir. Bu işin hakikatini de söyleyelim: Olasılık dediğimiz kavram bir olayın tesadüfen gerçekleşme ihtimalinin matematiksel olarak ifadesidir. Fakat sayılarla bir hadisenin gerçekleşme olasılığını ifade etmek, o olasılığın pratikte gerçekleşeceği anlamına gelmez. Harvard Üniversitesinin yaptığı gibi, siz bozuk paranın dik gelme olasılığını hesaplayabilirsiniz. Hatta art arda 3 kere atılan bozuk paranın her seferinde dik gelme olasılığını da hesaplayabilirsiniz. Fakat yaptığınız hesap sadece rakamsal bir ifadedir. Dünyadaki tüm insanlar birleşseler, milyonlarca yıl bu deneyi yapsalar hiçbir zaman bu olasılık gerçekleşmeyecektir. Diğer taraftan tesadüf meselesinin hakikatte vaki olduğunu söylemek hatadır. Bu kelimeyi günlük hayatta çok kullansak da gerçekte (İslam’da) tesadüf değil, tevafuk vardır.

İndirgenemez komplekslik evrim teorisinin belini kıran bir mefhumdur. İçindeki parçaların herhangi birinin kaldırılması durumunda işlevini yitiren sistemleri tanımlar. Bu tür bir sistem, evrimcilerin iddia ettiği gibi kademeli, küçük, başarılı öncü değişiklerle üretilemez. Doğal seleksiyon işleyen bir görevi seçmeye dayanır. Yani doğal seleksiyonun işleyebilmesi için indirgenemez kompleks bir sistemin bütün olarak çalışır hâlde aniden oluşması gerekir. Misal, insan gözü, 40 kadar küçük dokunun uyum içinde çalışması sayesinde işlev yapar. Gözü dış etkenlerden koruyan göz kapakları, gözü nemlendiren ve yağlayan özel salgı bezleri, ışığın kırılarak içeri alınmasını sağlayan mercek, bu merceği odaklayan küçük kaslar, göze girecek ışık miktarını ayarlayan iris, antibakteriyal göz sıvısı, ışığı yorumlayan retina tabakası, bu 40 ayrı parçanın bazılarıdır. Önemli olan gözün tüm parçalarının doğru yerde, doğru zamanda, doğru büyüklükte ve doğru işlevde olmasıdır. Eğer bu parçaların biri bile olmasa ya da işlev göremese insan kör olur. Gözün bu özelliği, bilimsel literatürde “indirgenemez komplekslik” denen özelliktir. Buna göre biz, gözü daha basite indirgeyemez, daha ilkel hâle getiremeyiz. Tek bir eksiklik, körlükle sonuçlanır. İşte bunun gibi canlılarda bulunan sayısız indirgenemez kompleks yapı ve organları düşündüğümüzde evrim teorisinin küçük modifikasyonlarla aşama aşama oluşum iddiası çürümüş olmaktadır. Biyokimya profesörü Michael Behe’nin kavramsallaştırdığı canlılarda bulunan “indirgenemez kompleks” sistemler, aşamalı oluşumu değil, tek seferde oluşumu ispat ediyor.

Fosiller konusu ve ara formlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Evrim teorisini destekleyecek nitelikte mi yoksa evrim teorisini daha da çıkmaza mı sokuyor? Bu kapsamda sıçramalı evrim teorisini nasıl değerlendirmeliyiz?

Fosiller, yaşamın tarihsel geçmişine dair bize önemli bilgiler sunar. En önemlisi, evrimcilerin ortaya attıkları iddiaların sınanması için bizlere çalışma alanı sağlıyor. Darwin evrim meselesini teorileştirirken bütün canlı türler ile kaybolmuş türler arasındaki geçiş halkalarını oluşturan ara formların sayısının sonsuz denecek kadar büyük olmasının zaruri olduğunu, eğer teorisi doğruysa bunların kesinlikle yeryüzünde yaşamış olması gerektiğini ifade etmişti. Bu durumda olması gereken şey, jeolojik dönemlere ait fosillerin çok büyük çoğunluğu ara form canlılara ait olmalı, bizler de günümüzdeki haliyle aynı yapıya sahip birkaç türü anca bulabilmeliydik. Fakat durum tam tersidir. Zaten Darwin de fosillerde ara formlara dair hiçbir izin çıkmamasının teorisine karşı yöneltilecek en büyük sorun olduğunu ifade ediyordu. Ara form olarak değerlendirilen Archaeopteryx (bir kuş), Ambulocetus (bir memeli), Acanthostega (kara ve suda yaşayan bir hayvan) ve Tiktaalik (bir balık türü) gibi fosiller detaylı incelendiğinde kendi evrimsel silsilelerine yönelik aydınlatıcı hiçbir bilgi vermediği gibi genellikle bütün hâlde de değillerdir.

Fosillerin nasıl kıymetlendirildiğinden bahsedelim. Bir fosilin ara form olabileceğine yönelik değerlendirmeler, olması gereken genetik kod değişim faktörlerine göre değil, morfolojik yani şekille ilgili faktörlere dayanır. Morfolojik faktörlere dayanan çıkarımları, bir dizüstü bilgisayarın pizza kutusundan evrimleşmiş olabileceğini söylemeye benzetebiliriz. Oysa şeklen birbirlerine benzeseler de dizüstü bilgisayar ile pizza kutusunun ne kadar farklı ve bağlantısız olduğu herkesçe malumdur. Bu metodun ve anlayışın ne kadar sağlıksız ve yanıltıcı olduğunu bir misal ile izah edelim. Tatlı su balığı ile deniz balığını ele alalım. Tatlı su balığı ile deniz balığı zahirde birbirlerine benzer canlılardır. Fakat bunlar birbirine tamamen zıt iki farklı ortamda yaşarlar. Dolayısıyla birinin yapı ve iç organları tatlı suya yönelik tasarlanmışken diğerininki tuzlu suda yaşamaya yöneliktir. Solungaçlar, mide, böbrek ve bağırsakların yapısı, bunların çalışma sistemi ve icra ettikleri fonksiyonlar birbirinden tamamen farklıdır. Diğer birçok canlı türünde de benzer durumlar söz konusudur. Fosiller, çoğunlukla canlıların iç organlarına ve yapılarına dair bize yeterli veri ve delil sunmadığından morfolojik bir sınıflandırma hem yanıltıcı hem de sığdır. Bir zamanlar omurgalıların sudan karaya çıkan atasının ilk başlangıcı olarak gösterilen Latimeria isimli balığın yaşayan formunun bulunmasıyla, onların iskeletlerine bakarak iç organları hakkında hüküm vermenin ne kadar yanlış olduğunun anlaşılması gibi. Buradan da anlaşılacağı üzere çıkarılan her bir fosil evrimin mutlak bir hakikat olduğu ön kabulü ile evrim teorisi lehine yorumlanmaktadır. Kısacası fosil yorumları taraflı, sığ ve yanıltıcıdır. Hem fosiller, o dönem yaşamış ve nesli tükenmiş kendine has türlere veyahut o dönem sakat doğmuş bir türe ait olabileceği gibi iddiaların deneylerle tekrarlanması mümkün olmadığından ve gözlemlere dayanmadığından hepsi birer varsayım olarak kalacaktır.

Ara form hipotezinin doğru olabilmesi için jeolojik katmanlarda bulunan kompleks yapılı canlıların zuhurundan önceki devirlerde basit haberci yaratıkların yer aldığı ve giderek karmaşık yapılı canlılara doğru dönüşüp çeşitlendiği uzun bir evrim periyodunun geçmesi ve bizim de bunu fosil kayıtlarında görmemiz gerekecekti. Fakat çeşitli jeolojik dönemlere ait fosil kayıtları meselesinde de ifade ettiğimiz gibi, birçok türün geçmiş dönemlerdeki canlılarla hiçbir bağlantısı olmaksızın, benzersiz ve ani bir şekilde fosil kayıtlarında belirdiğini açıkça görüyoruz. Tüm bunlar evrim teorisini çıkmaza sokuyor. Nitekim Harvard Üniversitesindeki ünlü evrimci paleontolog Stephen Jay Gould içine girilen çıkmazı şu şekilde açıklar: “Birçok fosil türünün tarihi, özellikle iki yönüyle aşama aşama -ara formlarla- evrimleşme teorisiyle çelişmektedir:

Birinci Faktör: Stasis, fosillerdeki durağanlık yani türlerin çoğunun dünya üzerindeki yaşamlarında “hiçbir değişim geçirmemiş olmaları.” Canlıların fosil kayıtlarında bu husus görünür ve morfolojik (yapısal) değişim genellikle kısıtlı ve istikametsizdir.

İkinci Faktör: Türlerin bir anda oluşumu. Herhangi bir yerde bir canlı türünün atalarından kademeli dönüşüm yapmadığı, aynı zaman döneminde, bir anda ve tüm vücut yapısıyla (fully formed) yaşam alanına çıktığı görülür.

Aynı şekilde evrimci Niles Eldredge, fosillerde yaptığı araştırmalarda türlerin sakin bir biçimde milyonlarca yıl değişimlere karşı durağan kaldıklarını gözlemlemiş; evrimci biyolog Ernst Mayr ise Darwin’in iddia ettiği gibi fosil kayıtlarında geçiş formlarının bulunmadığını, fosil bilimcilerin bu durumu artık kabul etmelerini ve evrim teorisini korumak adına yeni fikirler öne sürmeleri gerektiğini ifade etmiştir. 1980 yılında Chicago Sahra Müzesinde makro evrim üzerine yapılan sempozyumda, makro evrimin (türler arası geçiş), popülasyonlardaki mikro değişimlerle (tür içi değişimler) gerçekleşemeyeceğine yönelik fikir birliği de oluşmuştur. Bu problemine çözüm olarak evrimci bilim adamları Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge, “sıçramalı evrim teorisi”ni (punctuated equilibrium) ortaya atmışlardır. Özetle bu teori, canlı türlerinin genlerinde çok uzun yıllar biriken mutasyonların birden farklı türleri oluşturduğunu iddia ediyordu. Buna göre canlılık tarihinde milyonlarca yıllık mutasyonları genomunda biriktiren bir balık yumurtasından kurbağa, kurbağa yumurtasından kertenkele, kertenkele yumurtasından da kuş çıkmıştır.

Tabi sıçramalı evrim teorisi de Darwin’in aşama aşama evrim teorisi gibi bilimsel açıdan birçok imkânsızlığı barındırıyor. Birkaçını söyleyelim: Sıçramalı evrim teorisi, bilim felsefesinin genel kabul görmüş “sürekli gözlemlenebilirlik”, “deneysellik” ve “yanlışlanabilirlik” ölçütlerini taşımıyor. Dolayısıyla bilimsel bir teori değildir. Hem tabiatta işleyen kanunlara da tamamıyla aykırıdır. Bir gruptan diğer bir gruba sıçramayla ani geçiş yapabilecek kadar mutant karakterin isabetli olarak bir ferdin genomunda depolanması ve onun biyolojik dengesini bozup öldürmeden yeni bir canlının atası olması gibi bir anlayışı kabul etmek muhal ötesi bir muhaldir. Diğer taraftan, sıçramalı evrim teorisi, organizmada çok kısa bir sürede çok fazla biyolojik değişimi gerektirmektedir. Stephen Jay Gould, bir türün evriminin yaklaşık olarak 50.000 senede tamamlanabileceğini belirtmiştir. Fakat 50.000 yıllık bir periyotta azami miktarda genetik değişimi (mutasyon oranını) baz alsak dahi yapılan hesaplamalarda teorinin öngördüğü değişimlerin bu süreçte meydana gelemeyeceği açıkça anlaşılıyor.

Fosiller ve sıçramalı evrim teorisi aslında bize çok şey söylüyor. Bugün geldiğimiz noktada fosil kayıtlarının çokluğuna ve fosillerle ilgili bilgimizin fevkalade genişlemesine rağmen evrimle ilgili bir değişimi destekleyen örneklerin bulunamaması, milyonlarca yıl öncesinde yaşayan türlerin bugün de aynı yapısını koruyor olması tedricî evrim hipotezini yanlışlıyor. Bu problemlerden kaçış yolu olan sıçramalı evrim teorisinin bizzat “evrimci bilim insanları” tarafından ortaya atılması, evrimcilerin dahi evrim teorisinin fosillerle ilgili çıkmazlarını kabul ettiklerinin en önemli göstergesidir ve fosillerin iddia edildiği gibi evrim teorisi için ciddi bir delil oluşturmadığının itirafıdır. Tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde, türlerin birbirlerinden bağımsız olarak yaratıldığı ve tarihî süreçte türlerin kendi içinde sınırlı bir değişime maruz kaldığı en mantıklı açıklama olarak karşımıza çıkıyor.

İnsanın evrimsiz yaratılışına dair Kur’an ayetleri ne söylemektedir?

Kur’an-ı Kerim insanı diğer canlılardan ayırıyor. İnsanın evrim teorisinde zikredilen senaryolarla yaratılmadığını beyan ediyor. Bunun ayet ve hadislerde tevile mahal vermeyecek şekilde apaçık delilleri mevcuttur. Birkaçını zikredelim:

“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden de birçok erkek ve kadın meydana getirip yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının.” (Nisa, 4/1)

Burada tek nefisten kasıt Hz. Adem’dir (a.s.) ve tüm insanlığın Hz. Adem’e (a.s.) dayandığı bildirilir. Teistik evrimciler ayeti evrim teorisine uydurmak için “tek nefis” ifadesine “tür” manası veriyorlar. Bu mana ayeti gramer hatasına sokar. Çünkü ayetin devamındaki “Ondan da eşini yaratan, ikisinden de birçok kadın ve erkek meydana getirip yayan...” ifadeleri, tek nefsin bu ayette asla tür manasında olamayacağını, bir şahıs manasında olması gerektiğini açıkça gösteriyor. Çünkü ayette iki kişi zikrediliyor. Eğer siz “tek nefse” “tür” derseniz bu iki kişinin ikincisi kim olacaktır? Ayeti böyle okuduğunuzda devamındaki anlam bozukluğu hemen fark edilecektir. Zaten ayette ancak şahıs manası yani Hz. Adem’in (a.s.) kastedildiğine yönelik icma da vardır ve bu ayet tek başına evrim senaryolarını çürütür. Çünkü evrim teorisine göre insanlık tek bir insanın soyundan gelmiş olamaz.

Diğer taraftan evrim teorisine göre Hz. Adem’in (a.s.) dünyada şekillenmiş, var edilmiş olması gerekir. Ancak ayetlerde Hz. Adem’in (a.s.) cennetten yeryüzüne indirildiği bildirilir. Bu ayetlerdeki cennet belirsiz bir bahçe manasında değil, cehennemin zıttı olan ahiret yurdu cennettir. Çünkü ayetlerde “el cennet” ifadesi kullanılmıştır. Arapçada “el” takısı belirlilik ifade eder. Kitabımızda bunun izahı mevcut, biz konuşmayı uzatmamak için ilgili yere havale ediyoruz. Devam edelim:

“Âdem çamurdan yaratılmıştır.” (A’raf, 7/12; İsra, 17/61; Secde, 32/7; Sâd, 38/76)

“Âdem çamurdan süzülmüş bir özden yaratılmıştır.” (Mü’minun, 23/12)

“Şüphesiz, biz onları yapışkan (cıvık) bir çamurdan yarattık.” (Saffat, 3711)

“Âdem kuru çamurdan (salsâlin), şekillendirilmiş balçıktan yaratılmıştır.” (Hicr, 15/28; Rahman, 55/14)

“... İblis dedi: Ben, ondan üstünüm. Beni ateşten onu çamurdan yarattın.” (Araf, 7/12; Sâd, 38/76)

Ayetlerde herhangi bir tevile mahal vermeyecek şekilde topraktan yaratılışın aşamaları açık ve net olarak anlatılmıştır. Ayetlerdeki farklı sıfatlar, topraktan yaratılışın farklı aşamalarıdır. Buna göre insanın yaratıldığı toprak, “çamurdan süzülmüş bir yapıya sahipken daha sonra yapışkan hâle getirilmiş, sonra da kuru çamur hâlinden şekillendirilmiştir”. Ayeti bu anlamda kabul etmek istemeyen evrimciler, ayetleri şöyle çevirme yoluna giderler: “Toprağın içindeki elementlerle insanın vücudundaki elementler benzerdir. Bu sebeple topraktan yaratılma lafzıyla ‘toprağın elementlerinden yaratılma’ kastedilmektedir.” Bu ifade, evrime kapı aralamak için kurgulanmış zorlama, batıl ve ironik bir yorumdur. Ayrıca evrimcilerin bu fikrini kabul edersek İblis’in sözü ve “ateş-toprak” kıyaslaması da manasız kalır. Zira İblis madde olan ateş ile toprağı kıyaslamıştır. Aksi hâlde İblis’in elementleri bilecek mikroskopları olmalı, kimya bilgisi olmalı, toprağın elementlerini bilmeli, insanın elementlerini bilmeli, sonra insanla toprağın element benzerliğini fark edip element kastı olarak değişmeceli bir manada toprak demeli. Ayrıca bu fikre göre, İblis’in de ateşten değil, ateşin elementlerinden yaratılmış olması gerekir ki kıyaslama denk olsun ve bu söz Kur’an’da zikre değer görülsün. Elbette bu muhal üstü muhal meseleyi savunmak apaçık ironidir. Hadis-i şeriflerde Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur:

“Mümin, müttaki; facir, şaki hepsi de Âdem’dendir. Âdem de topraktan yaratılmıştır.” (Tirmizî, Menakıb 70)

“Melekler nurdan yaratıldı. Sonra, cinler dumansız bir ateşten yaratıldı. Âdem de size anlatıldığı gibi yaratıldı.” (Müslim, Zühd 38)

Hadislerde de mesele çok açık değil mi?

Bir başka delil: Hz. Âdem’in (a.s.) yaratılışıyla ilgili Allah, “Allah katında İsa’nın misali, Âdem gibidir. Onu, topraktan yarattı sonra ‘Ol!’ dedi, o da oluverdi.” (Âl-i İmrân, 3/59) buyurmakla Hz. Âdem’i (a.s.) evrime dayanmadan anne babasız yarattığını ortaya koymuştur. Bunu şuradan anlıyoruz ki: Ayet, Hristiyanların Hz. İsa’yı (a.s.) Allah’ın oğlu olduğu iddiasını reddetme maksadıyla inmiştir. Peygamberimiz (s.a.v.) Necran Hristiyanlarıyla Hz. İsa’yı (a.s.) tartışırken ayette Hristiyanlara bir cevap verilmektedir: “Allah, nasıl Hz. Âdem’i (a.s.) ana babasız yaratmış ve Ol! demesiyle oldurmuş ise yani bu mümkünse, Hz. İsa’yı (a.s.) da babasız yaratmış ve Ol! demesiyle oldurmuştur. Hz. Âdem’e (a.s.) Allah’ın oğlu demiyorsanız Hz. İsa’ya (a.s.) da dememelisiniz.”

Yine Kur’an ayetlerinden ve sahih hadislerden konuyla ilgili birçok delil zikredilebilir ancak bu deliller bile tek başına yeterlidir kanaatindeyim.

İslam açısından evrim teorisinin neresi reddedilir, neresi kabul edilir?

Prof. Dr. Stewart Williams, bir evrimcinin Allah’a inanıp inanamayacağına dair yazdığı makalesinde, Allah’ın canlıları evrimle yaratmış olabileceği fikrinin evrim teorisinin yüzeysel yorumu ve yüzeysel bakış açısıyla çelişkili görünmüyormuş gibi dursa da, bu fikrin evrim teorisinin prensipleri ve öğretileri ile uyuşmadığını ve Allah’ın evrim sürecine doğrudan ya da dolaylı olarak tesir etmesinin birçok noktada çelişkiler ortaya çıkardığını belirtiyor. Yine kitap yazarı ve saygın bilim insanlarından Wayne Frair der ki “Evet hem Allah’a hem de evrime inanabilirsiniz. Fakat deliller üzerinde dikkatlice çalıştığınız zaman Allah’ın o şekilde yaratmadığını keşfediyorsunuz.” Burada Wayne, tarafsız bir nazarla masaya oturduğumuzda, delillerin aslında evrimi desteklemediğini ifade etmeye çalışıyor. Bizim de bazı meclislerde şu ifadeleri kullandığımız olmuştur: Kur’an-ı Kerim ve hadis kaynaklarında hayvanların nasıl yaratıldığına dair açık hükümler yoktur, rastlanamamıştır. Fakat insanın nasıl yaratıldığı hem Kur’an’da hem de hadis kaynaklarında apaçık anlatılmaktadır. İlk insan ve aynı zamanda ilk peygamber Hz. Âdem’dir (a.s.) ve O da Allah’ın (c.c.) “Ol!” emriyle topraktan yaratılmıştır. Dolayısıyla insanın maymunlarla ortak bir atadan geldiğini söylemek İslam itikadına aykırıdır, batıl bir inançtır. Bir kişi Müslüman olduğunu iddia ediyorsa bu düşünceyi savunması mümkün değildir. Fakat hayvanların nasıl yaratıldığına dair bir hüküm olmadığından esasen kişilerin, balıktan kurbağa türemiş, kertenkeleden yılan zuhur etmiş gibi iddialara inanması itikatlarına zarar vermez. Tabi bu sürecin Allah tarafından yönlendirildiğine inanmak; tesadüfe yer vermeden, tabiatı (Deizm, Mutezile gibi) yaratıcı/ilah yapmadan ve evrim teorisinin (Allah’ın hikmet, rahmet sıfatları ve kâinattaki tecellileri gibi) İslam ile çelişen varsayımlarını reddetmek koşuluyla… Fakat bu şekilde düşündüğünüzde de evrim teorisi ile çelişkiye düşeceksiniz. Zaten böyle bir evrim anlayışını hiçbir evrimci kabul etmiyor ve bu nedenle evrim teorisini bir “paket” hâlinde sunuyorlar. Size “bunun istediğin kısmını al, istemediğini alma!” demiyorlar. Şunu özellikle belirtmek gerekir: Evrim teorisi ateizmi ima eder. Onu teyit eder. Tabiatı ateistiktir. Woolsey Teller’ın ifade ettiği şekliyle “Tanrı düşüncesi, bizim mevcut evrim bilgimizle uzlaştırılamaz.” Allah inancı ile evrim teorisini uzlaştırmaya çalışanların durumu, gövdesi iki zıt tarafta duran kapılara iple bağlı olan adamın durumuna benzer. Hangi kapıya yanaşsa diğeri kapanır. Kısacası bir kişi hem İslam’ı hem de evrimi savunuyorsa bu iki mefhumun ifade ettiği manalardan birini hatalı kullanıyor; İslam, bilim ve evrimden en az birinin ilmini bilmiyor demektir.

Ama biz hayvanların evrimine inanma ruhsatına bile gerek duymuyoruz veya insanların böyle kabul etmelerine de vicdanımız ve aklımız müsaade etmiyor. Bunun için iki sebebimiz var: Birincisi, gerçekten bilimsel veriler hayvanların dahi evrimcilerin iddia ettiği şekliyle yaratılmadığını gösteriyor. Gerçekten öne sürdükleri delillerin keyfiyeti hayvanların birbirlerinden tezahür ettiğine dair çok yetersiz. Hep senaryo, hep faraziye ve hep delillerin kendi istedikleri şekilde yorumlanması. Kameraların, yazılı belgelerin ve bir kısım insanların şahitliğine rağmen 50-100 yıl öncesine ait tarihî meseleler üzerinde bile birçok ihtilaf oluyor ve bazı hadiseler aydınlatılamıyorken hiçbir şahit olmadan yüz milyonlarca yıl süren sürecin nasıl işlediğine dair -hangi delillerle olursa olsun- her kim bir izahat yapıyorsa bu açıklamaların gerçeklik payı olmayacaktır. İspatlanması mümkün olmayan hipotezler olarak kalacaktır. Dolayısıyla kimse böyle bir teorinin iddialarını kabul etmek ve bu iddialara inanmak zorunda değildir. İkinci sebep; bir Müslüman, itikadına zarar vermiyor düşüncesiyle “hayvanların” evrim geçirdiğine yönelik evrimci hipotezlere inandığını söylediğinde veya savunduğunda ateist evrimcilerin küfrünün muhkemleşmesine sebep olabilirler. Yapılması gereken, kişinin küfrüne gerekçe yaptığı evrim nazariyesinin yanlış olduğunu delilleriyle izah edip, kişinin kendi inançsızlığını sorgulamasına vesile olmaktır.

Müslümanlar olarak bizler evrim tartışmalarına karşı uyanık olmamız gerekiyor. Küfür ehli tabiatperestlerin evrimi savunmasında bir bahis görmüyoruz. Zaten kâinattaki tasarım ve gayesellik deliline karşı tutunacakları başka bir dal yok. Mecbur savunmak durumundalar. Asıl mesele “teistik evrim, evrimsel yaratılış” kavramlarıyla İslam’a bu düşünceyi sokmak isteyenlerdir. Bu insanlar -bilerek veya bilmeyerek- hadis inkârcıları ve dindeki reformistler gibi oryantalist fikir akımlarına hizmet etmektedirler. Neden?

Çünkü evrim teorisi, Hz. Âdem’in (a.s.) ilk insan ve peygamber olması, cennetten yeryüzüne gönderilmesi, Allah’ın insanı halife-i arz tayin etmesi ve “ahsen-i takvim” olarak nitelediği insanı diğer tüm yaratılmışlardan üstün tutması, Allah’ın kâinatı yoktan var etmesi ve sonra tabiattaki her hadise ve oluşları -hâlen- anbean yaratması, peygamberlere bahşettiği mucizeler gibi İslam’ın temel akaidine aykırı iddialarla karşımıza gelmektedir. “Kur’an-ı Kerim’i bilimsel düşünceyle sentezleme, İslam’a ve imana bilim temelinde bakış!” gibi cazibedar sloganlarla teistik evrim düşüncesi ıstılahımıza sokulmakta ve toplumda yeni bir İslam ve Allah tasavvuru oluşturmak istenmektedir. Bizim Müslüman fertlere diyeceğimiz şudur: Bu odaklar, birtakım Kur’an ayetleri, hadisler ve İslam’da evrim teorisi gibi suni gündemlerle mütemadiyen İslam âlemini oyalamak, meşgul etmek, aralarında ihtilaf çıkarmak gayretindedirler. Böylelikle Müslümanları, tarihte üstlendikleri cihanşümul vazifelerinden, büyük mefkûrelerinden alıkoyma gayesi güderler. Onun için Teistik Evrim Düşüncesinin Eleştirisi isimli kitabımızı bitirirken de ifade ettiğimiz son sözü burada tekrar etmekte fayda görüyorum:

-Ey Müslüman! Kabul etmediğinde biyoloji dâhil bilimin tüm alanlarında yapacağın bilimsel çalışmalara hiçbir engel teşkil etmeyen, kuramsal yapısıyla pozitif bilimlerin tekâmülüne hiçbir faydası olmayan, teknolojinin ve medeniyetin gelişmesine katkı sağlayıcı hiçbir girdi yapmayan, aksine zihinlerde yer ettirdiği Sosyal Darwinizm felsefesiyle bencillik ve sömürgecilik anlayışını meşrulaştıran, ateizmin etrafında öbeklendiği, hiçbir zaman ne olduğunu nasıl olduğunu tam öğrenemeyeceğimiz yüz milyonlarca yıllık bir süreç içerisinde raks etmiş canlıların tarihsel geçmişini mevzuu alan faraziyeler yığını evrim hipotezini artık İslam’ın gündeminden çıkart!

Senin yapman gereken vazife; medeniyetinin tarihini sana anlatacak, imanını pekiştirecek, seni güzel ahlak sahibi yapacak, seni amel etmeye sevk edecek, iyiliği emredip kötülükten alıkoyduracak tarih ve İslami ilimlerin yanında medeniyetimizi yükseklere taşıyacak, tefekkürüne vesile olacak, İslam’a ve insanlığa faydası dokunan yüksek teknolojilerin ilmini sana sunacak, Allah’ın azametini temaşa edeceğin fezada sana yepyeni ufuklar açacak, beşer medeniyetinde seni üstün bir yere taşıyacak, yüksek sanatları sana öğretecek fizik, kimya, astronomi, matematik, geometri, tıp, biyoloji gibi pozitif bilimleri ve bunların tatbik edildiği sanatları, mühendislik alanlarını ve teknoloji bilimlerini öğrenmek ve bu yolda yürürken Peygamber Efendimizin (s.a.v.) bizlere bildirdiği “İlim Çin’de bile olsa gidiniz, alınız!”, “Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz!”, “İlim, Müminin kaybolmuş malıdır. Onu nerede bulsa alır!”, “İki günü eş olan zarardadır!” hadislerini düstur edinmek; karşına evrimci tartışmalar çıktığında ise “Tür içi değişimleri (mikro evrim/değişim), tür içi varyasyonları, mikrobiyal değişimleri, seleksiyonu, adaptasyonu biz de kabul ediyoruz. Zira bunlar gözle görülen, türlerde sınırlı değişimlere sebep olan ve birtakım ilahî hikmetlere binaen tabiatta vuku bulan yaratılış hadiseleridir. Fakat siz bunları kendi batıl ideolojinizin tabiata uyarlanmasıyla elde edilen türler arası geçişe yani makro evrime uyarlıyor ve gözle görme imkânımızın olmadığı ve hiçbir zaman ne yaşandığını bilemeyeceğimiz yüz milyonlarca yıl öncelerine dayanan senaryoları üretiyor ve bilim adına bu tarihsel hipotezlere inanmak ve üzerinde tartışmak gibi abes bir işi bizden talep ediyorsunuz!” diyerek bunları elinin tersiyle itmektir.