Ehl-i Beyt’i Sevmek ve Ehl-i Beyt’in Hukuku / Prof. Dr. Murat Sarıcık

Hazreti Peygamber’in (s.a.v.) Ehl-i Beyt’e dair muhabbetini açıkça izhar eylediği pek çok durum ve yerine göre de çevresindekilere uyarıları var. Bunu bir mümin olarak nasıl değerlendirmeliyiz? Günümüzde de Şûra suresi 23. ayeti ve mesela sekaleyn hadisini ve ana unsur sayılan bazı hadisleri bu anlamın dışında tutmak isteyen bir anlayış da var. Nasıl değerlendirilmeli, ölçülerimiz nasıl olmalı?

Din, nakildir. Yani Kur’ân ve Sünnettir esas olan, bir de bunları anlayan müçtehitlerdir. Bunları doğrudan ayetlere ve hadislere dayandırmazsak söylemlerimiz güçsüz kalır ve ondan sonra İslam’a uyuyor mu uymuyor mu, o da ortada kalır. Onun için, böyle konularda, Kur’ân bu konuda ne diyor, nasıl tefsir edilmiş ona bakmak lazım. Mesela Ehl-i Beyt’i sevmekle ilgili ayetler var. Peygamber Efendimizin bu konuda hadisleri var. Hadislerde benim en dikkatimi çeken şey şudur: Bir hadisinde Peygamberimiz; “Ey insanlar, ashabım, (din) kardeşlerim ve esharım hususunda beni koruyunuz ve onlara sebbetmeyiniz.” diyor. Burada Ehl-i Beyt’le ilgili hukukunu korumak söz konusu. Burada bize şunu veriyor: Yani sahabeyi nasıl seviyorsan Ehl-i Beyt’i de öyle sev. Bu iki sevgi birbirinden ayrılıyorsa, Ehl-i Beyt sevgisi derken sahabe düşmanlığı çıkıyorsa, burada bir sakatlık vardır. 

Yine başka hadis-i şerifleri var. Mesela Hz. Hasan için diyor ki: “Allahım! Ben onu çok seviyorum, sen de onu sev ve onu sevenleri de sev.” Şimdi bunu nasıl anlayacağız? Yani ulema, müçtehitler bunu nasıl anlamış, nasıl anlatmış? Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi anlayan Peygamberimizdir. Hadis bundan dolayı önemlidir. Bir de hadis deyince adam bunu kafadan söylenmiş şeyler zannediyor. Hadis; vahyi gayr-i metluvdur, yani Peygamber Efendimizin din ile ilgili açıklamaları vahye dayanır. Yani Kur’ân gibi o da bir vahiydir. Tamam, nazmı Allah tarafından gönderilmemiştir ama bir vahiydir o da. Peki, hadisi en iyi kim anlar? Hadisi de ulema, müçtehitler, fakihler anlar. Şimdi, bunlara müracaat etmeden, şöyle, böyle diye konuşursak, yani seküler akılla, buralara bağlantısız olarak bu konuları konuştuk mu, burada problemler çıkıyor. Sadece Alevilik, isnâaşeriyye meselesi değil... İslam uleması Kur’ân’ı kendine göre tevil eden, tefsir edenlere mülhid der... Sen istediğin gibi tefsir et; o zaman kişiler adedinde din olur. Hâlbuki biz sünnete uyacaktık. Sünnet dediğimiz şey Peygamberimizin yoludur. Kur’ân gelseydi, sünnet olmasaydı bu din olmazdı. Çünkü Peygamberimiz anlatmadan biz her şeyi anlayamazdık, yanlış anlardık. Peygamberimizin koyduğu hükümler var. Hata ettiği zaman Peygamberimiz vahiyle uyarılmıştır. Bunun birkaç örneği vardır. Kur’ân’ın açıklaması olması bakımından hadisler çok önemlidir, sünnet önemlidir… Ondan sonra müçtehitler, hadisleri en iyi anlayanlar onlardır. Mezhepler buradan çıkar zaten; bundan dolayı mezhepler var, yoksa mezhep diye bir şey olmazdı. Malumunuz, müçtehit olmayana ‘mukallit’ denir İslamiyet’te. Mukallitler müçtehide uymak zorundadır.

Herkes, “Ben bu ayeti şöyle anlıyorum.” diyor. Ben böyle anlıyorum demekle olmaz ki... Ulema bu ayeti nasıl anlamış, önce ona bakacaksın. Kur’ân’dan, sünnetten, onu en iyi anlayan müçtehitlerden… İşte mezhepler, kitaplar bundan yazılmış, kriterler konulmuş bu konularda.

“Ehl-i Beyt’i Sevmek” isimli bir kitabımız var... Şûra Suresi 23. ayet, Ehl-i Beyt’i sevmekle doğrudan ilgili ayettir. Buraya bakarsın, orada müfessirleri görürsün, hadis kitaplarını görürsün. Önce bununla gireceğiz konuya. Ehl-i Beyt’i, Seyyidleri sevmek söz konusu bu ayete dayanır. Bir de “Rics” ayeti vardır, Ahzap suresinde… O da işin hukuki tarafını ele alır. Zekât alamaması vb. durumlar… Seyyidlere zekât haramdır bazı mezheplerde... O nedenle Seyyidlere devlet yardım etmiştir, yerine göre borçlarını ödemiştir. Peygamber Efendimizin Seyyidlerle ilgili, Ehl-i Beyt’le ilgili hadisleri, emirleri olduğu için… Peygamber Efendimiz Hz. Hasan’a, “Bu benim oğlum.” demiş. Burada mesela bunu yorumlamışlar; demişler ki: “Hz. Hasan, torunu olduğu halde ona ‘oğlum’ diyor; demek ki onun soyundan gelenler onun oğlu makamındadır.” O zaman iş değişiyor biraz, değil mi? 

Evet… 

İşte, oğlum demiş... Peki, oğullarına nasıl davranacağız?

Bu, çok güzel bir okuma. Yani oğul oluşuna bir vurgu var, oğulluğun anlamını da muhtevi...

Evet. Mesela Peygamberimizin başka kızları var ama “Soyum Ali’nin soyudur.” diyor. Bu da hadis. “Benim soyum Ali’nin soyudur.” diyor. Yine “Ben hem Hasan’ı hem Hüseyin’i seviyorum.” diyor, “Onları seven beni sever.” diyor. Hem “oğlum” diyor hem “Onları seven, beni sever.” diyor, “Onlara buğz eden, bana buğz eder.” diyor. Bir Müslüman nasıl sevmez, yani oğlu makamında! Bundan dolayı Seyyidlerin soylarını tespit için nakibüleşraflık kurulmuş… Çünkü soy tespitiyle ilgili de hadisler var. Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “Kim bile bile babasından başkasına soy iddiasında bulunursa, ona cennet haram olur.” (Buharî, Müslim) “Babalarınızdan yüz çevirmeyin. Kim babasından yüz çevirirse (soyunu başkasına dayandırırsa) bu bir küfür olur.” (Buharî, Müslim) diyor.

Evet...

O zaman, o soyu tespit etmek gerekiyor. Çünkü soyunu tespit etmezsek olmaz. “Ben de Peygamber soyundanım.” diyenler olmuştur,  yanlış şecerelerle, uydurma şecerelerle… Bunlara “Müteseyyid” denir.

Kesinlikle...

Nakibüleşraflık, Seyyidler Bakanlığıdır. Bütün Seyyidlerin isimleri, nikabet defterlerine kaydedilmiş böylece. Bunların çocuğu doğdu mu, Isparta’da mesela kaç Seyyid var, bunların hepsini böyle tespit ediyor. Bunlar Peygamberin oğlu makamında, torunu makamında olduğu için, Seyyidlerin dikkat etmesi gereken, -bütün Müslümanlar aynı şeylere dikkat edecek de- özellikle bunların dikkat etmesi gereken durumlar var…

Konuya biraz daha girmek gerekirse ilgili ayetten bahsedeyim. Bu ayet, “…kul lâ es-elukum ‘aleyhi ecran illâ-lmeveddete fî-lkurbâ…”

Meveddet ayeti olarak da geçiyor, değil mi?

Şûra suresinin 23. ayeti, Meveddet ayetidir. Mesela burada İbni Abbas diyor ki… İbni Abbas kim? İbni Abbas, sahabenin en büyük müçtehitlerinden birisidir. Peygamberimizin amcasının oğlu Abbas’ın, Hazreti Abbas’ın oğlu, Abdullah bin Abbas: “Bu ayet ensarla ilgili olarak nazil oldu.” Ayetlerin nüzul sebepleri var… Peki, neden nazil olmuş? O diyor ki, Peygamberimiz Medine’ye hicret ettiğinde, tabii, herkes yerinden yurdundan ayrıldı, mali zorluk içine girdi Peygamber Efendimiz… Ensar bunu gördü, “Peygamberimiz bize dini öğretti, imanı öğretti, İslam’ı getirdi, bize o kadar büyük hazineler verdi ki, cennetin kapısını açtı. Yani bunun değeri bir şeyle ölçülür mü?! Allah’ın rızasını getirdi. Allah’ı bildirdi, melekleri bildirdi, İslam’ın hükümlerini bildirdi. Biz Resulullah’a yardım edelim.” diyorlar. Kendi aralarında mal toplamak istiyorlar ve topluyorlar ve Peygamberimize getiriyorlar malı, parayı… Tabii, Resulullah bunu kabul etmiyor. Çünkü dini kendine kullanmak var, bir de dine Allah için hizmet etmek var. Peygamberler dine hizmetin en ilerisini yapmışlardır. Peygamberler dini anlatsalardı ve para alsalardı -ki ayetlerde dinle dünyayı satın almak diye tabir edilir bu- o zaman kimse onların arkasından gitmezdi. Ayette buna vurgu yapılır. Peygamberimiz kabul etmedi ve şöyle dedi: “Lâ es-elukum ‘aleyhi ecran illâ-l meveddete fî-lkurbâ.” Ayet de böyle geldi. Ne dedi: “…kul lâ es-elukum ‘aleyhi ecran illâ-lmeveddete fî-lkurbâ…” Bu, ayetin bir kısmıdır, yani öncesi değil. “Ben sizden bu yaptığım hizmet karşılığında hiçbir şey istemiyorum. Sadece benim kurbâ-ı meveddet hariç, akrabalarımı sevmeniz hariç.” Yani “Ben sizden…” “Kul” diyor, Cenab-ı Hakk söylüyor. “…kul lâ es-elukum ‘aleyhi ecran illâ-lmeveddete fî-lkurbâ…” “Ben hiçbir ücret istemiyorum, yalnızca akrabalarıma meveddet gösterin yeter.”

Allah, “Ehl-i Beyt’e meveddet gösterin.” diyor. Ama bunu Peygamberine söylettiriyor, “Onlara sen böyle de” diyor, “Mallarını alma ama bunu da söyle” diyor. Şimdi cahiliyede de böyle bir şey vardır, Mekkelilerle ilgili diyenler de var bu ayet için. Peygamberimize çok eza ettiler Mekke’de. Bu ayet, “Yahu, inanmadınız, bari akrabalık hakkını gözetin de iyi davranın” manasında, Mekkeliler hakkında nazil olmuştur diyenler de var. Evet, aynı ayetin Hazreti Abbas hakkında nazil olduğu şeklinde, yani nüzul sebebinin birisi de budur. Bir gün, Hz. Abbas, Peygamberimize gelmiş, ensardan şikâyette bulunmuş, demiş ki: “Ya Resulallah, bizimle konuşmaya başladıklarında: Biz sizden üstünüz. Biz size şöyle yardım etmedik mi, böyle yardım etmedik mi?! diyorlar.” Bunun üzerine Peygamber Efendimiz Ensar’ı yanına çağırıyor… “Siz sapıklıktayken, Allah benimle size hidayet etmedi mi?” diyor.

Şu da var: Sahabelerin en üstünleri ilk iman edenlerdir. Daha sonra ensar gelir. Bundan dolayı Ensar’ın “üstünüz” demesi burada yanlış.

Efendimiz (sav): “Siz sapıklıkta iken Allah benimle hidayet etmedi mi?” diyor. “Evet ya Resulallah.” diyorlar. “Peki, sizler beni sevmiyor musunuz?” diyor. “Seviyoruz ey Allah’ın Resulü.” O zaman Resulullah: “Kavmin seni yurdundan çıkardı da biz barındırmadık mı, onlar seni tasdik etmediler de biz doğrulamadık mı, onlar seni yardımcısız bıraktılar da biz yardım etmedik mi diyeceksiniz.” diyor. “Madem böyle şey yapıyorsunuz, niye bunu bize söylüyorsunuz, başımıza kakıyorsunuz.” diyor. “Peki, benimle size hidayet gelmeseydi siz nasıl yardım ederdiniz bana?” diyor. Size hidayet gelmiş ki, siz yardım ediyorsunuz… Ayet gelmiş ki yardım ediyorsun. Yani sen yardım etsen bile, hidayetin gelmesine sebep olan, bir Peygamber… “Biz sizden üstünüz” demekle ne demek istiyorsun? Peygamberden mi üstünüz demek istiyorsun? 

Bu konuda ben şöyle bir dörtlük yazmıştım:

“Sordu Resul: Beni sevmez misiniz?

 Bende nur, hidayet bilmez misiniz?

 Bensiz sapıklıkta kalmaz mısınız?

 Allah’ı sevdiren ben değil miyim?

 Bana, akrabama meveddet verin…”

Çok güzel…

Böyle olunca bu ayet nazil oldu deniliyor. Yani ücret alma yok... Bir de “meveddete” bakalım.

Meveddet, sevginin özü demek. Arapçada on tane sevgi çeşidi var; on tane, rütbe rütbe, mertebe mertebe. Meveddet, sevginin özü demek, özü. Kökü, özü. Yani “vedde” fiili. Allah’ın isimlerinden birisi de Vedud’dur. Yoğunluk ve mertebeleri açısından sevgi şu kısımlarla anılır Arapçada: Birincisi alakadır, kalbin mahbuba taalluku, yani ilk ilgilenme zamanı. İkincisi iradedir. İrade deyince hemen aklımıza başka şey gelir ama irade de aslında sevgiden doğan bir şeydir. Yani sevecek, taraftar olacak, inanacak, ondan sonra bir şeyi irade edecek. Bakınız, bu da sevgidir aslında. Onun için, adam mümindir ama bir türlü namazı irade edip kılamaz, daha oraya gelememiş. Kalbin sevilene meyli ve onu istemesi yani, irade bu demek aslında. Mürit buradan geliyor… Adam yola giriyor ya… Üçüncüsü de sabbabedir. Gittikçe yoğunluk artıyor. Kalbin sevdiğine akması demek sabbabe. Ama bardaktan boşanırcasına yağmur yağar ya, buna sabbabe denir Arapçada. Dördüncüsü ğaramdır. Ğaram, bir şeyi asla bırakmamak demek, yani yapışıp kalıyor onda. Yakın arkadaşlara da bu söylenir. Kalpten hiç ayrılmayan sevgi demek... Sonra “meveddet” geliyor. Lüb’tür bunun aslı, sevginin lübbü. Yani cevizin içi, kışırsız, yani öz sevgi, içinde başka hiçbir şey yok. Yani bir şeyden dolayı olan bir sevgi değil. Böyle bir sevgi. Sevginin özüdür, katıksız, halis olanıdır. Sevginin dereceleri bundan sonra daha da artar. Şavaf, aşk, teteyyüm, teabbüt ve hıllet olarak anlatılır sevgiler. Yani bunlar hep sevgidir. Yani “ben meveddet istiyorum derken, samimi olarak beni sevin, akrabalarımı sevin, muhacirleri, Kureyşlileri, müminleri sevin.” diyor Peygamber Efendimiz. Böyle bir sevgi istiyor ensardan. Tabii, ensar da o zaman bu işin inceliklerini, hepsini tam bilemez, yeni Müslüman oluyorlar, Peygamberimiz böyle bir açıklama yapıyor.

Bir de birkaç hadis üzerinde duralım. Mesela “Âl-i Muhammed”le ilgili bir hadis. Âli Muhammed’le ilgili, “Ehl-i Beyt” kelimesi geçtiği için bu hadisi önemsiyorum. “…Muhammeden fi ehli beytihi.” bu hadis Buhari’de geçer. Buhari’de geçer deyince sular durur… “Ehl-i Beyt’i hususunda Peygamber’e dikkat ediniz.” Bu şu demek: Ehl-i Beyt ile Peygamber Efendimiz birbirinden ayrılmaz. Ehl-i Beyt sevgisi ile Hz. Peygamber sevgisi birbirinden ayrılmaz. Yani bir adam “Ben onun Ehl-i Beyt’ini, soyunu sevmiyorum!” diyemez. 

Bakınız, “Ehl-i Beyt’te Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hukukunu koruyunuz.” Yani Peygamberimize nasıl davranacaksak, sevgide, hürmette, Ehl-i Beyt’ten olan birisine yapınca bunu, ona yapmış gibi oluruz. Şöyle diyelim: Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Bana itaat ettiğiniz gibi, benim tayin ettiğim emire de itaat edin.” “Ona itaat, bana itaattir.” diyor. Biz şimdi o komutana itaat edecek miyiz, etmeyecek miyiz? Edeceğiz. Peygamber’e itaattir o. Onbaşıya itaat, Genelkurmay Başkanına itaat sayılır. İtaat açısından söylüyorum… 

Şimdi, Peygamber Efendimiz devleti kurdu, devlet-i İslamiye’yi, Medine’de, birinci yılda… Tarihi biz devlet kurmakla başlattık. Bütün İslam devletleri bizim devletlerimizdir. Neden? Çünkü hepsi de İslam hukukuyla, Peygamberimizin yönettiği gibi yönetir. Bakın, yönettiği gibi diyoruz. Onun için, onun yerine geçti bir halife, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Fatih vb. başka halifeler, Abbasi halifeleri… Emevi hilafeti diyoruz, Abbasi hilafeti diyoruz. Ne demek? Peygamberimizin kurduğu devletin başında olan adam demek bu. Tamam, bunların da suçları olabilir, iyisi de olabilir, kötüsü de olabilir ama iyilikleri galipse o bizim halifemizdir. Yani İslam hukukuyla insanları idare ediyor, yapabildiği kadar buna uğraşıyor, İslam’ı muhafaza etmeye çalışıyor, sınırları koruyor. Halifenin belli görevleri var. Yani Peygamberimiz nasıl idare ettiyse öyle idare etmeye çalışıyor. Bu halifeye itaat doğrudan Peygamberimize itaattir. Kanuni Osmanlı Devletinden bahsederken “940 sene önce kuruldu” diyor… O zaman Gazi Bali Bey’e yazdığı bir ferman var, orada söylüyor bunu. “Bu devlet önce Allah’ın, sonra Peygamber’in, sonra onların emriyle benimdir.” diyor. Yani devlet ne zaman kurulmuş? Medine zamanında kurulmuş... Evet, böyle düşünüyorlar.

Şunu düşünebiliyor musunuz? “Ben sana Peygamber’in tuğunu gönderiyorum.” diyor Gazi Bali Bey’e. Yani şunu demek istiyor: “Bu devletin tuğunu sana vermek, Peygamberin tuğunu sana vermektir.” diyor. Ondan bir tuğ daha istiyor vali. Kanuni, “Yeter bu sana.” diyor. “Peygamberin tuğunu gönderdim ben sana.” diyor. “Bir tuğ yeter.” diyor.

Devleti 940 yıl önce Peygamberimiz (s.a.v.) kurdu… İşte bundan dolayı bizde itaat kültürü olmuş. Müslümanlarda itaat kültürü vardır, devlete isyan etmezler bundan dolayı… Yani halifeye itaat, İslam devlet başkanına itaat, Peygamberimize itaattir. Çünkü o onun yerinde, onun vazifesini yapıyor, ona vekâleten o işi görüyor, tabiri caizse onun koltuğunda oturuyor. Çok büyük bir makam bu. Allah’ın devletinin… Buraya dikkati çekelim.

Peygamberimiz devleti kurdu, sahabeleriyle birlikte. Bak, sahabelerin devleti, Peygamberimizin kurduğu devlet. Onun için “Devlet-i Âliyye-i Muhammediye” denir. “Âliyye”, Allah’ın Âliy ismi vardır. “Ya Âliyyu ya Allah!” Hazreti Ali de ismini oradan almış… Devlet-i Âliyye. Devlet-i Âliyye-i Muhammediye, “Âliy olan Allah’ın ve Muhammed’in Devleti” demektir. Peygamberimiz yanlış bir iş yapsaydı, Allah hemen “dur” derdi, “Ben sana devlet mi kur dedim?” derdi. İşte onun sünnetinin birisi de budur; İslami devleti kurmuştur. “Benden sonra halifeler gelecektir.” diyor. Hadisler var bu konuda. O geçtikten sonra yerine geçenler döneminde bu devlete bundan dolayı hilafet devleti denilmesi de bundan… 

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadiste Ehl-i Beyt’in nasıl sevileceğini söylüyor; “Sizi nimetleriyle rızıklandırdığından dolayı Allah’ı seviniz. Allah’ı sevdiğinizden dolayı beni, beni sevdiğinizden dolayı da Ehl-i Beytimi seviniz.” diyor. Allah sevilmeyi hak ediyor. Düşünün, bir insan dahi adam bize küçük bir iyilik yapsa kalbimiz ona meyleder. Bizi yokluktan yaratmış, bizi insan yaratmış, bütün ihtiyaçlarımızı karşılıyor, güneşi doğuran o, mevsimleri getiren o, bize sıhhat veren o, yürüten o, kaldıran o, konuşturan o, düşündüren o; Allah’ı sevmez mi insan?! “Allah’ı bunun için seviniz.” diyor. Sevmeye layık da onun için seviyoruz, yani hak ediyor. Tam bir adalettir bu aslında. Sonra diyor ki: “Allah sevgisi sebebiyle beni seviniz.”, “Allah’ı sevdiğiniz için beni seviniz.” Peki, neden seni seveceğiz? Allah’ı seven adam, Allah’ın elçisini sevmez mi, onun memurunu sevmez mi, yâver-i ekremini sevmez mi?! Onun çok sevdiğini sevmez mi?! Bak, bunlar tamamen hakikat, yani lüb bunlar, tamamen hakikat.

“Beni seviniz.” diyor. Ama bak, burada durmuyor, ne diyor arkasından; “Beni sevmenizden dolayı Ehl-i Beytimi seviniz.” Yani “Sizin Ehl-i Beyt sevginiz öyle bir sevgi olmalı ki, içinde beni sevmek olmalı, Allah’ı da sevmek olmalı.” Çünkü birbirine bağlı bunlar, üçü de birbirine bağlı; dikkat çekiyor, değil mi? O zaman, Ehl-i Beyt’i sevmek… “Ben Ehl-i Beyt’i seviyorum, Ali’yi seviyorum, sahabeyi seviyorum.” deyip burada kalmak yok. Sahabeyi seven adam, Peygamberimizi seven adam, sünnetine uymaz mı?! Peygamber’i seven adam, Allah’ı sevmez mi, Allah’ın kitabına uymaz mı, emirlerini yapmaz mı?! 

Kuşatıcı, sağlam, muhkem bir forma döndü.

Muhkem ve Müslümanları, hiç kimseyi ayrıştırmayan bir şeydir bu. Bir de doğrudan İslam’ı benimsemeyi ve uygulamayı gösterir… Yani öyle seviyorum demekle değil sadece. “Seviyorum” dedim, “Ben Ehl-i Sünnetim, namaz niyaz, farz, helal-haram yok ama Ehl-i Beyt’i çok seviyorum, Hazreti Ali’ye ölürüm, Abbas’ı seviyorum…” Bu sevgi değil... “Beni seven” diyor Peygamber Efendimiz bir başka yerde, “Sünnetimi diriltir” diyor. Sünnet dediği burada yolu, çığırı, açtığı yol, onun hükümleri, uygulamaları, emirleri… Demek ki böyle bir anlam buluyor. Yani tek başına bir sevgi değildir Ehl-i Beyt sevgisi. Allah namına o insanları sevmek, sahabeleri sever gibi. Peygamber namına, onunla ilişkili olarak Ehl-i Beyt’i sevmek. Böyle olursa İslam’a bağlanır, yapışırız biz. Peygamber Efendimiz “Size iki sekaleyn bıraktım.” diyor. “Sekaleyn”, ağır şeye “sakil” denir. Sakîl, çok ağır demek. Bu şu demek: Çok önemli, çok değerli, benzersiz… Yani iki büyük hazine. İçinde çok büyük değerler olan, çok kıymetli, sizi ayağa kaldıracak şeyler olan iki şey bıraktım diyor. Bir, kitabullah, Kur’an. İkincisi, “ıtretî” diyor. Itret diye de anılır Ehl-i Beyt. Neden Ehl-i Beytimi bıraktım diyor? Çünkü bir insan yanında yaşadığı insanı çok iyi tanır. Şimdi siz evlisiniz diyelim, hanımınızla 20 yıl berabersiniz veya hanımınız sizinle beraber; sizi tanımaz mı, nasıl bir adam olduğunuzu tanır... Veya biz 20 yıldır dostuz... Ben senin, sen benim nasıl olduğumu tanımaz mısın? Tanırsın... Ehl-i Beyt, onun yakınları, yakınlarında dolaşanlar, onunla birlikte hayatını geçirenler... Mesela derler ki: “Falan adamı biz Ehl-i Beyt’ten zannederdik.” Sürekli onlarla beraber olduğu için, sahabelerden, hani böyle Peygamberimizle birlikte, ondan hadis almak için birlikte oldukları için, “Ehl-i Beyt’ten zannederdik” derler. Ehl-i Beyt; hadisi, Peygamberimizin uygulamasını, hayatını, yaşamasını çok iyi bildiği için, “Ehl-i Beyt’i bıraktım.” diyor. 

Ehl-i Beyt konusu bu topraklardaki insanların gönüllerinde başlı başına ortak bir muhabbet ve ilgi alanı. Ortadoğu, Orta Asya, Afrika ve Balkanlar hep bu sevginin izlerini taşıyor. Bu ilginin nedeni sizce nedir diye sorduğumuzda, bu sevgiye muhatap olan Seyyidlerin nelere dikkat etmeleri de önem kazanıyor, değil mi?

Evet… Seyyidler nelere dikkat edecek? Çünkü Seyyidler Peygamber’in oğulları. Misal... Şimdi, Murat Sarıcık’ın oğlu olmadan ben, bir köylünün oğlu olsam, falan şekilde hareket edebilirim. Ama Murat Sarıcık’ın oğluyum ben, o ilahiyatta şöyle, böyle tanınır deyince, onun oğlu nasıl dikkat edecek; babasına göre yaşamaya dikkat edecek… Heytemi’nin Es-Sava’iku’l-Muhrika adlı eserinde Seyyidlerin uyması ve dikkat etmesi gereken beş hususu âlimler şöyle sıralıyor: 

1) Din ilimlerinin tahsiline önem vermek.

Arapçada ‘baba’ kelimesi bir şeyin yaratılmasına sebep olmak, bir şeyin zuhuruna, ortaya çıkıp güçlenmesine sebep olmak demek. Ayette bu vardır. Peygamber Efendimiz bütün müminlerin atasıdır, özelde bir de Seyyidlerin akrabalık cihetiyle atasıdır. Peygamberimiz en âlim değil miydi? Evet. Peki, bu en âlimin çocuklarına yakışan nedir? Bunların da âlim olması… İşte o yüzden tarih boyunca Seyyidlerden çok âlim çıkmıştır. 

Çünkü bu din, din ilimleriyle başlamıştır. Ve bu din ilimleri tahsil edilmediği zaman İslamiyet, onun kültürü, medeniyeti biter. Din ilimlerinin tahsiline Seyyidler önem verdikleri için, hem tekkede hem medresede çok Seyyid âlim vardır. Hem de Seyyid ismi geçer başlarında; Seyyid, Şerif, Hacı gibi isimler, Osmanlılarda ismin başına gelmesi mecburiydi.

2) Babalarla övünmeyi, atalarla övünmeyi terk ve muttaki olmaya dikkat etmek.

Peki, yaptığımız iyi işlerle hiç övünmeyecek miyiz? Hayır, övünmeyeceğiz, şunu uygulayacağız: Tahdis-i nimet edeceğiz. Allah bu güzelliği bana nasip etti diyeceğiz.

3) Sahabeyi ta’zim. Tamam, Peygamberimiz Seyyidleri sevmeyi emretti ama sahabeyi sevmeyi de emretti, müminleri sevmeyi de emretti. Sahabeyi biz nasıl seviyorsak -Ehl-i Sünnet öyledir- Seyyidleri de böyle seveceğiz. Şimdi bakınız, sahabeyi tazim derken, burada sahabe düşmanlığı bitiyor. Bu çoğu problemlerin çözümü demek…

4) Hz. Hüseyin’in şehit edildiği günde kimi Şiilerin yaptığı taşkınlıkları yapmamak. Şimdi, bir şey yanlış anlaşılıyor, onu söylemiş olayım: Millet zannediyor ki “Ehl-i Beyt’i sevmek Şiiliktir!” Böyle bir yanlış anlayış var. Bu iş, çok yanlış anlaşılıyor.

Çok...

Bütün Ehl-i Sünnet Seyyidleri sever, Hz. Ömer’i sever, Hz. Ebu Bekir’i sever. Bütün halifelere bak, bütün sahabelere bak. Hz. Ali’yi sever. Emeviler dönemine bak, Seyyidleri severler. Abbasi dönemine bak, Seyyidleri severler. Ha, sevmeyen şu bu çıkmıştır, tabii ki olacak, çıkacak, herkes aynı değil ki… 

O zaman da yine ölçü tashihine ihtiyaç vardı bu anlamda. Bugün de yaptığımız bu…

O zaman da karıştırılmış bu. Hatta müçtehitlerden birisi diyor ki: “Ehl-i Beyt’i sevmek ile Şiileşmeyi karıştırmayın.” Evet, biz, Peygamberimiz “sev” dediyse, nasıl sevmeyiz?! Yani ayet “sev” diyor, nasıl sevmeyiz?! 

5) Seyyidlerin ve bütün Müslümanların dikkat edeceği hususlardan biri de soylarının hıfz edilmesi… 

Bir de Nakiplerin dikkat etmesi gereken şeyler var:

1) Seyyidlerin soylarını korumak, Seyyid olmayanların oraya girmesini ve Seyyidlerin de oradan çıkmasını engellemek… 

2) Nakiplerin diğer görevi de Seyyidleri şerefli neseplerine yani soylarına uygun, övülmüşlüklerine münasip adab içinde muhafaza etmek, kötülüklerden alıkoymak. 

3) Seyyidleri, saygınlıklarına uymayan kazanç yollarından uzaklaştırmak. Seyyidler her mesleği icra edemezler. Tabii ki meslek sahibi olabilirler… Osmanlı döneminde meslekler, iyi-kötü diye sıralanırdı. Mesela bir Seyyidin berber olması istenmez. Neden? Çünkü Peygamberimizi ve Seyyidleri üstün tutma meselesi. 

4) Seyyidlerin harama yaklaşmalarını önlemek… 

5) Seyyidlerin şereflerine güvenerek başkalarına sataşmamaları gerekir.   

6) Nakiplerin bir görevi de Seyyidlerin haklarının zayi olmasını önlemek, onlara zulmü önlemek… Herkes için önlemek ama nakibüleşraflar, Seyyidlere mahsus hakimler, kadılar olduğu için, bunlara zulmedilmesini önleyecek. Böylece hakları başkalarınca yenmez, fey ve ganimetlerde zi’l-kurba sehmini onlara dağıtmak… Zi’l-kurba dediği, ganimetin beşte biri devletindir. Beşte birinin de beşte biri Seyyidlere aittir. Bunları dağıtmak… 

7) Seyyide kadınların uygunsuz kimselerle evlenmelerine mani olmak. 

8) Seyyidlere hürmet ve ta’zimin devamı için, had cezaları gerektirmeyen küçük kusurlarına müsamaha ile bakmak… İslam hukukuna göre özellikle ta’zir suçlarında hâkimin suçluya müdahalesi, kişilerin yapılarına fazilet ve şereflerine göre değişir. Bundan dolayı Seyyidler ve Şerifler, ta’zirde eşraf-ı eşraf sayıldıkları için, kendilerine had gerektirmeyen hususlarda eşraf-ı eşraf olanlara yapıldığı şekilde, müsamaha ve yumuşak davranışla suçları ihtar edilmek… Ta’zir ne demek? Ta’zir şu; hakimin, bir suçu önlemek için birisine mesela bir âlime ters bakması yeter. Fazla bir şey söylemesine gerek yok. Mesela bir Seyyid’e de böyle yapacak… Sen ne yaptın, dese yeter… Ama bir başkasına ceza verebilir, bağırır çağırır, sürgüne gönderebilir. Ta’zir konusunda insanlar dörde ayrılıyor. Seyyidlere de en yüksek insanlar, eşraf-ı eşraf olarak bakıp ona göre suçlarını onlara ihtar etmek.