Arapça “sade” fiilinden türetilmiş olup sahip, melik, efendi, büyük bir topluluğu idare eden, kendisine itaat edilen kişi anlamlarına gelen “seyyid” ile yine Arapça “şerufe” fiilinden türetilmiş olup yüksek konumda olan, onur ve asalet sahibi kişi anlamlarına gelen “şerif” kelimeleri terim olarak İslam dünyasının her yerinde Hz. Peygamber’in (s.a.v.) soyundan gelen kimseler için kullanılır.(1)
Istılahî manada Ehl-i Beyt, Hz. Muhammed’in akrabasını ve neslini ifade eder. Zeyd bin Erkam’dan rivayet edilen bir hadiste Resulullah (s.a.v.) üç defa; “Sizden Allah rızası için Ehl-i Beytimin hukukunu korumanızı istiyorum.” buyurmuştur. Hadisin ravisi Zeyd’e “Peygamber’in Ehl-i Beyti kimdir?” diye sorulduğunda Zeyd; “Ali, Cafer, Ukayl ve Abbas’ın aile fertleridir.”(2) demiştir.
Peygamber Efendimizin eşi Ümmü Seleme’den şöyle nakledilmiştir:
“Ben Resulullah’ın evinin kapısında iken, şu ayet nâzil oldu: ‘Ey Ehl-i Beyt, Allah, günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor.’ (Ahzab, 33/33) Bu esnada evde Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin de vardı. Peygamber onlara bir örtü bürüdü ve ‘Allahım! İşte bunlar benim Ehl-i Beytimdir. Bunlardan günahı gider ve bunları kirlerden temiz kıl.’ buyurdu.” Ümmü Seleme dedi ki: “Bu arada ben atılıp: ‘Ey Allah’ın Resulü, ben Ehl-i Beytinden değil miyim?’ diye sordum. (Resulullah) bana; ‘Sen yerinde dur, sen zaten hayırdasın, sen Resulullah’ın zevcesisin.’ diye cevap verdi.”(3)
Seyyid ve şerifler, dönemsel istisnalar dışında, İslam tarihinde hem çok büyük saygı görmüş ve sevilmiş hem de ümmete İslam’ı anlatma ve yaşama konusunda örneklik teşkil etmişlerdir. Kendilerine gösterilen büyük saygı ve sevginin en keskin istisnası Kerbela olayıdır. Çünkü Kerbela’da Hz. Peygamber’in (s.a.v.) torunu Hz.Hüseyin (r.anh) şehit edilmiştir.
İslam dünyasında Kerbela konusuna üzülmeyen bir tane mümin yürek olmadığı gibi, bu konuya duygusal boyutta nötr kalanların ilmî, ahlakî ve irfanî açıdan çok sığ insanlar oluşu da tescillidir. Bir arifin deyimiyle “Kerbela, Hz. Peygamber’den sonra, Hz.Peygamber’in getirdiğini hazmedemeyenlerin, Hz. Peygamber’in torunlarından aldığı intikam, torunlarına yaptığı zulümdür.” Bu konuda hassas olmamak sadece ilkeler gibi bir “yılışıklıkla” açıklanamaz. Değerlendirme hataları bizleri masum eylemez… Çünkü bu, mümin insanın bizzat duygularıyla, layıkıyla müdahil olması gereken imana dair bir alandır. “İlkesel yılışıklık” dediğimiz de budur. Bu, hesabı kolay verilecek bir konu değildir. Dileyen, zihin ve duygu dünyasında, Hz. Peygamber’le yüzleşsin isterse… Var mısınız? Tabii ki “yok…” Aksi mümkün değil… Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) onları, “Cennetin reyhanları” diye tavsif etmiş, “Hasan ve Hüseyin, benim dünyada kokladığım iki çiçeğimdir.”(4) demiştir. “Tebliğ vazifem karşılığında bir ücret istemiyorum. Sadece yakınlarıma meveddet…”(5) demiştir. “Hasan ve Hüseyin’i seven beni sevmiş, onlara kin tutan da bana kin tutmuştur.”(6) buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Sizin en hayırlınız, benden sonra ehlime en hayırlı olanınızdır.”(7) Bir başka hadiste ise şöyle buyrulur: “Sizi nimetleriyle rızıklandırdığından dolayı Allah’ı seviniz. Allah’ı sevdiğinizden dolayı beni, beni sevdiğinizden dolayı da Ehl-i Beytimi seviniz.”(8) Bu hadisin isnadı sahihtir. Sebep ne olursa olsun, Kerbela’da yaşananlar esnasında bu hadis bilinmiyor muydu?
Geçmişin hesabı verilemeyecek en mühim konusu, Kerbela’dır. “Kerbela’dan beri Seyyidler için ne yapabildik?” sorusu, bugün, ihlasa dayalı çok güncel bir sorgulama olmalı inanan yürekler için. Evet, Selçuklu, Osmanlı, Memlûklüler, Gazneliler gerekeni yapmıştı. Seyyidleri savaşa sokmadılar. Savaşta yanlarında dua etmeleri için onları götürdüler. Hep onların dualarını aldılar. Tahta çıkarken onların dualarıyla açılış yaptılar. Önemli görevlere, onlara duyulan yüksek güven nedeniyle Seyyidleri getirdiler. İdari görevlerden, irşad ve tebliğe, hep onları ön plana çıkardılar. “Askerî” sınıf adı altında, sistemin önemli bir öğesi haline getirdiler. Osmanlının bu konuda kafası karışık değildi. Onların maddi manevi bütün üstünlüklerini baş tacı ettiler ve öyle davrandılar. Şecerelerini büyük bir titizlikle tuttular, onlara hukuki bir statü tanımladılar. Günümüzde ise kendini bilen imanlı müminler, Ehl-i Beyt’i sever ve sayarlar. Konu hakkında fikri olmayan bazı masum gönüller de vardır, bilse canını verir… Ruhu bu acıyı, bir şekilde hisseder. Bir de konuyu bildiği halde akademik bir dille reddetme çabası içinde olanlar var… Hatta aşırıya giderek “üstünlük takvadadır” muhteşem düsturunu, kullanabilecekleri en yanlış vadide kullanarak, Seyyidliği bilerek küçük görenler de var… Allah akıl fikir versin onlara… İmanlarını sorgulasınlar… Böyle bir sorgulamaya “Ben münafık mıyım acaba?” diye başlamak, hiç fena olmaz, en azından muhaselet adına ciddi bir muhasebe olur… Böyle yapılırsa kimse kimseden incinmez… Çünkü böyle bir sorgulamayı, farklı pek çok konuda yapan, nice ihlaslı yiğitler vardır… Allah’a (c.c.) bağlılık ve samimiyetini bu cümlelerle yapan nice güzel ahlaklı insanlar vardır. Ehl-i Beyt konusunda aynı sorgulamayı yapmak, sorgulanası bir konu değil midir? Bunun için, hangi mezhepte olursak olalım, mümin olma hassasiyeti adına bu konu hepimizi bağlar… Ehl-i Sünnet mezhep imamlarının ise bu konudaki imanî hassasiyetleri, duyguları, uygulamaları çok örnek alınacak boyutta ve çok üst düzeydedir. Bilen bilir… Seyyidlerin hayatı da ümmetin gözünde hep bu yüksek liyakati besler şekilde geçmiştir. Bu konuda çarpıtıcı obsesyonların hiç kimseye ilmî ve ahlakî, insanî ve İslamî hiçbir faydası yoktur.
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) çektiği bütün acılara rağmen “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”(9) sözlerinde en üst düzeyde anlamını bulan misyonu, davası, O’nu takip edenler için, her asırda, ümmetinin şahsında da tamamlanması gereken en kutsal görevdir. Güzel ahlakın tamamlanması için hayata geçirilecek ne varsa, Kerbela’nın acısını yüreğinin derinliklerinde hisseden herkes için tamamlanması gereken bir misyon, en büyük dava ve görev olarak masanın üzerinde durmaktadır. O masa, mümin yüreklerin, Hz. Peygamber (s.a.v.) adına çözmesi gereken bütün problemlerin, üzerine serildiği masadır. O masa çevresinde, dünyanın en ciddi toplantısını yapar gibi gece gündüz düşünen herkes, Kerbela davası’nın yeryüzünde en sadık temsilcileridir. Kerbela’nın zulme maruz kalmış olan fiilî muhatapları o gün kimler ise, bugün de o güzel ahlakı ihya edecek, insanları inşaî manada donatacak ve geliştirecek olanlar yine onlardır. Onlarla başlayan bu güzellik halka halka cihana yayılacak ve takipçileri olan ümmet de “Selman misali” o halkada yerini alacaktır. “Ehl-i Beytim Nuh’un gemisi gibidir; ona tutunan kurtulur; uzak duran boğulup helâk olur.” anlamındaki hadis-i şeriflerin bizleri en bağlayıcı tarafı bugün bu olsa gerek… Bu konudaki mesafe ve duruş sorunları, bugün kişinin manevi aklını tescil eyleyecek, turnusol kâğıtları mesabesindedir. Hangi meşrepte olursa olsun, Seyyidlerin ahlakî örnekliği ve önderliği, bu davayı temsil etme noktasında, İslam kültüründe çok başat ve baskın bir yere sahiptir.
Kerbela’yı hissedemeyen, Hz.Peygamber’e (s.a.v.) empati yapsın… Kerbela’yı hissedemeyen, Hz. Fatıma’ya (r.anha.) empati yapsın… Kerbela’yı hissedemeyen, Hz. Ali (kv.) Efendimize empati yapsın… Kerbela’yı hissedemeyen, Hz. Hasan (r.a.) Efendimize empati yapsın… Kerbela’yı hissedemeyen, şehitlerin serdarı Hz. Hüseyin’e (r.a.) empati yapsın… Hâlâ bir şey hissedemiyorsa varsın nereye giderse gitsin…
Meselenin özünde Hz. Ali’yi, Hz.Fatıma’yı, Hz. Hasan’ı, Hz. Hüseyin’i Hz. Peygamber (s.a.v.) nedeniyle sevmek var… Hz.Peygamber nedeniyle Ehl-i Beyt’i sevmek, her şeyden önce, Hz. Peygamber (s.a.v.) böyle söylediği için… Onlar, özünde zaten çok sevilecek insanlar… Onlar için en kıymetli şey “Allah için” sevilmek… Hz.Peygamber de kimseden başka bir şey talep etmemiştir. Seyyidü’ş-Şüheda Hz. Hüseyin’in oğlu İmâm Zeynü’l Âbidîn Hazretlerinin şu sözleri çok manidardır:
“Ey Irak halkı! Biz Ehl-i Beyt’i, putları sever gibi değil, İslâmî bir muhabbetle sevin! Bize olan sevginizde aşırı gitmeniz, bize sadece zarar veriyor!”(10)
Meselenin bir başka yönü ise ifrat ve tefrite düşmeden itidal üzere Ehl-i Beyt’i sevmektir. İnsanların, nasıl bilinmek gibi bir kaygısı varsa, bu kaygı, “Ben Müslümanım” demenin dışında bir kaygı olamaz. Müslümanlığın gereği, söz konusu Ehl-i Beyt ise Ehl-i Beyt’i sevmektir. İmam Şafii’nin, “Hz. Ali’yi sevmek Rafızilikse, bütün dünya bilsin ki ben Rafıziyim.” sözü çok çarpıcıdır. Yine İmam Şafii bu konuda; “Ey Ehl-i Beyt-i Resûl! Sizi sevmeyi, Allahu Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de emrediyor. Namazlarında size dua etmeyenlerin namazlarının kabul olmaması, kıymetinizi, yüksek derecenizi gösteriyor. Şerefiniz ne kadar büyüktür ki, Allahu Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de sizleri selâmlıyor.” Bu sözler, Ehl-i Beyt’i böyle coşkulu bir muhabbetle sevmeye dair, Ehl-i Sünnet’in en önemli ağızlarından büyük ilim sahibi İmam Şafii’ye ait olunca, bütün çekincelerin üzerinde, bu sevginin ifade edildiğini görüyoruz. Unutmamak lazım ki, Ehl-i Beyt sevgisi, Ehl-i Sünnet’in sermayesidir, başlı başına manevi bereket ve zenginliğidir… İstikamet üzere olmanın önemli bir sacayağı, güçlü bir dayanağıdır… Hz. Peygamber’i hakikaten sevmeden layıkıyla Ehl-i Beyt sevilemeyeceği gibi, Ehl-i Beyt’i sevmeden de Peygamber sevgisi olmaz… Kim ne derse desin, bu böyledir…
Ehl-i Beyt’in her birini ayrı ayrı sadece Allah için layıkıyla sevmek var… Allah için sevmek demek, Allah’ın (c.c.) onlar hakkındaki hukukuna uymak demek… Daha ne olsun!.. Allah için sevmek… Ayet ve hadislerle açıkça belirtilmiş bir konu… Üstelik onları layıkıyla sevmenin, Hz. Peygamber’in Raşid halifelerine olan saygı ve sevgiyi zerre kadar azaltması gerekmediği gibi tam tersine Hulefa-i Raşidinin diğer mensuplarının da İslam davasına olan büyük katkıları, Hz. Peygamber’e olan ferdî yakınlıkları ve hassaten akrabalıkları onları her zaman gönül dünyamızın başköşesinde çok özel insanlar, büyük dava erleri ve muhabbet kaynağımız mümtaz örnekler kılmaya fazlasıyla yeter de artar bile… Günümüzün İslami gelişmelerinde, ümmetin birliği ve başarısı için bu hassas ölçünün yüreklerde ve zihinlerde layıkıyla yer etmesi her şeyden daha mühim görünüyor. Görünen o ki, Ehl-i Sünnet ana caddesinin ince ölçülerinden sapmalar, bu konuda en büyük handikap… Ehl-i Beyt’i bu denli arada bırakmaya, doğrusu hiç kimsenin hakkı yok. Onların da sahabe hem de çok yakın sahabe olduklarını unutmayalım lütfen…
Ehl-i Beyt’i sevmek hususunda sevgi nesnesi günümüzde nedir, kimdir? “Ehl-i Beyt’in gemisine binen kurtulur.” denince bugün ne anlamalıyız? Ehl-i Beyt’i kim temsil ediyor? Ehl-i Beyt’i kim seviyor? Bugün bu soruların cevabını kendi iç dünyamızda vermek durumundayız… Aksi halde, o mümtaz soy yeryüzünde hiç yaşamamış ve şu anda da yaşamıyor gibi düşünmek ve davranmak, Ehl-i Beyt’i yok saymak demektir, bunu da unutmayalım… Muharrem ayının bize düşündürdüklerine dair ıstırap dolu düşünceler bunlar ama aynı zamanda İslam’ın parlak geleceğinde, üzerinde durulması gereken önemli konular… Ümit dolu, idrak dolu, şuurlu ve gayretli insanlar için asla ihmal edilmemesi gereken temel konulardan biri…
Evet, rahmetli Nuri Pakdil’in deyimiyle: “Hüseyin deyince, içim sızlar…”
KAYNAKLAR
1) C.Von Arendok, “Şerir, İslam Ansk., İst.1997, XI, 543.
2) Müslim, Fedailu’s Sahabe, 36; el-Hâzin, Lübâbü’t Te’vil, V, 407. (Mecme’ut - tefâsir içinde)
3) Tirmizi, Menâkıb, 61, Taberi, Cami’ul Beyân, XXII, 7; Şevkani, Tefsiru Fethi’l Kadir, IV, 279-280.
4) Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 288.
5) Şûrâ/23
6) Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 288
7) (Hâkim, Ebû Abdullah en-Nîsâbûrî, el-Müstedrek ala’s-Sahîhayn, Beyrut, tsz. III, 311. Heytemî, Ahmed b. Hacer, es-Savâiku’l-Muhrika, İstanbul, 1984, s. 184.)
8) Hâkim, III, a.g.e., s.150; Heytemî, a.g.e., s.185. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Heytemî, a.g.e., s.184-206.
9) Hâkim, Müstedrek, III, 151; Ahmed, Müsned, III, 157; Tabarânî, el-Kebîr, No:2636-2638.
10) Hz.Muhammed ve Ehl-i Beyt sevgisi, Dr.Ali Pekcan, Sf.7