Aylardan Muharrem...

Bu devrin Hz. Hüseyinleri kimlerdir? Yani İslam davasının çilekeş mazlumları, Allah yolunun ve davasının canı pahasına gönüllüleri, ümmetin ıstırabını yüreğinin ta derinlerinde hissedenler… Bugün bu sorgulamayı yapmayanlar, İslam’ın hâkim olmasına dair, İslam’ın her eve, her gönüle girmesine dair bir kaygı taşımayanlardır. Evet, Müslümanların zor zamanlarında, bir şeylerin yolunda gitmediğini hissettiklerinde, Allah’ın yardımını talep ettiklerinde sığındıkları kaledir Ehl-i Beyt… Bu sorgulama da bu anlamda, ilmiyle, irfanıyla, ahlakıyla ümmete yol açacak insanları arama ve bulma sorgulamasıdır… Devirler Hüseyinsiz olsaydı, Hz. Hüseyin olmazdı. Hüseyinler, başları kesilsin diye değil, Hz. Hüseyin oldukları için aranırlar. Allah (c.c.) bu ümmeti ne zaman Hüseyinsiz bırakmış ki?!.. İslam davasının, haksızlık ve zulme karşı çıkan, adaletsizliği bedel ödeyerek ortadan kaldıran örnekleri hep Hz. Hüseyin temsilinde gerçek anlamını bulur. Bu ümmetin çektiği acılar hep Hz. Hüseyin temsiliyle anlatılır. Dara düşenlerin manevi kalesidir Hz.Hüseyin… Onunla empati yapar, onunla dertlenir, onunla dertleşirler lisan-ı hal ile… Sabır ve psikolojik dayanma istenen durumlarda Hz.Hüseyin, ruhların “sadıkı” olarak kalbimizin başköşesinde sertaçtır… Dertlendiğimizde hep Kerbela kasideleri dinleriz… Çektiğimiz acıların en üst düzeyde temsilini Hz. Hüseyin’de ararız. İnsan psikolojisi diye bir şey yok mu? Onu düşündüğümüzde gözlerimize yürüyen yaşlar, ruhun ızdırabı, son Nebi’ye olan hasret ve sevgi, Onun sevdiğini, ciğerparesini alabildiğine sevmek değildir de nedir? Hz. Hüseyin hiçbir kimse için sadece tarihte kalmış bir acı figürü değildir. Ne zaman zulme uğrasak, ruhumuz bizi gayr-i ihtiyari, Kerbela toprağındaki acılar acısı hadiseye sürükler. Adeta acımızı orada bir kez daha gözden geçiririz… “Sen ne çektin ki, bak Hz. Hüseyin neler çekti…” dercesine acımızı orada küllendiririz. Bu hem Hz.Hüseyin’e olan hasretimiz, sevgimiz ve empatimizdir hem de kendimize acımayı, Allah’a kul olmayı, zulme karşı çıkmayı orada öğreniriz. Derdimiz orada ayağa kalkmaktır… İslam’ın hakkını yedirmemek, Müslümanların hakkını yedirmemek, zulme engel olmak, adaleti sağlamak, Müslümanlara bir yol açmak için… Bugün Hz.Hüseyin’in acısını sadece tarihsel bir acı olarak algılayanlar, o vahimler vahimi olaydan İslam’ın geleceği adına tedbir ve terakki anlamında ders alamayan ve Hz.Hüseyin’in hatırasına layıkıyla sahip çıkmayanlardır. Hz. Hüseyin, hep Kerbela ile bitmez. Kerbela, istenmeyendir… Bu devirde de yiğitlerin hakkı Kerbela değil, İslam’ın sancağını, hak ettiği yere taşımaktır. Her mü’min, Hz. Hüseyin misali bir Hüseyin olmadıkça, bugün İslam’ın yolunu açmak hiç de kolay değildir. Bugün, Kerbela’nın bize söylediği bu olmalıdır. İlmi, ahlakı, ömür boyu Allah için mücadeleyi ve İslam’ın nurunu söndürmek, Müslümanların sesini soluğunu kesmek, doğru anlaşılmasına engel olmak isteyenleri cedd-i Hüseyin’in yani Hz. Peygamber’in (s.a.v.) merhamet ve mücadele ikliminde ele almayı, ancak onların yüksek ahlakı ve mücadele düsturlarından öğrenebiliriz… Bu anlamda Kerbela bir son değil, “ahlak ayaklanması” için bir başlangıçtır. Tövbe etmek, yolda olmak, ilim ve irfan tahsil etmek, çağın gerektirdiği ilimlerle donanmak, irfani bir gönül ve bilimsel bir zihin inşa etmek için başlı başına bir milat, bir başlangıç… Bir arifin deyimiyle “Yeni başlıyoruz…” O nedenle nefis ilimleriyle ilgilenen gönül ehli insanlar, hadiseye ibret alınacak ve hayata geçirilecek en keskin yerden girerler: 

“Her devirde olduğu gibi, bu devirde de Hz. Hüseyin ve Yezid vardır. Her birimizin içinde de Hz. Hüseyin’ler ve Yezid’ler bulunur. Mesela içimizdeki Hüseyin, çalışma ve hizmet aşkıdır. Her türlü güzellik ve doğruluk duygularımız Hz. Hüseyin’dir. Aşırı ihtiraslarımız, kötü düşüncelerimiz Yezid’i temsil eder. İçimizdeki kinler, garezler, öfkeler, çekememezlikler, kibirler ve gururlar birer Yezid’dir. Sevgiler, şefkatler, cömertlikler, yardım duyguları, alçak gönüllülükler ise birer Hüseyin’dir.” (Mehmet Demirci) 

Bu fikre karşı çıkacak ya da örneği Hz. Hüseyin’den vermeyelim diyecek, imanı zayıf ama adam gibi görünen insan müsveddeleri hiç de az olmadığından, suret-i haktan görünüp münafıklığa soyunmuş böyle adamlar, İslam’a günümüzde en büyük darbeyi vurmaya aday, Müslümanlığı kendinden menkul, aslında İslam’dan habersiz tiplerdir. Saygı duyulacak değil, olsa olsa uyarılıp idare edilecek insanlardır. Ahlakları cılız, idrakleri cılız, imanları cılızdır… Mücadelede gözleri hiç mi hiç yoktur… Ne zaman kimin atına binecekleri de belli olmaz… Olsa olsa insanlara bir şeyler pazarlama derdinde, ayağı yere basmayan, omurgasız ya da kendinden habersiz tiplerdir… Adamın her şeyi güzel ama içinde “Hüseyin” yok!.. Ne büyük şuur, değil mi?!.. İslam’a dair ikbal kaygısı taşımak, İslam’a dair tüm zamanların iman kaygısıdır aynı zamanda… Nitekim “Ehl-i Beyt’i sevmek imandandır.” sözü, bu konuda sorumluluk alanlarımızı hatırlatan muhkem bir mukaddimedir… Mücadelenin, muhakemenin, maneviyatın ön kabullerinden biridir. “Tebliğ vazifem karşılığında bir ücret istemiyorum. Sadece yakınlarıma meveddet”(1) ayeti bu konudaki diğergamlığı besleyen çok önemli bir karinedir. Üzerine tarihin külleri binmiş tartışmaların altında kalarak bu muhakemeyi yapmak ancak Müslümanların birliğini zedeler, alınacak yolları uzak eyler, geleceğe iman dolu, keskin ve mücadeleci bir tavırla bakmayı engeller. Ama bir gerçek var ki, Ehl-i Beyt, üzerine düşeni yapmıştır.

Bir akademik çalışmada(2) sahabe ve Ehl-i Beyt arasında görülen akrabalık ilişkileri, Ehl-i Beyt mensuplarının çocuklarına önde gelen sahabelerin isimlerini vermeleri ve karşılıklı istişareleri, taraflar arasında gerçekleşen evlilikleri ve onların birbirlerinin isimlerini kullanmaları, hatta ashab ile Ehl-i Beyt’in hicrî ilk asırda birlikte katıldıkları seferler kaynaklarıyla birlikte verilerek söz konusu edilmektedir.

İsmail Altun tarafından kaleme alınan ve “Ehl-i Beyt’te Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman Sevgisi” başlığını taşıyan bir makale, sözü edilen tarafların birbirleri hakkındaki güzel sözlerini, akrabalık ilişkilerini, çocuklarına birbirlerinin isimlerini vermelerini ele almaktadır.(3) 

Bugün mücadele, hangi mezhep ve meşrepten olursa olsun, bu mücadeleyi doğru dürüst verme mücadelesidir. Ehl-i Beyt’e gereken önemi verme mücadelesidir. Ehl-i Beyt, Bağdat’tan Anadolu topraklarına gelerek verdiği mücadelede İslam’ın yayılması, duyulması, bilinmesi adına elinden geleni layıkıyla yapmış ve bu topraklarda hüsn-ü kabul görmüştür. Bu şerefli misafirlik ve misafirperverlik, Hz. Peygamber’e (s.a.v.) duyulan büyük ve derin saygı ve sevginin işaretidir.

Habil’le Kabil’in, Talut ve Calut’un kavgası, Hz. Hüseyin’in mücadelesinde bayraklaşır. Zulme haksızlığa, İslam’ın varlık mücadelesine, nefse karşı ahlak ayaklanmasına dair verilen mücadeleler hep “Hüseynî duruş” olarak değerlendirilir.

Mehmet Akif yıllar önce yazdığı bir şiirde; 

“Yıllar geçiyor ki ya Muhammed, aylar bize hep Muharrem oldu 

Akşam ne güneşli bir geceydi, eyvah o da leyl-i matem (matem gecesi) oldu.” der. 

“Ecdadımız Kerbela ile yakından ilgilendi. Meşhed-i Hüseyin’in yapısına Kanuni Süleyman’ın himmet eli uzandı, orada Mimar Sinan’ın çizgileri şekillendi. Camisini Sultan III. Murat’ın valisi Ali Paşa yaptırdı, türbesini Necip Paşa eliyle Sultan Abdülmecid onarttı.” (İskender Pala)

Osmanlılarda Seyyidlere ve Şeriflere yönelik çok büyük bir saygı, onların problemlerine yönelik çok büyük bir ilgi ve alaka vardır. Şöyle ki:

“Şerifler, Hz. Peygamber’in torunu Hz. Hasan’ın soyundan gelen kişilerdir. Osmanlılar döneminde hem devlet hem de Müslüman halk tarafından büyük saygı ile karşılanmışlardır. Devlet tarafından kendilerine vergi muafiyeti, vakıf görevlerinde öncelik, Ramazan Ayı, Ramazan Bayramı, Kurban Bayramı ve büyük şenliklerde (Sur-i Hümayun vs.) ise atiye olarak adlandırılan maddi katkılar sağlanmıştır. Şerifler başkent İstanbul’a geldikleri zaman kendilerine ilk anda 3.000 kuruş maddi katkı sağlanmıştır (4 Za 1262/24 Ekim 1846). Bununla beraber Osmanlı Devleti muhtemelen saygısından dolayı, şerif olması olası olan kişilerin de mağduriyet yaşamasını istememiş ve yanında şeriflik belgesi taşımayan ve bu nedenle de devletin şerif olup olmadığını kesin belirleyemediği kişilere de şeriflere verilen miktarın 1/3’ü oranında (1.000 kuruş) yardımda bulunmuştur. Devlet tarafından şeriflerin sahip oldukları manevi nüfuzları göz önünde bulundurularak, yaşadıkları bölgelerdeki muhtemel çatışmaların önlenmesi, vergilerin adaletli toplanması, sefer hazırlıklarının desteklenmesi gibi bazı konularda kendilerinden faydalanılmıştır. Şerifler başkent İstanbul’a geldikleri zaman kendilerine hürmet gösterilerek konutlar kiralanmış ve kendilerine misafir kalacakları gün kadar her türlü gıda, kıyafet ve konutta kullanacakları her türlü eşya temin edilmiştir. Hazırlanan malzemelerin en iyi cinsten olmasına özen gösterilmiştir.”(4) 

“Osmanlı devletine ait arşiv vesikalarında Hz. Ali ahfadının unvanları ifade edilirken seyyid, şerif veya “seyyid-şerif” unvanları kullanılmıştır. Seyyid-şerif unvanının bir arada kullanılması seyyid ve şerif iki aile arasında akrabalık bağı kurulduğuna işaret etmektedir. Nitekim şerif ve seyyid aileleri birbirlerinden kız alıp verirlerse bu suretle doğan çocuk, seyyid-şerif unvanını taşımıştır (Uzunçarşılı, 1988: 162)(5) Bu çerçevede Osmanlı’da kadın evlendiğinde eşinin sosyal statüsü ile anılmakla beraber bu anlayışın aksine olarak seyyid veya şerif olan kadınların kan asaletlerine dayanılarak doğan çocuğun da hem annesi hem de babası vasıtasıyla sosyal konumunun belirlendiği görülmektedir.”(6) 

“Osmanlılar, şeriflerin dâhil olduğu olaylarla ilgili yapmış olduğu resmî yazışmalarda şerifler için, şerif unvanından sonra kişinin adını, isimden sonra ise Allah şerefini artırsın anlamında “zîde şerefuhu” duasını kullanmışlardır.(7) Arşiv kayıtlarında şerifler tanımlanırken “şürefâ-yı zevil ihtirâm”, “şürefâ-yı Mekke-i mükerreme”, “evlâdân-ı şürefâ-yı Mekke-i mükerreme”, “şürefâ-yı evlad-ı beni’l-Hasan”(8) gibi ifadeler kullanılmıştır.”

Unutulmaması gereken bir şey var ki, her şeyden önce, Ehl-i Beyt de sahabe tabakasındandır. Günümüzde içinde bulunduğumuz durum itibarıyla, bunu, hatırlatma anlamında, üzülerek yazıyorum. Bir velî’nin dahi soyundan gelenleri önemseyen insanoğlu, Ehl-i Beyt deyince niçin gereken hassasiyeti layıkıyla göstermez ve kıyısından köşesinden menfilik yapar, anlamak mümkün değil… 

Allah (c.c.) kalbimizi, Ehl-i Beyt’in sevgisiyle tezyin etsin, süslesin, nefislerimizi bu konudan başlayarak tertemiz eylesin… Aksi halde bu konudaki bütün ihtarların muhatabı -Allah korusun- bizler oluruz vesselam…

KAYNAKÇA

1) Şûra Suresi 23. ayet

2) Hicrî I. Asırda Sahabe Ehl-i Beyt İlişkileri Yüksek Lisans Tezi. Ayşe Nur Duman. İstanbul, 2015

3)  İsmail Altun, “Ehl-i Beyt’te Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman Sevgisi”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2013, sayı: 39, s. 265-292.

4)Osmanlı Devletinin Hz.Ali Ahfadı (Şerifler) ile İlgili Uygulamalarına Dair Bir Değerlendirme, Zeynep Özlü.

5) Mesela Anadolu’daki Ocakların en önemli ve en eskilerinden biri olan Hacı Seyyid Ali Türabi’nin soyu bir taraftan babası seyyid ve şerif olan Seyyid Halil’e dayanmaktadır (Yalçın ve Yılmaz, 2003).(Dipnot 1, a.e)

6) Kılıç, 2000:426, (Dipnot 1, a.e)

7) BOA, C..DH., 125/6201./ BOA, C. EV. 391/19834, Vesika 1-3 vs. 

8) BOA, C. ML.., 505/ 20506, 299/12151, 62/2813 vs.