Yeryüzünde yaşayan insanların yüzde yüzüne yakınının, ama beşerî ama ilahî bir dine inanmaları ve insanlık tarihi boyunca bunun hep böyle devam ediyor olması, insanların bir dine inanmalarının sosyolojik ve psikolojik bir ihtiyaç olarak kaçınılmaz olduğunu gösteriyor.
Kaçınılamıyor, çünkü bu ihtiyaç aynı zamanda insanoğlunun yaratılış formatının da bir gereği, bir sonucu.
İnsanların huzurlu ve mutlu bir yaşam için bir dine ihtiyaçları var ve bir dine inanan insanlar pratik hayatta da görülüyor ki inanmayanlara göre daha mutlu ve huzurlular. Evet, bu, görmezden gelinemeyen, kendisinden kaçılamayan büyük bir hakikat. İşte bu hakikatten dolayı insanlar tarih boyunca, yüce yaratıcı tarafından gönderilmese bile, bu defa kendileri bir din icat edip onunla hayatlarına anlam katmışlar ve inanma ihtiyacından kaynaklanan boşluğu bir şekilde doldurmuşlar. Yani daha açığı, hayatlarına anlam ve huzur katmak için dinlerini kullanmışlar. Bu gerçekten hareketle bir dine bağlı insanları, dinini yaşayanlar ve dinini kullananlar olarak iki sınıfta toplayabilir veya böyle kategorize edebiliriz.
Şunu da bir hakikat olarak ortaya koyalım ki yeryüzünde insanlık tarihinin ilk günlerinden beri, insanların çoğunluğu dinini kullananlar olarak kalmışlardır. Yani dinini yaşayanlar her zaman sayıca çok azdır. Özellikle bencil egoist yaratılışlarının tesiriyle hep dinini kullananlar sınıfında kalmış, yaşayanlar kategorisine pek geçememişlerdir. Yeryüzündeki bütün ilahî ve beşerî dinleri ve dindarlarını hep bu kategoriler içinde değerlendirebiliriz. Mesela dünyaya teknoloji satan zeki ve çalışkan Japonlara bir bakalım… Japonların bu devirde hâlâ Güneş’e tapmalarını nasıl yorumlayabilir, nasıl anlayabiliriz? Bu ilkel ötesi dinlerine akılcı yaklaşsalar, bilimsel açıdan, felsefî açıdan baksalar, biraz düşünseler inanabilirler mi? Demek ki dinlerini kullanıyorlar.
Ya Hindistan’da ineğe tapan milyonların varlığını ki içlerinde eminim akademik kariyeri çok yükseklerde bilim adamları da var, bütün bunları neye bağlıyorsunuz?
Yine bilimsel gelişmelerin pik yaptığı şu zaman diliminde bir Hıristiyan’ın Hıristiyan kalması, bir Yahudi’nin Yahudi kalması, bir Budist’in Budist kalması mümkün müdür? Biraz dürüst olsalar, akılcı olsalar, düşünseler mümkün müdür?
İşte bunların hepsi aynı sonuca, yani kullanmak için dine inanmak sonucuna çıkıyor. Evet, insanların çoğunun bu dinlere inanmaları gerçek bir inanışın değil, ihtiyaçtan kaynaklanan bir inanışın eseridir. Dinleri kendi icatları olduğu için veya ilahî olanlarının büyük bir kısmı tahrif edildiği için kullanmaya da müsaittir.
Neticede diyebiliriz ki akidelerini ve kurallarını yüce yaratıcının değil de insanların belirlediği, ortaya koyduğu bütün dinler ve inanışlar sadece kullanılan dinler ve inanışlardır…
Bugün ilahî olma vasfı kaybolmuş Hıristiyanlık, Yahudilik gibi bütün bu dinler hep insanlar tarafından kullanılmaya müsait dinler haline geldiler. Yani rahatça kullanmak için tarih içerisinde insan eliyle değiştirildi, bozuldu, tahrif edildiler.
Ama İslam dini, son ilahî din olduğu için bozulmadı, tahrif edilemedi ve kutsal kitabı Kur’ân-ı Kerîm her harfine kadar korunduğu için özünde kullanılmaya asla müsait olmadı…
Peki, İslam dini özünde kullanılmaya müsait olmasa da Müslümanlar İslam’ı kullanmadılar mı derseniz, kullandılar elbette derim. Tarih içerisinde Müslümanlar da yorumlarıyla İslam’ı özünden uzaklaştırarak kullandılar. Nitekim sapık fırkaların, bidat yolların hepsi böyle ortaya çıktı.
Yine iman zayıflığı veya nefse uymak yüzünden, niyetlerini Allah (C.C.) için yapamadıklarından kimi siyasete alet etti kullandı, kimi makam mansıp için kullandı ve hâlâ da Müslümanların büyük çoğunluğu dinini kullanmaya devam ediyor.
Bugün de yarın da bu kullanmalar devam edecek; ticaretinde kullanan olacak, riyasetinde kullanan olacak, hoş olmasa da doğru olmasa da bu böyle… Nitekim riyakârlık bile dini kullanmak değil mi?
Evet, dini kullanmanın ötesi yaşamaktır. Peygamberler gibi, gerçek alimler, Allah dostları gibi yani… Dini bu şekilde yaşamak ise imanı içselleştirmek, aklen kalben ona teslim olmak ve onu sevmekle mümkündür. Evet, imanı sevmek gerekir. İmanı sevmek; onda yok olmak, onunla hem hal olmak demektir. Yani en çok Allah’ı (C.C.) sevmektir ki bu duygu insanı inancında ve yaşantısında ihlasa ve samimiyete taşır. Taklîdî imandan kurtarıp hakîkî imana, nefs-i mutmainne denen bir makama ulaştırır ki bunların hepsi Kur’ânî hakikatlerdir.
Kısaca anlatmak gerekirse dinini yaşayanlardan olmanın yolu doğru ve dürüst olmak, ahlaklı olmak, yani ahlakını Allah’ın ahlakıyla bezemekten geçer… Böyleysen sen artık dinini kullananlardan değil, yaşayanlardansın demektir.
Bir kul olarak, Allah ile ilişkilerinde önce senin bencil egoist isteklerin olursa sen İslam’ı kullanmak zorundasın, kaçışın yok, bundan kurtulamazsın. Dolayısıyla bencil insanlar hem Allah’ı (C.C.) kullanırlar hem onlara yol gösteren, rehberlik eden hocalarını kullanırlar… Bu tür kullanmalardan kurtulmanın en kestirme yolu ise kuvvetli bir iman ve muhabbettir. Yani Allah’a (C.C.) iman ve muhabbetin tam olursa, yine sana samimi olarak yol gösteren, rehberlik eden hocana güven ve muhabbetin tam olursa işte o zaman dinini kullanmaktan kurtulur, dinini yaşayanlardan olursun.