Dinî davranış derken neyi kastediyorsunuz? İbadet ve ahlak bağlamında dinî davranışları tanımlayabilir misiniz?
Bu fırsatı verdiğiniz için size ve derginize teşekkür ediyor sizleri ve okurlarınızı sevgi ve saygı ile selamlıyorum.
Bismillahirrahmanirrahim,
Dinî davranış derken dine ait olan, kaynağını dinde bulan dinî emir ve yasakları ifade eden her türlü davranışı kastediyoruz. Dinî davranışları ikiye ayırabiliriz. Bir kısmı, irade, niyet, istek, sabır, şükür, teslimiyet gibi duygularımızı ifade eden kalbî davranışlar; diğerleri dışarıdan, doğrudan gözlemlenen ibadetler ve ahlakî davranışlardır. Bu çerçevede ahlakî davranışlarımız dinî birer davranış kabul edildiği gibi ibadetlerimiz ya da yasaklanan fiillerden kaçınmamız da bir ibadet, bir davranış sayılmaktadır. Namaz ibadeti bir davranış olduğu gibi musibet anında sabır ve şükür dahi bir davranıştır. İyi ve güzel davranışlar için Kur’an-ı Kerim ayrıca “salih amel” kavramını da kullanır. İslam’da haramlar tayin ve tespit edilmiştir. Ama helal ve güzel olan davranışlar geniş tutulmuş, sınırlandırılmamıştır. İyi, güzel ve faydalı olan tüm davranışlar salih amel kavramı içinde kabul edilmektedir.
İman bir inanç olduğu halde aynı zamanda bir davranış olarak da kabul edilmektedir. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Davranış, insanda gerek zihinsel gerek duygusal gerekse davranış düzeyinde öğrenme sonucu meydana gelmiş yeni durumlardır. Refleksler, ani hareketler, istem dışı tepkiler davranış kabul edilmemektedir. Çünkü bunlar öğrenme sonucu meydana gelmemiştir. Bu tanıma göre iman bir davranıştır. Kalbin birer fiili sayılan niyet, irade, istek ve tasdik ile kalpte meydana gelmiş yeni bir haldir. Kalpte meydan gelen değişimdir. Kalbe yerleşen bir iman, varlığını ancak kişinin amellerinde ve ahlakında gösterir. Kalp derken biyolojik kalbi kastetmiyoruz; duyguların merkezi olan manevi bir merkezi kastediyoruz. Hz. Peygamber (s.a.v.), bir hadisinde şöyle buyuruyor; “Vücutta öyle bir et parçası var ki, o düzeldiği zaman bütün vücut düzelir, o bozulduğu zaman bütün vücut bozulur, o kalptir.” ( Buhari, İman, 52 ) Biyolojik kalbin farklı bir versiyonu olan kalp, taşıdığı kan ile bütün dokuları ve organları nasıl besliyorsa, manevi kalp de insanın latifelerini ve duygularını manevi olarak besler. Kalpte oluşan iman bütün davranışlara bir nur olarak nüfuz eder. Fakat bizim için problem olan durum, iman eden bir kimsenin kendisinden beklenen veya imanın gerektirdiği davranışları sergilememesidir.
Bilgi ve iman arasındaki ilişkinin düşünsel temelleri nasıl ele alınmalı? Dinî bilginin de kelâm adı altında imanı da tanımlayan bir sistematiği var. Bu sistematik hangi temel bilgilere dayanıyor? Bu çerçevede iman nasıl tanımlanıyor ve iman-bilgi ilişkisi nasıl değerlendirilmelidir?
İman kavramı, geleneğimizde kelâm ilmi içerisinde ele alınmıştır. Ehl-i sünnet kelâmcıları; ameli, imanın bir parçası(cüz) olarak kabul etmemekle beraber, onu imanın kemalini ve etkisini ortaya koyan bir unsur konumunda tutmuş, özellikle Ebu Mansur el-Maturîdî kalbin ameli formülü ile imanın kuru bir iddia ve sadece bir tasdikten ibaret olmadığını, zahiri amellerde eksiği bulunan kimsenin derunî-kalbî hislerinde Allah’ı ve Resulünü ve Müslüman cemaatini tavizsiz bir şekilde sevmesinin vazgeçilemez bir amel olacağını vurgulamıştır. Hadis âlimleri imanın; dil ile ikrar, kalp ile tasdik olduğunu ifade etmişlerdir. Ameller ise bu imanın dışa yansımasıdır.
İmanın mahiyeti, tanımı, imanın azalıp azalmadığı, amelin imandan bir parça olup olmadığı, küfre götüren fiiller, gibi başlıklar kelâm ilmi içinde işlenmiştir. Bu konular, çoğunlukla teorik olarak ele alınmış; her ne kadar imanın salih ameli doğurduğu ifade edilmiş olsa da, pratik olarak bu etkileşimin nasıl gerçekleştiği konusu üzerinde durulmamıştır.
Günümüzde bir disiplin olarak gelişen din eğitimi veya din psikolojisi, iman konusunu teorik tanımlar veya hükümler yerine davranışı şekillendiren pratik boyutu ile ele almaktadır. Zihinsel düzeyde meydana gelen bilgilenmeler, davranışları nasıl şekillendirir? Kalpte, yani duygu dünyamızda nasıl değişimler meydana gelir? İç âlemde meydana gelen değişimler dışarıdan, doğrudan gözlemlenen bir kısım davranışları nasıl etkiler? Terbiye faaliyeti ile edinilen bilgiler niçin her zaman istenen ahlakî davranışları doğurmaz? İnsan fıtratına uygun bir öğretim nasıl yapılmalı, hangi bilgiler ne zaman verilmeli gibi sorular kelâm ilminin sınırları dışına taşmış, yeni ilmî disiplinlerin oluşmasına sebep olmuştur. İman eğitimi için kullanılan bilgiler kelâm ilmi tarafından üretilirken, bu bilgilerin nasıl ve ne şekilde talim edileceği eğitimin alanına girmektedir.
“İman” kavramının yanı sıra “bilgi” problemi de teorik düzeyde ele alınmış, bilginin imkânı, kaynağı, bilgiye ulaşma yolları gibi konular tartışılmıştır. Bilginin öğrenme sürecini nasıl etkilediği, öğrenmenin davranışı nasıl şekillendirdiği, davranışın aşamalarının, dinamiklerinin veya oluşum mekaniğinin nasıl olduğu meselesi de eğitim ve öğretim faaliyetinin alanına girmektedir. Bizim için önemli olan, iman öğretiminin nasıl yapılacağı ya da iman eden kimsenin nasıl davranış sergileyeceği, iman ettiği halde imanının gereğini yapamayan veya yapmayan kimselerin, neden böyle davrandıkları, problemlerinin tam olarak ne olduğu ve nasıl çözüleceği meselesidir. Günümüzde hangi fiilleri işleyen veya hangi sözleri söyleyen kimsenin dinden çıkacağı konusundan öte, iman ettiği ve yeterli bir dinî bilgiye sahip olduğu halde amele muvaffak olamayan kimselerin bu muvaffakiyetsizliklerinin sebeplerinin bulunması önemlidir.
Bir davranış olarak kabul edilen iman nasıl ortaya çıkar? Kişinin kalbinde imanın meydana gelmesinde hangi faktörler etkilidir? Bilginin ve öğretimin bu sürece etkisi nedir? Bu konuda bir değerlendirme yapabilir misiniz?
Bütün güzel hasletlerin kaynağı olan iman üzerine İslam tarihi boyunca sayısız eser kaleme alınmıştır. Çünkü dinin başlangıç noktası, olmazsa olmazı, ilk önce bir kimsenin iman etmiş olmasıdır.
İman, kelime anlamı olarak onaylamak, tasdik etmek, inanmak gibi anlamlara gelir. Nihai anlamda bir yaratıcıya inanmak onun varlığını, birliğini bütün isim ve sıfatları ile onaylamak demektir. Bilgiden, bilmekten öte kalp ile yapılan bir tasdiktir. Bütün peygamberlerin davası iman olmuştur getirdikleri şeriatler, hukuk kuralları, haramlar veya helaller dönemsel olarak değişmekle beraber imanın özünü oluşturan tevhid akidesi değişmemiş, tüm peygamberler bu konuda aynı mesajı tebliğ etmiş, aynı mücadeleyi vermişlerdir.
Hz. Peygamber (s.a.v.) davet ve tebliğini yaparken muhatabı olan Hz. Ebu Bekir (r.a.) iman etmişken, Mekke’nin en kültürlü adamlarından biri olan Ebu Cehil ise iman etmemişti. Ebu Cehil, cehlin babası olarak isimlendirilse de aslında Mekke’nin entelektüel, bilgili ve birikimli insanlarından biriydi. Yapılan davet ve tebliğ onun iman etmesine vesile olmamıştır. Aynı coğrafyada, aynı sosyo-kültürel ortamda yaşayan iki insandan biri iman ederken diğeri inkâr etmiştir. Bu oldukça derin ve karmaşık bir meseledir. Kelâmi olarak bu durum hidayet, kader veya başka konular ile ilişkilendirilebilir. Konunun eğitim-öğretim açısından veya bireysel ayrılıklar boyutu ile ele alınmasında fayda var. Ancak bu şekilde iman eğitiminin nasıl yapılacağı ile ilgili ipuçları elde edebiliriz. Neticede bütün şartlar aynı olsa da iman edecek kimseler açısından bireysel ayrılıklar devreye girmektedir. İmanın yapısından hareketle geriye yönelik iz sürdüğümüz zaman bazı verilere ulaşabiliriz. Çoğaltılabilir ve üzerinde düşünülebilir olan bu veriler, insanın kişilik özellikleri, benlik yapısı, içsel yaşantıları ya da hazırbulunuşluk hali ile yakından ilgilidir. Şükran yani minnet duygusu, adalet ve hakka tarafgirlik, ön yargıdan, ideolojik-politik tutumlardan, kibir ve gururdan uzak olunması gibi faktörler iman etme konusunda kişide bir meyil meydana getirir. Çünkü yukarıda sayılan faktörler doğruyu ve hakkı kabul etme hususunda teşvik edici bir mahiyete sahiptir. Bilginin yanı sıra edinilmiş bazı kişisel tutumlar da bu süreçte imana götüren önemli vesileler olmaktadır.
Yukarıda ifade edilen bireysel ayrılıklar ve öznel kişilik özellikleri dışında evrenin varoluş gizemi, ölüm ve sonrasına duyulan merak, afaki ve enfüsi tefekkür faaliyeti de iman etme sürecinde önemli entelektüel çabalardır. Bu çabaları besleyen her türlü gündelik, bilimsel veya felsefi bilgi, iman etme sürecinde etkilidir. Konumuzun merkezinde yer alan dinî bilgiler ise iman ettikten sonra devreye girmektedir. İman etmeyen bir kimse için dinî bilgi diğer bilgi türleri mesabesindedir. Fıkıh veya ilmihal türünde dinî bilgiler ya da ahlakî öğütler bir sonraki aşamada yani iman ettikten sonra mümin kimse için anlamlı hale gelmektedir. Kalbî bir amel olan iman kalbe iyice yerleşmeden ibadetleri ifade eden bilgilerin öğrenilmesi bu aşamada çok anlamlı sonuçlar doğurmaz. Sorun, imanın ne düzeyde kalbe yerleştiğidir. Amellerin varlığı veya yokluğu ondan sonra gelen bir meseledir.
İnsanın çok yönlü yapısı, bilgi-davranış ilişkisini değerlendirmeyi kaçınılmaz kılıyor. Bu manada insanların tutum ve davranışları için bilgi niçin önemlidir?
İnsanın yapıp etmelerini doğru anlamak ve doğru tasvir etmek için insanın mahiyetinin doğasının doğru bilinmesi gerekmektedir. İnsan doğası anlaşılmadan davranışlarının anlaşılması zordur. Bu şart bütün beşerî bilimler için geçerli olduğu gibi terbiye faaliyeti gibi, rabbanî bir amelin icrası için de geçerlidir. Zira Allah’ın bir ismi de “Rabb” dir. Bu ismi şerifin önemli bir tecelli alanı vardır.
Her din veya ideoloji bir varlık görüşüne sahiptir. Bu durum bir dine veya ideolojiye bağlı olan insanın dünyaya bakış açısını, yapıp etmelerini, yemesini içmesini, eğitim-öğretim faaliyeti gibi bütün insani etkinliklerini etkilemektedir. Bir dine inanmadığını ifade eden insan bile sonuçta nefsani de olsa bir merkeze göre hareket etmektedir. Bu oldukça doğal bir etkileşimdir. Kuşkusuz İslam’ın da bir varlık görüşü vardır. İslam’ın varlık görüşünün içine insanın gayesi, yaşam algısı, insanın insanla ve insanın evren ile iletişimi girmektedir.
İnsan bu dünyada başıboş değildir. Terbiye faaliyeti ile varoluş gayesine uygun bir yaşam sürme ve bu yaşama uygun bir çevre inşa etmek zorundadır. Çünkü insan bu dünyaya, kemâlâta ermek ve manevi yükseliş için gönderilmiştir. İnsanın yaratılış gayesi, onun belli bir standartta yaşam sürdürmesini gerektirmektedir. Bu da ancak bir terbiye faaliyeti ile mümkündür.
İnsanoğlu, akıl, kalp, ruh ve nefs gibi birçok manevi merkezlere veya latifelere sahiptir. İnsanın bu manevi boyutlarının gerek kelâm, gerekse tasavvuf literatüründe ayrı ayrı tanımları yapılmış ve nasıl terbiye edilecekleri izah edilmiştir. Mahiyetleri farklı olan bu merkezlerin terbiyesi ile insanın, benliği, düşünceleri, duyguları ve tutumları daha sonra da davranışları değişmektedir. Davranışların arka planında doğrudan görünmeyen içsel süreçler yer almaktadır. Benlik bunlardan en önemlisidir. Ama modern eğitim kuramları bu içsel yaşantılara yeteri kadar önem vermemekte, hatta onların varlığını çoğunlukla görmezden gelmektedir.
İyi ve güzel davranışın kaynağı nedir? Dinî bilgi bu kaynağın neresinde yer alır ve umulduğu kadar bir tesiri var mıdır?
Günümüz eğitim ve öğretim algısı, bilgi ile davranış arasındaki ilişkiyi yüceltmiş, kişi ne kadar bilgili ve kültürlü ise kendisinden o oranda ahlakî davranışların sadır olacağı kanaatini yaymıştır. Bundan dolayı okullarda ve eğitim programlarında bir bilgi bombardımanı yapılır. Olabildiğince öğrenciye bilgi yüklemesi yapılır. Verilen bilgiler, çeşitli ölçme ve değerlendirme yöntemleri ile sürekli pekiştirilir. Hâlbuki davranışın ortaya çıkması için bilgi edinmek, birçok şarttan sadece bir tanesidir. Bunun dışında şu faktörler de oldukça önemlidir.
1-Allah’a, ahiret hayatına, meleklerin varlığına inanmak,
2-Etkili bir eğitim-terbiye faaliyeti yapmak
3- Toplumda müspet yönde gelişmiş değer yargılarından ve ahlakî davranış formlarından faydalanmak
Dinin istediği ahlakî davranışların elde edilmesi veya ibadetlerin muntazaman yapılması sadece dinî bilgi ile ya da bu konularda detaylı malumata sahip olmakla gerçekleşmemektedir. Bir davranış için zihinsel düzeyde meydana gelen bir öğrenme o davranışın meydana gelmesi için yeterli bir şart olmamaktadır. Elbette bir amelin gerçekleşmesi için asgari düzeyde bilgilere ihtiyaç duyulmaktadır ama asıl motivasyon kişinin inancı ve imanı olmaktadır. İnsanlar çoğunlukla bildikleri ile değil inandıkları ile amel ederler. İnancın şiddeti, eylemin gerçekleşme kararlılığını belirlemektedir. Ne kadar güçlü bir inanç taşırsanız inancınızın gerektirdiği davranışları da o oranda yapmış olursunuz.
Etkili bir terbiye faaliyeti için dinî bilginin hangi usulle ne zaman muhatabına aktarılacağı büyük önem arz etmektedir. İzah etme, hazırbulunuşluk hali, tedrici eğitim, ikna etme, telkinde bulunma gibi yöntemler bilginin kendisi kadar önemlidir. Rastgele bir bilgilendirme faaliyeti bazen faydadan çok zarar verebilir.
Yine güzel davranışların kaynaklarından bir tanesi de söz konusu davranışın toplum içerisinde bir değer statüsünde yaşıyor olmasıdır. Eğer bir davranış toplumda bir form veya ahlakî bir değer halinde yaşamıyorsa klasik öğretim mantığı ile bireye o davranışın kazandırılması oldukça güçtür. Toplum bir kısım ahlakî davranışları sonraki nesle öğretir. İyi, güzel davranışları ve değerleri miras olarak yaşatır ve nakleder. Bu aktarım sosyal hayat içerisinde eğitim, öğretim ve bilgi edinme faaliyetlerinin kısa sürede olumlu sonuçlar doğurmasına olanak sağlar. Onun için modernitenin olumsuz etkilerinden kendisini koruyabilmiş geleneksel toplumlarda, terbiye faaliyeti daha kolay olmaktadır. Modern toplumlarda, ahlakî roller, tutumlar ve değerler önemsenmediği için onların eğitimi daha uzun zaman almaktadır.
Dinî davranışlarla dinî bilgi arasında her zaman bir ilişki var mıdır? Dinî bilgiye rağmen ortaya çıkmayan davranışlar olabiliyor. Bu konu hakkında neler söylersiniz?
Günümüzde dinî bilgilere erişim oldukça kolaylaşmıştır. Camilerde, okullarda, televizyonlarda yazılı veya görsel medyada dinî bilgiler her an karşımıza çıkmaktadır. Günümüz koşullarında, helallerin ve haramların insanlar tarafından hiç bilinmediğini düşünmüyoruz. Kumar oynamanın hem haram hem zararlı bir alışkanlık olduğunu, kumar oynayan insanlar daha iyi biliyordur. Alkol kullanan insanların, alkolün haram olduğunu ve hatta zararlı olduğunu bildiklerini düşünüyoruz. Yalan söylemenin haram olduğunu bilmeyen veya çirkin bir davranış olduğunu bilmeyen yoktur sanırım. Namaz kılmanın güzel bir haslet olduğunu bilmeyen de yoktur; ama toplumun önemli bir kesimi bu ve diğer dinî vecibeleri maalesef ihmal etmektedir. İnsanımız çoğu zaman ibadetlerin bilgisine sahip olabilir ama bu bilgilerin gereğini yapma noktasında ihmalkâr olabilmektedir. Bir hadislerinde Hz. Peygamber (s.a.v.), “İnsanlar helak oldu âlimler hariç, âlimler helak oldu, ilmiyle amel edenler hariç, ilmiyle amel edenler de helak oldu, ilmiyle ihlaslı bir şekilde amel edenler kurtuldu. Bunlar da bir tehlike üzerindedir” (Keşfül Hafa 2/280) buyurmuşlardır. Bu hadiste, âlim olmanın veya bilgili olmanın nihayetinde çok önemli olmadığı, bilginin yanında edinilmesi gereken diğer hasletlerin önemi vurgulanmıştır. Bilgiyi anlamlı ve değerli kılan amel ve ihlastır. Yine Hz. Peygamber’in (s.a.v.) faydasız ilimden Allah’a sığınması, müminin bilgi konusunda, bir hassasiyet taşıması gerektiğini göstermektedir.
Dinî bilgi ve benlik ilişkisinin fıtrata dayalı arayış ya da hakikat arayışı açısından orijinal tarafları çok fazla. Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?
İnsan davranışlarında etkili olan önemli merkezlerden biri insanın benliğidir. Felsefenin, psikolojinin ve eğitim biliminin alanı içerisinde mütalaa edilen bu soyut alan insanın hayata ve dış dünyaya bakışını belirlemektedir.
Kur’an-ı Kerim’de insanı diğer varlıklardan ayıran temel bir özellikten bahsedilmektedir. Ahzâb suresi 72. ayette Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” Ayette söz konusu olan emanet, insana arz edilen bir teklif veya emaneti yüklenebilme kabiliyeti olarak tarif edilmiştir. Müfessirlerin çoğu buradaki emanet kelimesini, teklif ve feraiz olarak anlamlandırmışlar. Burada kulluğun insan bilincine arz edilmesi, netice itibari ile bu kulluğu yapabilme yeteneğini zorunlu kılmaktadır. İnsanda öyle bir özellik olmalı ki yaratıcıyı bilebilsin, onun emir ve yasaklarını, zatını, esmasını ve sıfatlarını tanıyabilsin.
Göklerin ve dağların yüklenmekten çekindiği emanet kelimesi “ene” yani benlik olarak da tefsir edilmiştir. Benliğin, bir bilinç hali ile “esmâ-i ilahiye” ye ayna olup yaratıcının zatını tanıma kabiliyetine sahip olduğu kabul edilmektedir. Bu benlik tasavvuru ile insan, yaratıcıyı tanıma, yaratılış serüvenini bilme ve ondaki hikmetleri anlama fırsatı elde edebilmektedir. Bu yönü ile benliğin tayini ve tanımı, dinî terbiye ve dinî şahsiyetin oluşumu açısından büyük önem kazanmaktadır. Evrenin varoluş sebebini, yaşamın amacını, insanlığın tanımını, iyiliğin veya kötülüğün mahiyetini, ahlakî olan ya da olmayan davranışların neler olduğunu din eğitimi üzerinden öğrenip kabul etmeyle oluşan algı, dindar bir benlik tasarımını oluşturmaktadır.
Yaşama ilişkin soruların cevapları, seküler karakterli bir bilgi üzerinden verildiğinde oluşacak benlik, inanç noktasında herhangi bir kabul ve tutum geliştirmeyecektir. Davranışları yönlendiren benlik merkezinin dindar bir mahiyette veya dinî referanslı tutumlara meyilli olması, davranışlara bu yönde bir etki etmesine sebep olacaktır. Dinî bilgileri öğrenen bir insanda, her zaman dinî duygu veya dindar benlik algısı oluşmayabilir. Burada belirleyici olan, organizmanın dinî bilgilerin içeriğini kabul etmesi ve yaratıcının bütün mesajlarını severek, isteyerek benimsemiş olmasıdır. Kalben benimsenemeyen bilgiler, zihinsel alanda bir öğrenmeyi ya da bilişte bir değişimi meydana getirebilir. Fakat duyuşsal-duygusal alanda bir davranışı, bir tutumu meydana getirmemektedir.
Benliğin şekillenmesinde etkili olan birçok faktör vardır. Dış dünyadan gelen bilgiler, inançlar, doğuştan getirilen yetenekler, kişinin kendisini ve yaşamı algılama biçimi, beklentileri ve varlık âlemi ile ilgili tasavvurları gibi birçok faktör insanın kişiliğinin özel bir yanı olan “benlik” yapısını şekillendirmektedir. Davranış zinciri içerisinde hareketi başlatan ve temel bir saik olan bilginin, benlik kavramı ile olan doğrudan veya dolaylı ilişkisinin olduğu aşikârdır.
Öğrenmeler, tasavvurlar, yaşantılar dimağda bir terkip oluştururlar. Felsefi ve ahlakî temelde insanın varoluşunu ve kim olduğunu tanımlamaya çalışan bu bilgiler kişinin bütün eylemlerini etkiler. Dimağa yerleşen bilgiler, insanın hislerinin merkezi olan kalbine oradan da duygularına tesir eder. Davranış mekaniği içerisinde yer alan duygular da davranışlar üzerinde etkili olur. İnsanın hangi kaynaktan ne tür bilgiler elde ettiği, bu bilgilerin doğurduğu motivasyonlar, davranış için oldukça önemlidir. Dolayısıyla insan benliği, öğrendiği, gördüğü, duyduğu ve tecrübe ettiği yaşantılarının bir sonucu olmaktadır.
Bilişsel süreçlerle inşa edilen insanın benliği, onun kim olduğunu, yaşamının gayesinin ne olduğunu, potansiyelinin nelere karşılık geldiğini, evrende yer alan konumunu ve varoluşsal mahiyetini, aynı zamanda söz konusu süreçler ile ilgili algıları yönetmektedir. İnsanın karar verme mekanizmasında, tercihlerinde ve yapacağı davranışlarda benliği aktif rol oynamaktadır. Adeta insanın sırrı bu alanda gizlidir. Ekranda görünmeyen ancak arka planda çalışan bilgisayar programı gibi yaşamın her alanında belirleyici olmaktadır.
Günümüzde Müslüman toplumlarında yaygın olan dinî bilgilere rağmen görülen gayri İslamî davranışlar ile bazı gayri müslim toplumlarda görülen İslamî davranışları nasıl değerlendireceğiz?
İslam; bozulmamış bir vicdanın ve selim bir kalbin, iyi ve güzel gördüğü bütün davranışların ortak adıdır. Güzel ve iyi davranışların hepsi hakikatte vahiy mahsulüdür. Din ayrımı yapmaksızın dünyanın neresinde yer alırsa alsın güzel davranışlar İslam’a aittir. Gayri ahlakî ve çirkin davranışlar da nerede bulunurlarsa bulunsunlar, bunlar da gayri İslamî davranışlardır. Davranışın bir sıfatı olarak İslamiyet sadece Müslümanın ahlakında tecelli etmez. Bazen gayri müslim bir kimsede de bir kısım güzel ahlakî sıfatlar bulunabilir. Örneğin Müslüman olmayan kimse doğru sözlü veya cömert olabilir. Bu güzel sıfat onun dininden kaynaklanmamaktadır.
Tarih boyunca gelen nebilerin mesajlardan damlaya damlaya günümüze kadar gelen ahlakî davranış kalıpları vardır. Bunlar insanlığın ortak değeridir. Allah (c.c.) ilk insan Hz. Adem’den bu yana hiçbir topluluğu peygambersiz bırakmamıştır. İster Asya’da ister Uzak Doğu’da ister başka bir coğrafyada olsun Nebevi öğreti her zaman var olagelmiştir. İyilik, adalet, merhamet, vicdan ve yardımlaşma gibi nefse zor gelen bütün güzel huylar ilahi bir kökene dayanmaktadır. Bunların zıttı olan nefret, adaletsizlik, bencillik gibi onlarca duygunun kaynağı ise nefistir. Deistlerin, ateistlerin veya başka bir inancı benimseyen kimselerin iyi ahlakî davranışları İslam’a ait olduğu gibi Batılı bir ülkenin yaşattığı güzel değerler de İslam’a aittir. Dolayısı ile İslam ahlakı sürekli azizdir. Güzel ahlak, farklı coğrafyalarda da olsa İslam’ın kendi öz malıdır. Bu durum dünyayı siyah ve beyaz şeklinde ikiye ayırıp İslam’ı bir coğrafyaya hasretmememiz gerektiğini göstermektedir. İslamî sıfatlar hiçbir zaman mağlup olmamaktadır. Müslümanlar, zaman zaman farklı sebeplerden dolayı tarihin seyri içerisinde mağlup olmuş olabilirler, geri kalmış olabilirler ama İslam inancı ve İslam ahlakı her zaman aziz ve üstündür. Sıfatı İslam olan davranışların coğrafya ve kültür değiştirmesi onların aidiyetlerini değiştirmez. Hz. Peygamber (s.a.v.) bir hadislerinde “İslam yücedir, ondan üstün ve yüce hiçbir şey yoktur. O mağlup olmaz.” buyurmuştur. (Buhârî, Cenâiz 79) Dolayısı ile Müslümanların ihmal ettiği güzel bir davranışın, başka din mensuplarınca yaşatılmış olması o davranışın İslamî olma gerçeğini değiştirmez.