“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Çünkü kıyamet sarsıntısı çok büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirmekte olduğu çocuğundan geçer ve her hamile kadın da karnındaki çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş görürsün; hâlbuki onlar sarhoş değillerdir. Ne var ki Allah’ın azabı çok şiddetlidir.” (Hac, 22/1-2)
Bu ve benzeri birçok ayette Allah Teâlâ “benden korkun” diyor. Benden korkun demesi ne anlama geliyor, bunu iyi düşünmek lazım. Mesela bu korku, güçlü birinin sana zarar vermesinden korkmak gibi midir? Yani sadece Allah’ın cezalandırmasından korkmak mıdır? Hayır, Allah’tan korkmak, tıpkı namaz kılmak gibi, oruç tutmak gibi bir ibadettir ve bu korkunun asıl nedeni Allah’ı hakkıyla anlama ile alakalıdır. Nitekim Allah’tan çekinmeyen kâfirlere Kur’ân; “Allah’ı hakkıyla takdir edemediler (anlayamadılar).” (Enam, 6/91) diyerek cevap veriyor.
Evet, “Tamam anladım” diyoruz, ama gerçekten anlıyor muyuz? Bu nedenle anladığımızı sandığımız şeyi gerçekten anlamaya ihtiyacımız var.
Yani “Ey iman edenler, iman ediniz” (Nisa, 4/136) ayetinde olduğu gibi… Taklidi iman var, tahkiki iman var. Veya Kur’ân’da bahsedilen imanın mertebeleri var. Mesela bu mertebelerden birisi olan mutmainne derecesi var… İşte böyle bir iman sahibinin Allah bilgisi ile “emmare” veya “levvame” nefs sahibi birilerinin Allah bilgisi bir olmuyor. Dolayısıyla Allah’ı anlamaları da ondan korkuları da bir olmuyor. Bu korkuya haşyet demek daha anlaşılır olur ki Allah’ın büyüklüğü karşısında duyulan hayranlıktan, saygıdan, sevgiden veya yerinde bu sevgiyi kaybetmekten kaynaklı bir korku…
Dolayısıyla bu korkunun kaynağında “yakîn” duyusu var, Allah Teâlâ’nın kudret ve kuvvetini bütün duygularıyla aklen ve ruhen hissetmek var. Bu korku ancak bu şekilde idrak edilebiliyor. Yani yalnız beynin bilmesi veya aklın anlaması yeterli değil, duyguların da bu yüceliği hissetmesi gerekiyor ki Allah korkusu gerçek bir duygu olarak bizi kuşatsın. Dolayısıyla bilmek değil “anlamak” gerekiyor. O da aklın yanında duyguların da kendi işlevselliğinde meseleyi kavraması anlamına geliyor.
Daha anlaşılır olması için yaşantımızdan şöyle bir örnek verelim. Evlatlarını çok seven, onların iyiliğini isteyen, şefkatli, merhametli bir babanın evlatları üzerinde bir otoritesi vardır. Babalarının gerektiğinde kendilerini tehlikelerden koruyacak güçte ve kudrette olduğunu bilmek çocuklara güven verir. Bu güç ve kudret, çocuklarda yerinde saygıya dayalı bir korkuya neden olur. İşte bu korku güzeldir, olması gereken bir şeydir ve lezzetlidir de… Sırtını baba gibi bir dağa yaslamak demektir. Babasını böyle bilen çocuklarda güven duygusu tamdır... Yani babalarına duydukları güven sayesinde kendilerini her zaman mutlu, huzurlu ve güvende hissederler. Böyle bir babaya duyulan sevginin, saygının yanındaki çekinme duygusu güzel bir duygudur. Yerindedir ve sağlıklı bir korku duygusudur. Aksine bu duygunun olmaması ise büyük bir sorundur.
Allah Teâlâ da kullarına bir babadan daha çok şefkatlidir, merhametlidir. O zaman benden korkun demesi ne anlama gelir? Benim size olan sevgimi, şefkatimi hissedin ama bunun yanında, azametimi, kudretimi ve özellikle adaletimi de unutmayın, bu nedenle başınıza ne büyük bir iş açabileceğinizi hesaba katın, bundan emin olarak şımarık ve arsız olmayın demektir.
Affediciyim, merhametliyim ama en azından sizin iyiliğiniz için, sizi akıllandırmak için cezalandırılabilirim de bundan emin olmayın demektir.
Nitekim:
“Allah’ın azâbından emin mi oldular? Yalnızca hüsrana uğrayan kavimler Allah’ın azâbından emin olur.” (A’râf, 7/99)
“Kendilerine bol bol verdiğimiz mal ve evlatla onların iyiliğine koştuğumuzu mu sanıyorlar? Hayır, onlar farkına varmıyorlar!” (Mü’minûn, 23/55-56)
“Ey insanlar! Şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. Sakın çok aldatıcı (şeytan), Allah hakkında sizi aldatmasın.” (Fatır, 35/5) gibi ayet-i kerimler de, Allah korkusunu yeterince hissetmeyen veya bu konuda gaflet ve şımarıklık içinde olan kullara çok önemli hatırlatma ve uyarılar var.
Peki, bu derdin ilacı nedir denirse, Allah’ı hakkıyla anlamanın ve ondan gerekli şekilde korkmanın, çekinmenin ilacı zikirdir, derim... Yine kalbe tesir ederek, feraset ve basiretimizi açacak şekilde ihlas ile yapılmış ibadet ve taatlardır. Bir de maneviyat sahibi âlimlerin, ariflerin, sadıkların sohbetinde bulunmaktır.
Maalesef genel olarak halkın çoğunluğu “avam meşrep” insanlardan oluşur ve bunların anlayışları kıttır. Allah korkusunu onlarda bir velide olduğu gibi derinleştirmek mümkün değildir; dolayısıyla onları zorlamak da yersizdir. Havas meşrep insanlar ise gelişebilir ve anlayışları artarak “yakîn” sahibi olabilirler. Bu sohbetlerimiz de daha çok o kişilere ve öyle olmak isteyenlere ışık tutup yol gösterebilir.
Zekâ ile Değil Akılla Anlarız
Zekâ ile akıl aynı sanılır ama bunlar birbirinden farklı şeylerdir. Bütün akıllı insanlar aynı zamanda zekidirler. Daha açığı akıllı olmak için zekâ şarttır ama zeki olmak için akıl şart değildir. İrade akıldadır; anlamak, feraset, sezgi hepsi akla bağlıdır. Zekâda irade yoktur. Zeki adam bilgi üretir ama hikmet üretemez. Kârını zararını hesap edemez. Bu yaptıklarımdan ne menfaatim olacak diye sağlıklı düşünemez. Zekâ bir nevi bilgisayardır. Anlamak eylemi, zekânın ve duyguların eşliğinde gerçekleşir. Zekâ argümanlar sunar, akıl bunları değerlendirip düzenler, işe yarar hale getirir.
Hayvanlarda da zekâ vardır, kendilerince zekidirler. Hayvanların daha zekisi fizik, kozmoloji, biyoloji gibi ilimlerde zirvelerde dolaştığı halde iman edememiş, küfür içinde debelenen bilim adamlarıdır. Maalesef bunların ilmî kariyerlerini gözde büyütmek anlamsızdır. Aslında bu tür insanlar, ne kadar şöhret sahibi olsalar da sadece hayvanlardan daha zeki durumdadırlar, böyle bilmek ve onların hayat ve kâinat hakkındaki değerlendirmelerini büyütmemek gerekir.
Akıl artar ve eksilir… Zikirle, ibadetle, salih amellerle akıl ve anlayış gelişir. Hikmet artar, feraset, basiret artar. Akıl hikmetli düşünür, zekâ görsel, duyusal takılır. Zekâ “nasıl”dadır; akıl “niye”de niçin”dedir. Yani zekâ, “Bu varlıklar nasıl olmuştur, nasıl çalışır?” gibi bilgilerin peşindedir. Akıl ise “Bunlar niçin vardır, niye vardır?” gibi hikmet arayışındadır. Dolayısıyla hem zeki hem de akıllı olan insanlar hayatta en başarılı olan insanlardır.
Şefkat Aşkın Üstünde Bir Duygudur
Allah Teâlâ’yı ben en iyi kendimden anlarım. Zira Allah Teâlâ bir kutsi hadiste “Ben insanı kendi suretimde yarattım.” buyuruyor. Bunun anlamı Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının kullarda kendi boyutlarında tecelli etmesidir. Yani şöyle ki, Allah’ın sevgisi var, benim de sevgim var, Allah’ın merhameti var, benim de merhametim var, Allah’ın şefkati var, benim de şefkatim var gibi… İşte tüm bu duygular üzerinden empati kurarak Allah’ı anlamaya çalışmak çok doğru ve güzel bir şeydir.
Mesela Allah’ın şefkati ne demektir? Şefkat duygusu acımaktan, merhametten, sevgiden daha şümullü bir duygudur. Bütün bunları içinde barındırır. Acımak insanı eyleme sevk etmeyen, fiiliyata sokmayan zayıf bir duygudur. Onun bir ilerisi merhamettir ki seni eyleme sokar.
Acımak herkeste vardır, insanlar bunu geliştirmekle yükümlüdürler. “Merhametli olun” emri içinizdeki acıma duygusunu geliştirin demektir. “Şefkat” ise aşktan da sevmekten de üstündür. Sende “şefkat” varsa Allah’ın şefkatini anlayabiliyorsun demektir. İşte o zaman Allah sevgin coşar ve seni adeta kuşatır.
Mesela, Allah’ın Rahim ve Rahman ismi var. Rahim ismi ana rahmine de verilmiştir ki Allah’ın anne üzerindeki merhametine işaret eder. Annelerde baskın olan şefkattir. Peki, şefkat ne demektir? Şefkat; sevgidir, merhamettir, acımaktır ama aynı zamanda bunlarla birlikte yardım duygusudur. Hem de karşılığında hiçbir menfaat beklentisi yoktur. Aşkta, sevgide menfaat vardır veya olabilir ama şefkatte menfaat yoktur.
Allah Teâlâ şefkati ile kullarına ben sizlere anneniz gibi yaklaşıyorum, karşılıksız seviyor ve şefkat ediyorum diyor. İşte insan bu duyguları anlayınca, bu duygularla tanışınca Allah’ı gerçek manada anlıyor, seviyor ve ona âşık oluyor.
Yani Allah’ı sadece dağa, taşa, böceğe, çiçeğe bakarak anlamak, yeterli anlamak değildir, bunu demek istiyorum. Allah’ı sen kendi evladına duyduğun şefkatine bakarak anla ki Allah’ın sana şefkati de aynısıdır. Sen Allah’ı böyle biliyorsan, nasıl duyguların ona karşı hissiz ve karşılıksız kalacak? Sevgin, aşkın nasıl coşmayacak, bu mümkün mü?
Allah korkusunu da bu cepheden değerlendirmek gerekir. İşin içerisine adalet duygusunu katarak değerlendir ki Allah şefkatlidir ama adildir de… Adaleti gereği ceza da verir. Merhameti, şefkati, bu cezaya engel olmaz.
Evet, insanlarda merhamet ve şefkat duygusu çok önemlidir. Hele tebliğ ehli için ise olmazsa olmaz bir duygudur. Zira ancak bu duyguları olan insanlar herkesle rahatça ilişkiye girebilirler ve herkese sabırla sevgiyle yaklaşabilirler.
Mesela ben herkese karşı şefkatliyimdir. İnsanlara, cinlere, bütün mahlûkata karşı şefkatim vardır. Allah diyor ki benim sana şefkatim, annenin sana hissettiğinin aynısıdır. Dolayısıyla ben, evlatlarıma karşı sevgi ve şefkatime, merhametime bakıp, Allah’ın bana karşı hislerini anlayabileceğim, tanıyabileceğim. O zaman Allah’a olan sevgide, aşkta bu duygunun katkısı olmalı.
Netice olarak anlaşılıyor ki şefkat duygusu bütün duygulardan üstün bir duygudur. Şefkatte sevdiğini karşılıksız korumak ve kollamak vardır.
Mesela “Abdurrahman” olan kullarda bu duygu yani şefkat duygusu çok baskındır. Allah’ın bütün mahlûkatına karşı böyle şefkat içindedirler.
Evet şefkat öyle bir çorbadır ki, içinde hem sevgi hem merhamet hem empati hem de yardımseverlik vardır. Bu duygu yakın çevrene daha fazla olsa da herkese karşı vardır. Hâlbuki sevgi daha masum bir duygudur ama içinde menfaat olabiliyor, aşkta da öyle.
Aşk malumdur ki sevginin aşırısıdır ve hele fani varlıklara olunca da resmen hastalıktır. İnsan Allah’a âşık olabilir, peygambere de âşık olabilir ama bir erkeğin bir kıza âşık olması veya bir kızın bir gence âşık olması tutsaklıktır. Yani hem dinî yönden hem psikolojik yönden hastalıklı bir durumdur. Aklı ve iradeyi âşık olduğun kişiye teslim etmektir ki bu asla onaylanacak bir durum değildir.
Allah’a emanet olun.