“Kimin asıl derdi ve endişesi dünya ise Allah, onun işini dağınık kılar, gözlerinin arasına fakirliği koyar, dünyadan da ona sadece (ezelde) yazılan şey gelir. Kimin de niyeti ahiret ise Allah, onun işini derli-toplu kılar, gönlüne zenginlik verir, istemediği halde dünya ona gelir.” (İbn Mace: Zühd 2; Tirmizî: Sıfetu’l-Kıyame 30)
İSLÂM’IN DÜNYA GÖRÜŞÜ
Günümüzde İslâm’ı gerçek yönüyle tanımayan veya tanımak istemeyen bazı çevrelerin daima eleştiri konusu yaptıkları noktalardan biri, İslâm’ın dünya görüşüdür. İslâm’ın “Bir lokma, bir hırka” görüşünü savunduğunu, İslâm’da zenginliğin horlandığını, Müslüman’ın yoksulluğa mahkûm edildiğini, Müslümanların geri kalmasında dünyayı arka plana atan anlayışın önemli rolünün bulunduğunu ileri sürmektedirler. Bu görüş sahipleri bilerek veya bilmeyerek gerçekleri çarpıtarak İslâm’ı karalama ve lekeleme amacı gütmektedirler.
Her beşerî ideolojinin, her felsefi sistemin, her sosyal akımın bir dünya görüşü olduğu gibi ilahi bir nizam olan İslâm’ın da kendisine has bir dünya görüşü vardır. İslam’ın dünya görüşü Kur’an-ı Kerim’de ve Efendimiz’in Sünnet-i Seniyyesi’nde son derece açık ve net olarak ortaya konulmuştur.
İslâm’ın dünya görüşünde dünya-ahiret dengesi hâkimdir. Ulvî İslam prensiplerinin ana hedefi, insanlığın dünya ve ahiret saadetini temin etmektir. İslam’da ne dünya için ahiret ne de ahiret için dünya feda edilir. İslam’a göre asıl hayat, ahiret hayatıdır. Dünya hayatı, ahiret için hazırlık dönemidir, dünya insanlık için imtihan salonudur. Dünya geçici bir misafirhanedir. Ahiret hayatı ebedi ve daimidir.
Dünya hayatının geçici, ahiret hayatının ise ebedi olduğu gerçeği daima göz önünde tutulmalıdır. Dünyada huzur, barış ve mutluluk ortamı devam ettirilmeli; adalet, hakkaniyet, hürriyet, eşitlik, sevgi, karşılıklı saygı, barış, hayır, iyilik, insanlık, güzel ahlâk gibi değişmeyen ve hiçbir zaman değişmeyecek olan evrensel manevî değerler korunmalıdır.
MÜ’MİN KUL, AHİRETİ ÖN PLANA ALMALIDIR
İslam’da dünyanın ihmal edilmemesi, dünyadan alınacak nasibin unutulmaması, ama gerçek hayat olan ahiretin ön plana alınması emredilmektedir. Ahiretin ön plana alınması, ahireti kazanmamıza vesile olacağı gibi, dünya hayatımıza bambaşka bir güzellik ve yepyeni bir anlam kazandıracaktır.
Ahiret hayatını, sorguya ve hesaba çekileceğini, yaptıklarından ve söylediklerinden sorumlu tutulacağını bilen kişinin dünya hayatı planlı, programlı ve dengeli olur. Sorumlu ve olgun kişilerin yaşadığı dünya, gerçekten “huzur içinde yaşanacak” dünya olur.
“Kimin asıl derdi ve endişesi dünya ise Allah, onun işini dağınık kılar, gözlerinin arasına fakirliği koyar, dünyadan da ona sadece (ezelde) yazılan şey gelir. Kimin de niyeti ahiret ise Allah, onun işini derli- toplu kılar, gönlüne zenginlik verir, istemediği halde dünya ona gelir.”(ibn Mâce: Zühd 2)
Ahiretin ön plana alınması, ahiret için hazırlıklı olmayı, kulluk görevlerinin titizlikle yerine getirilmesini gerektirir. Ahiret ön plana alındığında, hayata Allah sevgisi ve Allah korkusu düşüncesi hâkim olur. Ahiret hayatının gündemde tutulması dünya hayatına yeni bir renk kazandırır.
Ahirete inanmayan kişi için dünya maddeden ibarettir, öyleleri için hizmet, fedakârlık, feragat, vefakârlık ve benzeri manevi ölçülerin anlamı yoktur. Ahirete inanıp da gerekli hazırlığı yapmayan kişi, yolculuğa çıkacağını bildiği halde hazırlık yapmayan kişi gibidir. Daima ahiret için hazırlığı düşünen mü’min kul için dünya hayatındaki her dakika değerlidir. Zaman, emek ve enerji, mutlaka kendisinin ve insanlığın hayrına kullanılmalıdır. Dolayısıyla ahireti ön plana almak, dünya hayatını en güzel şekilde değerlendirmek demektir.
MÜ’MİN KUL, DÜNYAYI İHMAL ETMEMELİDİR
Allah’ın dinini bütün cihana yaymak gibi yüce bir ideali, yeryüzünde hakkı, adaleti, sevgiyi, barışı temin etmek gibi ulvî bir gayesi, Allah’ın rızasını kazanmak gibi müstesna bir amacı olan mü’min kul; dünyayı ihmal etmez, dünya hayatını en güzel şekilde değerlendirmeye çalışır. Kendisine verilen gençlik, sağlık, fizikî güç, zenginlik, kadro, mevki, makam, rütbe, akademik kariyer gibi maddî imkânları ve fırsatları yerinde kullanır, hizmet ve fedakârlığı kendisine şiar edinir ve bu imkânı kendisine bahşeden Rabbine şükreder.
İhlaslı, salih, mü’min kişinin kazandığı ve sahip olduğu helâl ve temiz mal, gayet tabiî olarak Hakk’a hizmet ve hayır yolunda kullanılacak, bundan hem mü’min kulun kendisi, hem ailesi, hem yaşadığı toplum en güzel şekilde yararlanacaktır. Helâl mal sahibi olmak ve bunu yerli yerinde kullanmak, takdire ve tebriğe layıktır. İslâm’ın bu konudaki görüşünü Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) kısa ve özlü bir ifadeyle özetlemiştir:
“Helâl mal, salih kişi için ne güzeldir!” (Ahmed b. Hanbel, Müsned: 4/197; 202)
Allah’ın nimetlerinden yararlanıp bu nimetleri yerinde kullanabilen mü’min kul, Peygamberimiz (s.a.v) tarafından kendisine gıpta edilen, imrenilen ve takdir edilen örnek kişi olarak takdim edilmektedir:
Şu iki kişiye gerçekten imrenilir:
1. Allah’ın kendisine mal verdiği, bu malı emredilen şekilde harcayan “şükreden zengin.”
2. Allah’ın kendisine ilim ve hikmet verdiği, bu ilmi yaşayan ve insanlara bunu öğreten “ilim adamı”. (Buharî: İlim 15, Zekât 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/9)
Bu hadis-i şerif, “şükreden hayırsever zengin” veya ilmiyle amel eden “gerçek âlim” olma konusunda çok anlamlı nebevî bir tavsiyedir. Hadis-i şerifte emredilen husus, Müslüman’ın maddi-manevî güç ve imkân sahibi olması ve bu elde ettiği imkânı Allah yolunda, Allah’ın emrettiği veya izin verdiği yerde kullanmasıdır.
Müslüman hayırla, iyilikle, bereketle ve şükürle dolu zenginliği arzu eder, hatta bunun için Cenab-ı Hakk’a dua eder. Nitekim suffe ashabından 80 talebeyi her akşam evinde yedirip içiren, zengin, hayırsever, cömert Müslüman, Hazrec Kabilesi reisi değerli sahabi Sa’d b. Ubade (r.a) şöyle dua ediyordu:
“Allah’ım! Bana hamd etmeyi ihsan eyle. Bana şerefli olmayı ihsan eyle. Şeref ancak hayır işlemekle olur. Hayır işlemek de malla olur. Allah’ım! Beni az mal idare etmez. Ben az malla yapamam.” (İbn Sa’d, Tabakat:6/143; Hakim, Müstedrek:3/253)
Ancak mü’min kul, maddeye talip olurken diğer insanlardan farklı bir yapıya sahiptir. O, bütün endişesi ve derdi dünya malı olan maddeci, çıkarcı, basit bir kişiliğe sahip olmamalıdır. Zira aşırı dünya sevgisi; benlik, bencillik, açgözlülük, cimrilik, kıskançlık, doyumsuzluk, acımasızlık, katı kalplilik gibi karakter bozukluklarına neden olmaktadır. Dünya malına aşırı bağlanma, ahireti ve kulluğu unutturmakta, gafleti artırmakta, kişiyi korkusuzca ve tereddütsüzce suç ve günah işlemeye, fütursuzca kan dökmeye sürüklemektedir.
DÜNYA MALINA AŞIRI DEĞER VERİLMEMELİDİR
İnsanın tabiatında dünyaya, dünya malına, dünya zevklerine eğilim vardır. Dünya malı her nefis için hoştur, tatlıdır, sevimlidir. Ama bu sevgi, belirli bir dozda, belirli bir ölçüde tutulmalıdır. Dünya, dünya hayatının müddeti kadar, ahiret hayatı da ahiret hayatının müddeti kadar sevilmelidir. Müslüman dünya malının kölesi, hizmetçisi olmamalı, dünya malı Müslüman’ın kölesi, hizmetçisi olmalıdır.
“Dünya malı şirindir, tatlıdır. Kim dünya malını gönül zenginliğiyle (kanaatkâr olarak) elde ederse bu mal, onun için bereketli olur. Kim de dünya malını nefsinin arzusuyla (hırsla) elde ederse bu mal, onun için bereketli olmaz. Bu durumda yiyip de doymayan kişi gibi olur. Veren el, alan elden daha hayırlıdır.” (Buharî: Humus 19; Darimî: Zekât 20) hadis-i şerifi bu gerçeği vurgulamaktadır.
Aşırı dünya sevgisi, çıkarcılık, açgözlülük ve dünya hırsı gözleri bürüdüğünde; arzuladığı refah seviyesine hemen ulaşmak isteyen kişi, önüne çıkan, çıkarını engelleyen bütün ilkeleri, prensipleri, kanunları, talimatları ve sistemleri çiğnemekten çekinmemektedir. Bu durum ise, toplum içindeki huzur ve dengenin bozulmasına, toplumda anarşi ve terörün hâkim olmasına sebep olmaktadır.
Dünyaya değer vermeme ve dünya malını aşırı derecede sevmeme duygusu, ahirete ve kulluğa yönelmeye; dolayısıyla Allah’ın sevgisini ve rızasını kazanmaya vesiledir. Başkalarının elindeki nimetlere göz dikme hastalığı ise kıskançlığa, ilahi adalete razı olmamaya, kanaatsizliğe ve sevgisizliğe sebep olmaktadır.
Dünyaya değer vermeme (zühd) vasfı, takva erbabının ve gerçek ilim adamlarının taşıması gereken müstesna özelliklerden biridir. Dünyaya aşırı derecede bağlı olan ilim adamı, ahiret adamı olamaz, ilmî gerçekleri çekinmeden anlatamaz, zulüm ve haksızlık karşısında korkusuzca hakkı haykıramaz.
Bu konuda meşhur fıkıh, hadis, tefsir alimi Hasan el-Basrî (rh.a) şöyle diyor: “Gerçek fakîh (alim), dünyaya değer vermeyen, ahireti kazanmayı arzu eden, dini meselelerde basiretli olan, Rabbine ibadete devam eden alimdir.” (Darimî: Mukaddime 29.)
Dünyaya değer vermeyen kişi, yoksulluk sebebiyle dünyaya değer vermeyen kişi değildir. Gerçek anlamda dünyaya değer vermeyen (zahid) kişi, elinde maddi imkânlar ve büyük fırsatlar olduğu halde dünyaya, dünya malına, dünya ziynetine, lükse ve ihtişama kapılmayan kişidir.
Seçkin maneviyat erbabından Malik b. Dinar (rh.a) diyor ki: “insanlar benim için Malik zahid (dünyaya değer vermeyen) kişidir, diyorlar. Hayır, asıl zahid (dünyaya değer vermeyen) kişi, dünya ayağına kadar geldiği halde onu terk eden halife Ömer b. Abdülaziz’dir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned: 5/249)
Elindeki bütün maddî imkâna rağmen lüks, eğlence, israf ve sefahet yoluna sapmayan, halkını kendisinden fazla düşünen, halkının refahı için çalışan, muhteşem saray hayatı yerine mütevazi bir evde oturmayı tercih eden devlet başkanı Ömer b. Abdülaziz (rh.a), gerçek anlamda dünyaya değer vermeyen, gönlünü dünyaya kaptırmayan zahid bir kişi idi.
Hadislerde geçen “dünyaya değer vermeme” emri, Müslüman’ın çalışmaması, zengin olmaması, hayatı umursamaması değildir. Burada vurgulanan nokta, Müslüman’ın aşırı dünya sevgisi ve aşırı dünya hırsı sebebiyle kapitalist ruhlu, çıkarcı, açgözlü, cimri, bencil ve kıskanç olmamasıdır. Çoluk-çocuğunu başkalarına muhtaç bir duruma düşürmemek; İslam davasına, İslami eğitim kurumlarına, hayır müesseselerine yardımcı olmak; çalıştığı ve çabaladığı halde bir türlü normal geçim standardına kavuşmayan ihtiyaç sahibi kardeşlerine maddi açıdan destek vermek önemsenmeyecek bir konu değildir. Müslüman bu amaçla çalışacak, çok çalışacak, zengin olacak ama hiçbir zaman şükür görevini de unutmayacaktır.
İlahi irade hayatımızı zıtlar üzerine kurmuştur. Dünyada zenginlerin de yoksulların da bulunması kabul edilen bir gerçektir. İşte burada asıl önemli olan; zengin-yoksul arasında manevi ve sosyal bir denge kurulmasıdır. İslâm; zekât, sadaka, vakıf, karz-ı hasen, kurban ve benzeri pratik müesseselerle bu dengeyi en güzel şekilde kurmuştur.
Efendimiz (s.a.v), kalpleri hassas, mağdur ve mahrum kimseler olmaları dolayısıyla, yoksulları sevmeyi ve onları desteklemeyi bizlere emretmiştir.
İslam’ın ilk yıllarında fakirliğe ve yoksulluğa sabreden sahabe-i kiram, yeni ülkelerin ve beldelerin fethedilmesi sonucu maddi imkân ve zenginliğe erişince; hayırseverlik, ikramseverlik ve vakıf müesseseleri kurma konusunda insanlığa örnek davranışlar sergilemişler; iman, ilim, takva ve sevgi üzerine kurulu muhteşem İslâm medeniyetini inşa etmişlerdir.
Peygamberimiz (s.a.v)’in sünnetinde “fakirlik” emredilen, istenen ve arzu edilen bir özellik olmayıp, bilakis mü’minlere alın teri ile kazanma, başkalarına el açmama, başkalarına muhtaç olmama emredilmiştir. Şu nebevî yakarış bu gerçeği çok güzel bir şekilde vurgulamaktadır:
“Allah’ım! Senden hidayet üzere olmayı, takva sahibi olmayı, iffetli olmayı ve senden başkasına muhtaç olmamayı niyaz ederim.” (Müslim: Zikir 72) kazanç