“Gerçek Dost’a Giden Yolda” Dost Ali’yi Kaybettik…

Yol arkadaşımız, kardeşten öte dostumuz, Ali kardeşimizi, bir gönül meclisine girerken kaybettik… Takdir-i ilahi. Doğmak ya da doğmamak elimizde değil, ölmek de bizi aşan bir durum. Kısacası ölmemek mümkün değil. Hak tecelli eyleyince, ebedi hayatın kapıları sonuna kadar açılır ve geçici dünya yurdundan ebedi ahiret yurduna geçeriz. Hiçbir insan bundan müstağni değil. “Nerede olursanız olun, sarp ve muhkem kalelerde bile olsanız, ölüm gelir, sizi bulur. Onlara bir iyilik dokunursa: “Bu Allah tarafındandır” derler. Başlarına bir belâ gelirse eğer, “Bu senin yüzündendir” derler. Sen: “Hepsi Allah tarafındandır” de. Bu kavim, bu toplum neye güveniyor da, hiç söz anlamaya yanaşmıyor. ” (Nisâ Suresi,4/78) İnsan gölge varlık, şu dünya geçici ama ahiret ebedi ve kalıcı. Hayatı bir lütuf ve kefaret olarak görürüz. Ahiret için ödenecek bir bedel mutlaka vardır. Aslına bakılırsa ebediyet kavramı bedelsizdir yani hem yapıp ettiklerimizden kaynaklanan bir karşılığı vardır -çünkü kim zerre kadar iyilik yaparsa mükâfatını kim de zerre kadar kötülük eylerse karşılığını alır.- hem de “bire bin verilen bir dünyanın” ekmeğini yeriz ahirette. Ama bir gerçek var ki insanoğlu Allah’ın (c.c.) adaleti ve merhametiyle kuşatılmıştır. Bu yönüyle de lütuf boyutu alabildiğine bedelsiz hükmündedir. Mümkünler âleminde varlar ve yoklar arasında gider geliriz. Ne acısını çektiğimiz hüzünler ne hiç bitmeyecek sandığımız kahkahalar ve neşe, bir basit sarkacın zamanla sönmesi gibi buharlaşır gider. Bir gölge varlık olan kendimizi alabildiğine var eylemek için çırpınır dururuz. Varlığımız çok muhkemdir ama ebediyetin içinde çok cılız kalır ve sadece dünyevi düşüneceksek sözü bile olmaz. İnsanı yaratıp onu şerefli kılan Allah, burada da insana henüz tatmadığı, hissedemediği bir ebediyeti ölümün kapılarını açarak tattırır. Ama biz yine de üç günlük dünya hayatımızda geçiciliğimize bir anlam yüklemek için çırpınır dururuz. Oysa ebediyetin önünde bize sadece akıp gitmek kalır. Geriye sadece kirlenmemesi gereken hatıralar kalır. Yaşarken bizi biz yapan ve önemsediğimiz şeyler…
Kardeşimiz ölünce bazı manevi haller yaşandı. Hem de çok geçmeden… “Merak etmeyin, o iyi” dercesine. Çünkü ölümü çok ani olmuştu. Hakikate teslimdik ama biraz da şaşırmıştık. Ölen oydu ama teselli edilen bizdik… İnsana dair hiçbir şeyi asla ihmal etmeyen merhametliler merhametlisi, bizleri teselli etmeyi -haşa- ihmal etmemişti. Bu tesellinin şu ucuz dünyada “semizleşelim” diye olmadığı öyle açıktı ki… En azından hepimize “ahiret yurdumuzu” bir kez daha hatırlatmış ve içimize bir “sızı” düşürmüştü. Vefatı sonrasında bir teselli gibi yaşanan manevi halleri görünce, içimizdeki sızı bir nebze nefes alsa da derinlerde bir yerde hepimizi bekleyen bir “hesaplaşmanın” olduğunu daha güçlü bir şekilde hissettik. Dosta acıma duygularıyla karışık empatimizin, aslında bizi de bekleyen hakikatin içimizdeki ayak sesleri olduğunu farkettik. Tüm sebeplerin üstünde bir tek fail vardı, o da Allah… İçimizdeki merhamet ve adalet duygularının cihanşümul kaynağı… Gerçek Dost, dünyadaki dostlarımızın acısıyla bir kez daha bize bir haber göndermişti. “Nasihat istersen ölüm yeter!” nevinden bir haber…
“Bakî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş” misali, bu vesileyle Ali Yıldız kardeşimizi bir kez daha analım ve ruhuna Fatihalar gönderelim.