Zor Dostum Zor

Kuşlar gibi uçup giden şu fani ömrümüz, yine bizler gibi aciz olan birtakım insanların gözünde ve gönlünde yer edinmek tutkusuyla geçip gider. İşin garip tarafı kimse de kimseye öyle kolaylıkla gönlünü açmaz ha! Gönül fethetmek basit bir şey değildir bu bir; ikincisi de ağzınızla kuş tutsanız takdir ve taltif göremezsiniz insanlardan. Biz adam olduğumuzda “ sen adam olmazsın!” diyen babamız çoktan bu dünyadan göçüp gitmiştir. Şefkat, iltifat ve sevgi sözcükleri Kerbela’da su gibidir. Öyle yağma yok! Yedirmezler adama! Şimdi sitem ettik ama bizâtihi bizler de hemcinslerimize aynı tutumu sergilediğimiz ve dostluğun test çıtasını yüksek tuttuğumuza göre bu davranış biçiminin doğru olduğu kanaatine varabiliriz. Gönlümüze girmek isteyen adamın,gönlümüze gidecek yollardan yürümesi, bize benzemesi, boyamızla boyanması gerekiyor. Bunlar dostluğun temel şartlarıdır. Bu noktadan hareketle iyilerin iyi, kötülerin de kötü dostu olur…Son derece güvenilir, vefakar ve fedakar olması beklenir dosttan. Kazma ile bel ile karnını yarmamıza, tırnak ile el ile yüzünü yırtmamıza rağmen bizi gül ile karşılayan sadık yar olsa olsa Aşık Veysel’in kara toprağı olur. Bu ne kadar eziyet yahu! Dostluk denen mefhum karşılıklı alış verişlerle beslenir. Öyle kara topraktan, muhabbet kuşundan, dobermandan, Van Kedisinden de dost olmaz! Dostluk fevkalade bilinçli bir eylemdir; o nedenle şuurlu ve sevgi dolu bir varlık ona adaydır. Biz, insanlardan dost edinmeyi düşünebiliriz. Bize yoldaş olabilen, elimizden tutabilen, hep seven ve koruyan, sıcacık varlığıyla çevremizde dolanan, hiç ihanet etmeyen bir güvenlik kaynağı. Peki, fâni bir mahlukun bütün bu güzellikleri bizlere ilelebet sunabilmesi mümkün mü? Böyle bir insanı, Anka kuşuna binip Kaf Dağının izbe köşelerinde aramak lazım! “ Ağaca yaslanma çürür, insana yaslanma ölür” mealinde bir özdeyiş vardır. Bizi gözünden gözüne vermeyen analarımız, babalarımız, hocalarımız, sevgili gençliğimiz, güzelliğimiz, bizi böyle yüzüstü bırakıp da nereye gittiler? Meğer ne kadar da güçsüz ve fâni şeylermiş. Biz de bunlara güvenmişiz! Ne kadar çok güvenmişsek, onların acziyet dolu zorunlu gidişleriyle acımız o denli katmerleşmiş.

Allah, iman edenlerin dostudur. (Bakara 257) İman, âmene fiilinin masdarıdır. Lafı uzatmayalım iman güvenmek demektir. Şimdi iman sözcüğü tam Türkçeleşti işte! Mü’min de güvenen demek.Yani Allah güvenenlerin dostudur. Kim Allah’a güveniyorsa Allah onun dostudur. Üzgünüm; nüfus cüzdanının din hanesindeki kayıtlar pek dikkate alınmayacak gibi geliyor bana! Hepimiz Allah’a ne kadar güvendiğimizi, O’nu ne kadar sevdiğimizi, O’nu ne kadar takdir ettiğimizi, üzerimizdeki nimet, kıymet ve değerinin ne kadar olduğunu vicdan kumpasıyla bir kez daha ölçmeliyiz!

İstikbalde evliya olan bir eşkıya, hidayetine vesile teşkil eden bir olayı naklediyor; Onun dilinden anlatayım izninizle: “ Beynamaz olduğum günlerden bir gün caminin önünden geçerken garip bir olaya şahit oldum: Gulyabani kılıklı bir mahluk caminin önünde bekliyordu. Dışarda ikimizden başka kimse yoktu. Bu mahlukun omuzunda ve ellerinde yığınlarca gem ve koşumluk malzeme vardı. Ortalıkta bir binek veya merkep göremediğim için bu durum merakımı celbetti. Sordum: “ Sen kimsin be adam! Bu üzerindeki yığınlarca koşum malzemeleri de nedir? “ Cevap verdi: Ben Şeytanım! Elimdeki gem ve koşumlar şu an camide olanlara ait. İçeri gireceklerinden dolayı mecburen çıkarttım ama biraz sonra gelecekler ve yine tek tek hepsine takacağım! Sordum; Peki! Ben ve benim gibi camiye girmeyenlerin gemleri nerede? Şeytan gülerek cevap verdi: Size niçin gem takayım ki! Nereye gitsem yeldire yeldire peşimden geliyorsunuz zaten!

Mezkur veli zatın bu kıssası bence çok şey anlatıyor. Mü’min olmak Allah’ın dostluğuna eşdeğer bir cevahir olduğuna göre kolay devşirilecek bir şey olmasa gerek. Bir dağın tozunu attırıyorlar, bir o kadar da dibini eşiyorlar da nihayet ceviz büyüklüğünde bir yumru elmas buluyorlar. Velayet öyle bir mazhariyet ki Rabbin isteğiyle o kutsi şahsiyet, tüm olumsuz fiil ve akibetlerden halas oluyor. Bunu Kur’an korku ve hüzünden kurtuluş olarak özetliyor. Allah’a gerçekten güvenmiş, Allah da onun gerçekten elinden tutmuş. Ne Gam! Artık ne endişe var, ne de üzüntü! Veli olmanın temeli marifete ermektir. Marifet, Yüce Rabbi ilâhlık sıfatlarıyla tanımak ve haklarını savunmaktır. Kulun hakkı ile Allah’ın hukukunu birbirine karıştıran kimse marifet sahibi olamaz. Velinin tek hedefi tevhittir. Gerçek tevhide ulaşmayan kimse veli olamaz. İbadet edilmeye, yüceltilmeye, övülmeye ve sevilmeye sadece O layıktır. Veli, O’na ibadet ve saygı için bir gerekçe de aramaz. Onun Cennet ve Cehennem vaadi olmasaydı yine samimiyetle O’na kulluk eder, O’nu çok sever ve çok yüceltirdi. Velâyet halk tarafından verilen bir nişane olmayıp bizzat Allah’tan gelir. Allah dost edindiği kimseyi fiziksel üstünlükleri, asaleti, serveti, etnik kökeni nedeniyle değil; imanı, irfanı ve edebinden ötürü sevmiştir. Bir kere de sevince dostunun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olmuştur. Allah kullarını nimetlerle, külfetlerle, musibetlerle dener; Bu sınavı O’nun dostları kazanır, diğerleri kaybeder. Allah bizi seviyor mu, bizden razı mı, hoşnut mu? Bütün bunlardan; nefis paklaştığı, kalp saflaştığı ve Allah’ın ahlakı bizlerde gerçekleştiği zaman haberdar olabiliriz. Bahar gelmeden, güller açmadan bülbül ötmez.

Böylesine muhteşem bir statü kimilerinde tazim, hayranlık ve gıpta duygularıyla mâkes bulurken, bazı insanlarda da  kıskançlık, haset ve bazen de taklit reaksiyonlarına neden olur. Taklitten maksadımız kişinin “Allah Dostu” rolünü oynamasıdır. Bu başrol insanlar tarafından çok sevilir çok! Çoğu zaman da taklit, tahkikin antresi olarak kabul edildiği için bidayette insana  iyi düşünceler hakim olabilir. Amma velakin renk tayflarındaki ton geçişleri gibi düşünce tonları da hissedilmeden değişiverirler! Bu Şeytani oyun bazen bir iddiadır, zandır. Bazen şarlatanlık ve sahtekarlıktır. Bazen iyi niyetle çıkılan bir yolculukta ayakların kayması ve hedefin sapmasıdır. Bazen bir psikiyatrik vakadır...Hayatta her değerli şeyin sahtesi vardır.  Sahte doktor, sahte bilim adamı, sahte para, sahte polis, sahte avukat, sahte öğretmen, sahte altın, sahte kahramanlar, sahte peygamber, böyle uzayıp gider ve...sahte veli! Kıymetsiz olan şeyin sahtesi olmaz. Çünkü getirisi, menfaati olmaz. Sahte şeker (sakarin) çayı tatlı yapar ama  besin değeri yoktur, enerji vermez. Şişmek başka şeydir, şişman olmak başka. Şişmek, hastalıktan dolayı vücut dokularının genişlemesi, vücudun su toplaması ve bunların sonucunda hacmi genişleyen vücudun iri görünmesidir.Şişmanlık çok beslenen, aşırı yiyen kimsenin dokularında yağ depolanması, kasların etlenmesi, kemiklerin ilikle dolması ve kişinin güçlenip kuvvetlenmesidir.Vücudu hastalıktan dolayı şişenler, ilk önceleri şişmanladıklarını zannetseler de bir zaman sonra bunun hastalıktan kaynaklandığını anlarlar. Ha şu da var; Bu adamın etrafında bulunan bazı kimseler de onun şişmanladığını zannedebilirler. İnsan hastalığını bilecek ve “ sen bayağı etlenmişsin, şişmanlamış güzelleşmişsin!”diyenlere de inanmayacak! 

Gerçek velilerin dışında bu makamın heveskarı olanlar:

Veli olduğunu zanneden, ancak bunu kimseye söylemeyenler; 

Bediüzzaman Hazretlerinin bu konudaki izahı şöyle: Bu kişi; yaşadığı manevi hallere aldanmış ve mazhar olduğu tecellilere mağlup olmuş demektir. Bu kimse yalancı ve aldatıcı değildir. Sadece aldanıyor. Bir makam hırsı, kibri, övünmesi, insanlardan bir beklentisi ve çıkarı yoksa kısa zamanda bu halden kurtulur, normal haline döner. Gerçek yerini ve haddini bilir. Sözlerine ve haline tövbe eder. 

Veli olmadığı halde, veli olduğunu söyleyerek  bunu insanlara ilan edenler:

İmitasyon çağında yaşıyoruz. Yapacak bir şey yok! Yaşam koşulları üreme ve çoğalmalarına uygun olduğu için metrekareye ve kişi başına düşen şarlatan sayısı günden güne artış gösteriyor.Bu benlik davasının daniskasıdır Şeytanın hilesine aldanmaktır. Bu mendeburlar veli değil delidir. Ancak bilinçli ve tasarlanmış deliliklerin  mazereti yoktur. Bu kişiler kurtarıcı rolü üstlenerek, sistematik bir sömürü  düzeni oluştururlar. Allah’ın bu lanetliklerle, bu melunların da Allah ile bir işleri yoktur.Bu tipler kriz zamanlarında ve gerçek ölçülerin kaybolduğu zamanlarda ortaya çıkar, kurtarıcı rolünü üstlenir ve kendilerini can simidi olarak gösterirler. Asıl himmet ve irşada kendisi muhtaç  iken, insanların nefislerini terbiye etmeye kalkarlar. Bu insanlara inananlar da sahte doktora giden hastalara benzerler. Hem muayene olacağını düşünerek en mahrem yerine kadar onun önünde soyunacak, bütün sırlarını ona söyleyecek, hem parasını kaptıracak, hem de kendisine hastalığı ile hiç ilgisi olmayan bir reçete yazdırıp, kullanılması son derece tehlikeli ilaçları içecek. İşte bu hal nefsin hevâsıdır, hevesidir, tutkusudur. Tehlikeli bir heves. Çocukların evcilik oyunları vardır ya; Büyümeden, büyük adam rolleri takınırlar. Kimisi doktor olur, kimisi öğretmen, kimisi baba rolünü üstlenir, diğeri anne olur. Süpermen olan çocuklar da vardır.İşte bilinçaltındaki çocukluk duyguları depreşen bazı insanlar, büyük olmalarına rağmen çocuksu reaksiyonlar gösterebiliyorlar. Bu çok tehlikeli bir oyun. Ancak bu kez ebediyyen içinde kalacakları bir ateşle oynamaktadırlar.

Kraliçeye Aşık Olan Adam

Bir adam kraliçeye aşık olmuş. Nasıl gönül vermesin hem güçlü, hem güzel. Güzel sultanı kim sevmez ki. Yalnız bütün halk aynı iddiada. Bütün halk kraliçeyi sevdiğinden bu adamın aşkı; ne halkın ne de kraliçenin dikkatini çekmemiş.Devlet başkanı halk tarafından sevilir, sevilmelidir zaten. Kraliçe de bu halkın sevgisinden memnun ve hoşnut olur haliyle...Fakat günden güne adamın sevgi iddiası başka şekillere bürünmüş. Kraliçe ile ilgili rüyalar görüyor; Kendi zanları doğrultusunda gördüğü rüyaların etkisiyle, kraliçe adına yalanlar uyduruyormuş. Pahalı ve gösterişli elbiseler giymiş, beyaz bir atın üzerine binip; çarşının en işlek yerinde insanlara seslenmiş:

-’Kraliçe beni seviyor, bana aşık. Birbirimize deliler gibi aşığız. Geceleri saraya gidiyorum. Beni gizlice içeri alıyor. Sabaha kadar güzel vakitler geçiriyoruz. Yiyor, içiyor, eğleniyor, aşk yapıyoruz. Yakında evleneceğiz. Düğünümüz sarayda olacak. Ben saraya yerleşeceğim. İçinizden bana yakın olan kimseleri, saraya yanıma alacağım, onlara iyi maaşlı, yüksek rütbeli görevler vereceğim. Orada çalışmadan, yorulmadan, benim gölgemde rahat bir hayat yaşayacaklar. Bugün benim yanımda olanlar, o günde himayemde olacaklar’ demiş. Bu adamı dinleyen halktan bazı kimseler; görünüşüne, kılık kıyafetine aldanmışlar. Ona hizmet etmiş, hediyeler vermiş, saygıda, sevgide kusur etmemişler. Akıllı olanlar aldırmamış, işlerine devam etmişler. Kraliçeyi seviyorum demek başka; Kraliçe beni seviyor demek başka....Haber hemen kraliçeye ulaşmış. Öfkeden deliye dönen kraliçe adamı hemen tutuklatmış. Kraliçe halkın arenada toplanmasını emretmiş. Halk toplanmış. Askerler arenanın ortasına koymuşlar adamı. Saray muhafızlarının önlerinde zincirlerle bağlı 15 tane azgın köpek var. Kraliçe halkına seslenmiş:

-Ey halkım! Öğrendiğime göre içinizde bu adamın söylediklerine inananlar olmuş. Evet. Ben sevdiklerimi sarayıma davet ederim. Benim bu azgın ve yırtıcı köpeklerim, sarayımın giriş kapısı önünde beklerler. Sarayıma girip çıkan herkesi kokusundan tanır ve onlara zarar vermezler. Şimdi köpekleri serbest bırakacağım. Köpeklerim size bu adamın doğru söyleyip söylemediğini gösterecekler’ dedikten sonra; dönmüş muhafızlara, ‘ bırakın köpekleri’ demiş. Salıverilen vahşi köpekler hiç tanımadıkları bu adamı parçalayarak yoketmişler...

İnsanlar bu başrolü oynamayı sever demiştik. Ancak İbrahimî bir kavrayışla “ ben fanileri, zâilleri  sevmem! “ hükmünü verip; ayı, güneşi devre dışı bırakıp kese yoldan Sâdık Yâre ulaşmak kolay mı? Ölüme Şeb-i Ârûs, menzile Refîku-l Âlâ diyebilmek kolay mı? Zor dostum zor!