Bizi tanıyan ve takip edenler bilirler ki, imandan sonra üzerinde en çok durduğumuz konu güzel ahlaktır. Çünkü İslam zaten başlı başına güzel ahlakı tamamlamak için gelmiş bir dindir. İnsanları ve onlarla birlikte bildiğimiz bilemediğimiz, gördüğümüz göremediğimiz, canlı cansız tüm varlıkları yaratan yüce Rabbimiz’in gönderdiği bir ahlak kitabıdır öncelikle. Efendimiz (sav) bizzat hem Kur’ân’la bu güzel ahlakın teorisini bizlere ulaştırmış, bu konuda elçilik yapmış hem de bizzat en ince detaylarına kadar pratikte bu ahlakın nasıl olması gerektiğini yaşayarak göstermiş, sonra da aramızdan ayrılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm, bu anlamda vaaz ettiği bilgilerle ve edebi yönüyle nasıl mucize bir metinse, Efendimiz’in (sav) yaşantısı, güzel ahlakı da başlı başına bir mucizedir. Ahlakı bozuk bir toplumda, hiçbir kimseden öğrenmeden, örnek bir ahlak kitabı elinde olmadan, kendisini yetiştiren zahiri hocaları olmadığı halde; güzel ahlakı tüm ince detaylarına kadar bilmesi, anlaması, haber vermesi, yaşaması, arkadaşlarına da anlaşılır bir şekilde anlatarak onları da bu konuda kendine benzetmesi kesinlikle mucizedir, başka bir şey değil… Yani bugün Müslüman bir toplum, elinde Kur’ân ve hadisler olduğu ve Efendimiz’in (sav) hayatı da en ince detaylarına kadar ortada olduğu halde, hâlâ güzel ahlakın inceliklerini anlamada avamî bir tavır sergilerken, Efendimiz’in (sav), örneksiz ve hocasız, İslam’ı bu kadar güzel anlaması ve yaşaması O’nun elçiliğinin en güçlü delillerdendir, bu konuyu tartışmaya bile gerek yok elbette…
Evet, bizler imandan sonra hep güzel ahlak dedik, onu önceledik ve hayatımız boyunca da hem güzel ahlakı yaşamaya hem de anlatmaya gayret ettik. Bunu arkadaşlarımız çok iyi bilirler. Güzel ahlakın temelini Rabbimiz her ne kadar fıtratımıza yazmış, ruh bantlarımıza kodlamış olsa da imtihan gereği nefs ve şeytan denen menfi güçlerin üzerimizde etki ve müdahaleleri de bir vakıadır. İşte bu nedenle insanlar fıtrat kodlarını bazen tamamen, bazen kısmen unutarak kötülüğün temsilcisi şeytana benzeyip onunla aynı huyları edinebilmektedirler. Veya nefsin menfi yönlerinden ve şeytanın üzerimizdeki etkisinden dolayı neler güzel ahlaktır, neler kötü ahlaktır, bunu iyice ayırmak, bunların tefrikini yapmak kolay olmamaktadır. Ve hatta daha ileri gidersek çok takva Müslümanlar bile kötü bir ahlakı güzel bir ahlak sanarak savunabilmektedirler. Buradan anlaşılıyor ki güzel ahlakı anlamada insanlar detaylara gelince zorlanıyorlar. Zira bunu anlamak önce Allah’ın yardımını sonra da ciddi anlamda akıl, bilgi, basiret, hikmet, adalet, iffet gibi erdemlerle donanımlı olmayı gerektiriyor.
Halk arasında çok kullanılan bir benzetme vardır. İyi yüzlü kötü huylu birisine “kuzu postuna bürünmüş kurt” derler. Veya sert görünüşlü ama kalbi merhamet dolu bir insanı ifade ederken de “kurt görünümlü kuzu” derler. İşte tam da bunun gibi bazen güzel ahlak sandığımız şeyler kuzu postuna bürünmüş kötülükler olabileceği gibi, kötü sandığımız huylar da aslında kurt postundaki güzelliklerdir. Bunların örneği çoktur. Hatta neredeyse bütün güzel ahlakların böyle iki yüzleri ve benzerlikleri vardır. Bu durum, bizlere verilen akıl nimeti, temyiz kabiliyeti gibi yönlerimizin açığa çıkması için de uygun bir ortam oluşturmakta, sınav dünyasında olduğumuzu bize hatırlatmaktadır elbette... Bu söylediklerimize örnek verecek olursak; kuzu postu giymiş kibir ve gururu, izzet ve vakarla karıştırmak çok mümkündür… Birisi büyük günah birisi ise erdem ve fazilettir… Yine cömertlik gibi görünen israfla, israf gibi görünen cömertliğin, iktisat gibi görünen cimrilikle, cimrilik gibi görünen iktisadın, hayâ gibi görünen riyayla, riya gibi görünen hayânın, tevazu gibi görünen zilletle, zillet gibi görünen tevazunun, korkaklık gibi görünen yumuşaklık, bağışlama, hilmle, hilm gibi görünen korkaklığın, egoistlik gibi görünen müspet benlikle, müspet benlik gibi görünen egoizmin... ayrımını yapmak gerçekten de hiç kolay değildir. İşte Efendimiz’in (sav) güzel ahlakı tüm bu ince detaylarıyla bilmesi, yaşaması ve ortaya koyması gerçekten bir mucizedir. Zira dedik ya Allah’ın yardımı olmadan sırf akılla, felsefeyle, mantıkla, bulunacak, bilinecek şeyler değildir bu detaylar. Zira güzel ahlakın iyice ortaya konulabilmesi için beşer aklı ve idraki bu işe kifayet etmez. Dolayısıyla Allah tarafından gönderilmiş Resullerin gerekliliği, güzel ahlakın ortaya konulması için kaçınılmaz zorunluluktur.
İşte ben sohbetlerimde bu konuları her zaman önceledim; hem yaşamaya çalışarak hem de çevremdekilere örneklik ve önderlik yaparak güzel ahlak konusunu imandan sonra hep gündemimin başına koydum. Özellikle güzel ahlakın detaylarına dikkat çektim. Zira bunların karıştırılması İslam âleminde ciddi bir sorun, ciddi bir problemdir. Düşünün ki bir kişi aslında hayâlı ama cahilliğinden dolayı kendini riyakâr sanıyor veya riyasını hayâ sanıyor… Yine bir İslam âlimi aslında vakarlı ama kendini kibirli sanıp tevazu olacağım diye zillete giriyor. Yine resmen kibirli bir adam bu tutumunu vakar ve izzet sanıyor ki bunların hepsine sıklıkla rastlıyorum ve sonra Müslümanların bu cahilliğine hem öfkeleniyor hem de çok üzülüyorum. Çünkü bunlar gerçekten vahim şeyler. Evet, özellikle bu hataları ben İslam âlimiyim diye ortada dolaşan kişilerde görmek ise beni daha çok üzüp öfkelendiriyor. İslam ahlakından ve onun inceliklerinden haberi olmayan bir âlim, ancak olsa olsa din bilginidir, nereden âlim olmuş da onun havasıyla geziyor anlamıyorum.
Evet, maalesef ki yaşadığımız ortamda ahlaki incelikler anlamında çok vahim hatalar yapılıyor. Mesela benlikten kaçacağım diye, yaptığı tüm güzel iş ve ibadetleri ile kendini hiç yerine koyanlar olduğu gibi, bu düşünceyi talebelerine tavsiye eden sözde mürşitler de var. Yani nefs mücadelesi adı altında insanlara zilleti tavsiye ediyorlar. Ey öğretmenler, ey hocalar, talebe yetiştirenler! Size sesleniyorum! Menfi olarak değil ama müspet olarak insanları var etmeye çalışın, insanların kendilerine saygı ve güvenlerini yıkmayın. Amelleri görmek ve beğenmek her zaman gurur ve ucup sebebi değildir. Basit bir diyalektikle çözülecek bir sorunu, niçin insanları şahsiyet ve kişilik olarak yok ederek çözüyorsunuz. Biz bu konuların detayını dergimizde çok anlaşılır bir şeklide anlattık, internetten sitemize girerek bu konuları öğrenebilirsiniz. Yani talebeleriniz de siz de bu yanlış düşünce sisteminden vazgeçin. Müspet anlamda, kişilik ve şahsiyet anlamında alabildiğine insanları var edin ve siz de var olun; eğer var olmazsanız sizin secdenizin, kulluğunuzun ne kıymeti olur.
Dünyayı sevme konusuyla alakalı da ciddi sorunumuz, daha açıkçası orta bir yolu bulmak zorunluluğumuz var. “Dünya sevgisi hataların başıdır.” hadisi-i şerifini yanlış yorumlayıp dünyayı hepten kâfirlere terk ettik, başımıza gelenlere bak! Koca bir İslam âlemi kâfirlerin sadakasına, acımasına, insafına muhtaç hale geldi. Peki, İslam böyle olabilir mi? En son ve en mükemmel bir din böyle aciz ve zavallı bir konuma düşebilir mi? Düşmedi, biz düşürdük! Hemen toparlanmalıyız, zira üzerimizde bu güzel dinin ağır vebali var.
Evet, dünyayı sadece bir kötülük yurdu gibi görüp hepten atmak isteyen, dünyayı sevmiyorum diyenlere “Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma...” (Kasas, 28/77) ayetini ve “Rabbim! Bana dünyada iyilik ver ahirette de iyilik ver.” diyen Hz. İbrahim’in (a.s.) beş vakit namazlarda tekrar ettiğimiz duasını hatırlatırım.
Dünyanın üç yüzü vardır. Allah’a bakan yüzü, ahirete bakan yüzü, bir de masiva denilen günah ve isyana bakan yüzü. Dünyanın Allah’a bakan yüzü; Allah’ın varlığına birliğine delil olan, isim ve sıfatlarına tecelli olan yüzüdür ki sevilmelidir. Ahirete bakan yüzü ki bu “Dünya ahiretin tarlasıdır.” hadisinde ifade bulan yüzüdür. İnsan buradan ahirete azık hazırlayacak. Dünya nimetlerinin tadı cenneti sevdirir, çalışıp cenneti ve Allah’ın rızasını kazanacak. Dünyanın bu yüzü nasıl sevilmez? Bir yüzü de isyan ve günahlara bakan yüzüdür ki bu yüzüne karşı da dikkatli olunacak ve işte bu yüzü sevilmeyecek.
Özellikle Allah ve ahiret sevgisi belli düzeye gelmeden, dünyayı hepten terk sohbetleri yüzünden bunalıma girip psikolojisi bozulan insanlar biliyorum. Doğrusu bu değildir, İslam hep orta bir yolu tarif eder. Diğer dinlerdeki ifrat ve tefritler İslam’da yoktur. Rahiplerin yaptığı gibi ruhbanlık, Budistlerin yaptığı gibi hiçlik, yokluk vs. gibi şeyler İslam’da yoktur.
Zillet mi, Tevazu mu?
İslam’da izzet ve tevazu övülmüş, zillet yerilmiştir. Zillet, sözlükte “alçaklık, zül, hakirlik, aşağılık ve meskenet” anlamındadır. Tersi olan izzet ise “yücelik, manevî açıdan ululuk, üstünlük, şeref, itibar, kuvvet, saygı, hürmet, ikram” gibi manaları ifade eder. Tevazu ise kendi büyüklüğünün farkında, bilincinde olan birisinin sırf Allah rızası veya korkusuyla veya şefkat merhamet gibi güzel ahlakların itmesiyle, kendinden akılca, ilimce, soyca, makamca vs. aşağı birisine karşı alçak gönüllü, yumuşak, nazik, kibar, güler yüzlü, hoşgörülü olmasıdır. Kendi gözünde küçük birisinin zilletli halinden kaynaklanan, çevresinde büyük gördüğü insanlara karşı riyakâr tutumları asla tevazu değildir. Bunu iyice ayırmak gerekir.
Bir mümin elbette ki izzet sahibi olmalıdır. İzzetini korurken de hem zillete düşmeyecek hem de kibre yuvarlanmayacak. Bu anlamda zilletli insanları iki sınıfta değerlendirmek gerekir. Birincisi: Kendi gözünde zilleti olsa da insanlar gözünde varlık duygusunu korumaya önem veren kişiler. İkincisi: Kendi gözünde zilleti kabul ettiği gibi halkın gözünde de bunu kabullenip küçüklüğünü kanıksamış ve böyle yaşamayı normal gören kişiler; ben bunlara “kaybedecek şeyleri olmayan kişiler” diyorum ki durumları vahimdir. Bu kişiler rahatça dilenebilir, şahsiyetli kişilere anlaşılmaz ve çok zor gelen her türlü izzet kırıcı şeyleri toplum önünde fütursuzca yapabilirler. Birinci şıktaki kişileri kurtarmak kolaydır. Aslında bu tutumları, akıllı ve varlık duygusu güçlü kişilerin kendi hatalarını görmeleri ve büyütmelerinden ve yetişme bozukluklarından vs. kaynaklanır. İkinci şıktakilerin hali zordur; çünkü önce onlara varlık duygusu, kendine karşı sevgi, hatta iyi kibir duygusu kazandırmak gerekir.
Görüldüğü gibi ahlak ölçüleri toplumda öyle bozulmuş ki böyle tedaviye muhtaç insanlar mütevazı insanlar olarak bilinebiliyor. Çünkü zilletli insanları dışardan bakınca mütevazı insanlardan ayırmak zordur. Herkese iyilik yapar, iyi görünürler, hep hoşgörülü ve bağışlayıcıdırlar, kolay kolay kızmaz, kimseyi yüzüne karşı eleştirmez, gönül hatır kırmazlar. Bazıları gerekmedikçe konuşmaz, toplum içinde gayet hanım veya beyefendi görünümleri vardır. Eline vur ekmeğini al tiplerdir. Hak ve hukuklarını aramaktan çekinirler. Ama bu tip kişileri, ellerine güç ve imkân geçtiğinde tanıyamazsın; tevazuları, beyefendi ve hanımlıkları kaybolur gider. İşte burada güzel ahlak gibi görünen bu davranışların temeline inildiğinde eğer ahlak konusunda biraz uzman iseniz bütün bunların sebebinin tevazu, hoşgörü vs. değil de zillet olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz. Toplumumuzda, yeni tabirle aşağılık kompleksi içindeki kişiler çevrelerine karşı genelde böyle tepki verirler. Yani kendi gözlerinde öyle küçüktürler ki kimseye kızamaz, kimseyi kıramaz, kimseyi reddedemez, kendinin fark ettiği küçüklüğünü çevrem de fark eder diye konuşamaz, herhangi bir işte kendini ve yeteneklerini ortaya koyamazlar…
Biraz önce değindiğimiz, akıllı ve varlık duygusu güçlü kişiler kendi gözlerindeki küçüklüklerini, yani onlara göre zilletli tutumlarını, konuşmayarak, herhangi bir iş ve eylem ortaya koymayarak açıkça insanlardan kaçarak saklamaya çalışırlar. Aslında bunlar bir yönüyle akıllı ve kabiliyetli insanlardır ve yetişme bozukluklarından, eğitimsizlikten ve ölçü bozukluğundan, nefsinin normal istek, uç istek gibi yönlerini, insanın psikolojik takıntılarını ve şeytanın marifetlerini iyice tanımadıklarından, daha çok kendilerine haksızlık eden zavallılardır. Bu kişiler, terapi türünden doyurucu sohbetlerle bu zilletten kurtulup çok iyi insan olabilirler. Nitekim bu tür kişiler benim sohbetlerimle kolayca tedavi ettiğim kişilerdir.
Zilletli Olmanın Sebepleri
Zillet aslında insanın kendine haksızlığı, kibir de insanın başkasına haksızlığıdır. Eşrefi mahlûkat olan bir insan zilleti hak etmez. Ama ne yazık ki insanlar birçok nedenle bu marazi duruma düşmekte, bu manevi maraza yakalanabilmektedirler. İşin acı yanı, toplumda bu tür insanlar bayağı çoğunluktadır.
İnsanın kendini küçük, yetersiz, güvensiz, suçlu, günahkâr hissettirecek bir ortam içerisinde yetişmesi, özgüvenini sağlayacak psikolojik ve duygusal desteklerden mahrum olması, zilletin, aşağılık duygusunun en önemli nedenlerindendir. Bu sebeple çocukluk dönemlerinde gerekli sevgiyi görmeyen ve özgüven duygusuyla yetişemeyen çocuklar bu aşağılık duygusunu ölene kadar üzerlerinde taşıyabilirler. Bu anlattığım genel bir teşhistir. Zillet duygusuna iten nedenlerin detayları insanlar gibi komplekstir ve her insanda farklı sebeplerden olabilir. O sebeple kişilere özel terapiler, sohbetler ve bilgilendirmeler gerekir. Ama yine de zilletin, kendini küçük ve yetersiz görmenin sebeplerinin başında sevgisizlik birinci sırada gelir. Ebeveynlerinden, akraba ve öğretmenlerinden sevgi, saygı ve güven duygusunu yeterli şekilde alarak büyüyen çocuklarda bu zillet duygusu önemsenmeyecek kadar azalır. Bu nedenle çocuk yetiştirirken sevgiyle büyütmek ve onlara her zaman değerli olduklarını hissettirmek çok önemlidir. Ayrıca bu sevgiler koşulsuz olmalıdır ve çocuklara her şartta sevginin devam ettiği hissettirilmelidir. Yani herhangi bir kabahat, suç, günah gibi nedenle bu sevginin kaybolmayacağını çocuklar kesinlikle bilmelidirler ki bu mesele çok önemlidir. Çocuklara terbiye için verilecek ceza, sevgiden mahrumiyet olmamalıdır…
Bizler Müslüman bir toplumuz. İnancımıza göre bir ahlak telakkimiz, iyi, kötü, ayıp, günah vs. ölçülerimiz var. İnsanın kendini kötü hissetmesi; biyolojik varlığını, boyunu, posunu, yakışıklılığını, güzelliğini, yeterli görmediğinden olabilir veya aklını, zekâsını, yeteneklerini beğenmediğinden olabilir. Çevresini, ailesini küçük gördüğünden olabilir. Toplumun değer yargılarına göre işlediği günahlardan, hatta işlemediği halde kalbine, aklına gelen günah arzularından, vesveselerinden olabilir. Bütün bunların hepsi hayatın ve insan olmanın kaçınılmaz gerçekleridir. Ve biz bütün bu şartlara rağmen özgüvenini yitirmeyen, kendisine sevgi ve saygısını yitirmeyen bir gençlik yetiştirebilmeliyiz ki bu asla imkânsız değildir. Ama bunu başarmanın yolu doğru bilgi ve doğru ilgiden geçer. Doğru bilgiden kastım, öncelikli olarak insanı tanımaktır ki buna çok ihtiyacımız var. Fakat tanıdığını sanmakla tanımak çok farklı şeylerdir, bunu hatırlatırım. Nitekim bu iddia ile ortaya çıkan, insanı tanıma bilimi diyeceğimiz ruh bilimlerinin, psikoloji vs. gibi ilimlerin yetersizliği ortadadır. Özellikle belirtmek isterim ki insanları yaratan yüce bir Yaratıcı’ya inanmayı, bilim dışı yaklaşım, yani dogmatiklik gören ve insana biyolojik bir makine gibi yaklaşan ve ruhu inkâr eden psikoloji bilimlerinin insanın sorunlarına yeterli bir seviyede ilaç olması mümkün değildir. Evet, insanı tanımadan bu sorunlar bitmez. İnsanı tanımak ise yüce Yaratıcı’yı, gönderdiği kitabı ve elçisini tanımadan, anlamadan mümkün değildir. Birileri bizi dindarız diye dogmatiklikle suçlayabilir ama bize göre aslında dinden uzak kişiler en katı dogmatik insanlardır. İşte bu temel referans noktamız yiterse insanı tanımak iddiası boş bir iddiadır, başka bir şey değil.
Bu nedenle benim mücadelem hep insanın kendini tanıması noktasında olmuştur. Kendini tanımayan insan neye göre ben iyi veya kötüyüm diyebilir ki, bu çok anlamsızdır. Bu sebeple bizim en büyük sorunumuz cahilliktir. Bu öyle bir cahillik ki tıp profesörü olmakla hatta ilahiyat ilimlerinde son noktalarda bulunmakla bile hallolmayan bir cahilliktir. Açıkçası bu cahillik insanı tanımama cahilliğidir. Maalesef hayatı din tahsili yapmak ve din öğretmekle geçtiği halde, eğer kendini tanımıyorsa kendinden habersizse o din adamları da bu kategorinin içindedirler. Diğerlerine göre belki daha iyi bir noktada olmakla beraber… Din âlimi olmuş, insandan bahsediyor ama kendini tanımıyor. Psikolog olmuş, ruhtan bahsediyor ama ruhu yaratan Rabbi’nden, gönderdiği elçisinden, kitabından haberi yok. Haberi varsa da yeterli ilgi ve bilgisi yok; ne fark eder ki. Bu kişiler insanların sorunlarına ilaç olabilirler mi? Çünkü kendileri hasta ve bunun bilincinde bile değiller. Kendilerine verilen makam ve unvanların etki ve yetkisiyle konuşuyorlar. Her konuştukları ayet gibi sanki… Dinleyenler de cahil, böylece hem kendilerini hem insanları kandırıp oyun oynuyorlar. Evet, insanı tanımadan onun sorunlarına çözüm üretemezsiniz ve onu mutlu da edemezsiniz. Geçici haz ve lezzetleri mutluluk yerine koyanlara diyecek bir sözüm yok elbette.
İnsanı yaratan yüce Allah onun hangi halinin normal ve hangi halinin anormal olduğunu bizlere ölçü olarak bildirmiştir. Dolayısı ile normalin ne olduğunu bilmeyen insan anormal duruma düşer. Normalin ne olduğunu iyice bileceğiz ki normal halimizi anormal telakki edip o noktada sorun yaşamayalım, hatta kendimizde haksız yere zillet ve aşağılık duygusu gibi olumsuz duyguların gelişmesine müsaade etmeyelim. İnsanlar cahilliğinden ötürü bilmedikleri birçok konuda kolayca aşağılık duygusuna girerler. Cahillik başa bela olur ve hastalıkları iyice artar. Doğal olan şeyleri bilmemek, doğal olmayan konulara inanmaya yol açar. Örneğin cinsellikle ilgili internet kaynaklı yanlış bilgiler, yakışıklılık ölçüsü, kültürün ne olduğunu anlayamamak gibi konular insanı yanlışlara ve bozuk ölçülere, hatta içe kapanmaya kadar götürür. İnsanlar normal oldukları halde, kendilerine haksızlık ederek, bazı sanmalara kapılarak aşağılık kompleksine girerler ve kendilerine sıkıntı, dert yaratarak bunalıma girer, sanmalarla oyalanır giderler. İşte bunların ilacı; kendini tanımak, normal olanı bilmek gibi temel bilgilerdir ki bunları bilmeden öte bilinç olarak hazmetmektir.
Zilletli İnsanların Düşebileceği Hatalar
Zilletin yani kendini küçük görmenin de bir normal olanı bir aşırı olanı vardır. Aşırı zillet halindeki kişiler cesaret ve korkaklıklarına göre bu hallerinden dolayı çevrelerine farklı tepkiler verebilirler. Bu kişilerde otomatik negatif düşünceler çok fazladır ve çevrelerine karşı su-i zanlı ve ön yargılıdırlar. Sevilmediklerine inanırlar ve büyük bir ihtimalle de kimseyi sevemez, kıskançlık ve haset gibi duygularla boğuşur dururlar. Bu durumla baş edebilmek için daha çok insanlardan kaçmayı yeğler ve asosyal tipler olarak kabuklarına çekilirler. Bazıları da kendi küçüklüklerini kamuflaj için saldırıya geçerler, insanları küçük gördüğünü söyler ve daha çok topluma savaş açmış marjinal gruplarda toplanarak, toplumun geneline o gruplardan fikri bazda hatta daha ileri giderek şiddet içerecek eylemlere katılarak kin ve nefret kusarlar. Zira insanlara öfke ve kinleri nedeniyle merhamet duyguları azalır ve ellerine silah geçirirlerse bütün insanları öldürmeyi bile düşünebilirler. Yani işte böyle tehlikeli hale gelebilirler… Görüldüğü gibi basit gibi görünen bir zillet halinin sonuçları ne vahim olabilmektedir. Dünya genelinde terör odaklarının kullandığı tipler, uyuşturucunun, şiddetin kucağına düşen intihar eylemlerinde başı çeken çocuklar, bu tip zilletin kucağındaki çocuklardır.
Bazıları ise psikosomatik hastalıklara yakalanarak insanların ilgisini çekmeye çalışırlar. Ve onların ilgisini çektiği sürece bu şekilde davranmaya devam ederler.
Feyz Dergisi Sizi Sizle Tanıştıran Dergidir
Biz büyük bir iddia ile ne diyoruz? “Feyz Dergisi sizi sizle tanıştıran dergidir.” Ve yazılarımızda aslında hep bunlardan bahsediyoruz. Takip edenler, okuyup da okuduğunu anlayanlar varsa bunlar çok şanslı insanlar. Evet, Feyz’in misyonu ve fikirleri öyle, sohbet ortamları öyledir… İnsanlar kendilerini gerçekten tanırlarsa her şeylerine rağmen, yani günahlarına, hatalarına rağmen, kendilerine olan sevgi ve saygılarını asla yitirmeyecekler, her zaman bir çıkış kapısı ve ümit ışığı onlarla beraber olacaktır, bu çok önemlidir.
Evet, insan kendini tanırsa, menfi ve müspet yönlerini bilirse, zaaf ve güçlü yönlerinin farkına varırsa, buranın da bir imtihan yurdu olduğunu aklından çıkarmazsa, her şeye rağmen mutlu ve huzurlu bir yaşamı olur. Tabi ki bu dünya ölçeğinde… Yani burası ebedi yaşama yeri değil, imtihan yeridir ve öyle dizayn edilmiştir. Biraz uç bir örnek olacak ama komando kampları gibidir… Komando olacağını bilen ve bu niyetle bu kamplara gelen insanların zorluğa dayanma kabiliyetleri ciddi anlamda artar. İşte bizim sıklıkla sohbetini ettiğimiz ve bilinç olarak vermeye çalıştığımız züht psikolojisi içindeki kişiler bu ölçüyü alan kişilerdir. Onlar bu dünyada aslanlar gibi yaşar, büyük makamlar alarak da bu âlemden geçer giderler inşallah.