Kelam Atomculuğu ve Modern Kozmoloji / Yrd. Doç. Dr. Mehmet Bulğen

Önümüzde, “Kelâm Atomculuğu ve Modern Kozmoloji” adında ve sizin adınıza yayınlanmış harika bir eser var. İslam-bilim üzerinden yapılan tartışmaları da düşününce, bunun çok değerli bir çaba olduğu anlaşılıyor, pek çok beyne ışık tutacağı da kesin. Kitabınızdan bahseder misiniz?

Kelâm ilmi denildiği zaman, akla hemen teolojik ve itikadi konular gelir. Kelâm, tarihsel olarak, İslam dininin itikada dair esaslarını tespit eden, temellendiren ve bunları savunma misyonu olan bir ilim. Kelâm ilmi; doğrudan itikadî esaslar, nübüvvet, vahiy, ahiret gibi kavramlarla ilgili dinî bir ilimmiş gibi gözüküyor. Ama biz, kelâmın ilk ortaya çıkışından itibaren, onların günümüze ulaşan çalışmalarına baktığımız zaman, kelâmcıların fizikle/âlemle ilgili konulara çok yoğun bir ilgi duyduğunu ve itikadî esasları temellendirmek için yazmış oldukları usulü’d-din kitaplarında, fizikle ilgili konuları çok yoğun bir şekilde işlediklerini görüyoruz.

Kelâm atomculuğu nedir?

İlk bakışta baktığınız zaman, atomculuk nedir? Fizik ilmini ilgilendiren fiziksel bir teoridir. Kelâm atomculuğu, âlemin daha küçüğe bölünemeyen parçacıklardan oluştuğunu söyler ve atom, hareket, boşluk, nedensellik gibi kavramları inceler. Baktığımızda, bunun teolojide doğrudan karşılığı yok. Bu türden konularla genelde doğa felsefesi ilgileniyor. Ama İslam düşüncesinde bunları ilk defa dahil edenler kelâmcılardır. 

Kelâm atomculuğu kavramı ve modern kozmoloji arasında mutlaka silsileye dayalı düşünceler var. Bilimsel gelişmelerin etkisiyle aniden insanların önüne adeta, evrenle ve atomla ilgili bilgiler döküldü.

Belki şuradan başlayabiliriz: Kelâmcılar niçin evrenle ilgilenme gereği duydular? Klasik kaynaklara baktığımız zaman, İmamu’l-Harameyn el-Cüveyni -ki Gazali’nin hocası ve Nizamiye Medreselerinin de kurucusudur ve Nizamiye medreseleri de bin yıllık, Büyük Selçuklu, daha sonra Osmanlı Devleti, ona yön veren bir eğitim şekli olmuştur- “Şamil” isimli kitabının giriş kısmında diyor ki: “Ben niçin Allah hakkında konuşmadan önce, yani ilahiyat hakkında bilgi vermeden önce âlem hakkında konuşuyorum; atom, cevher, araz, boşluk, hareket, nedensellik, o türden konulardan konuşuyorum? Çünkü âlem hakkında konuşmadan Allah hakkında konuşamazsınız.” Hatta Kitabü’l İrşad adlı eserinin giriş kısmında diyor ki: “Akıl baliğ olan bir çocuğun ilk yapması gereken şey, âlemin yaratılmış olduğunun bilgisini öğrenmesidir. O bilgiye sahip olur olmaz, çocuk zaten yaratıcının kim olduğu sorusunu aklına getirecektir ve bir delil vasıtasıyla Allah’a inanacaktır.” Kelâmcılar, malumunuz, itikadî esasları tespit, temellendirme ve savunmayla uğraşmış. Fıkıh, tefsir, hadis gibi ilimlerle birlikte, bu ilim de neredeyse 1400 yıldan beri var; İslam düşüncesinde her zaman var olmuş. Hatta İmam Gazalî bu ilme “eşref-i ‘ulûm” demiş. Medrese eğitiminde çok büyük değer verilmiş bu ilme. Bunun da sebebi şu: Bu ilim vasıtasıyla itikadî esasları temellendiriyorsunuz, savunmasını yapıyorsunuz. Kelâmcılar, itikadî esasları, nübüvveti temellendirmezse tefsir de yapamazsınız, Kur’ân-ı Kerîm ve hadisle ilgili çalışma da yapamazsınız.

Kelâmcıların şöyle bir metodu var: “Biz, Allahu Teâlâ’nın varlığını Kur’ân-ı Kerîm’den yola çıkarak ele alırız. Elbette Allahu Teâlâ’nın varlığı, birliği konusunda Kur’ân-ı Kerîm bize çok şeyler söyler; ama bizim bir başka kaynaktan daha Allahu Teâlâ’nın varlığını ve birliğini ortaya koymamız lazım. Nedir bu? Allahu Teâlâ’nın fiili, yani âlem. Âlemden yola çıkarak, Allahu Teâlâ’nın varlığını, birliğini ortaya koymamız lazım.”  Âlem, tanımı itibarıyla insanı doğrudan kozmolojik delillere yönlendiriyor. Kelâmcılar bu noktada diyor ki: “Allahu Teâlâ’nın varlığına dair bilgi bende zorunlu, ıztırarî (zorunlu) bir bilgi değil.” Zorunlu bilgi ne demek? Açlık, tokluk gibi bilgi mesela; biz doğrudan bunu hissederiz veya aksiyomatik bilgiler; diyelim ki bir bütünün parçası bütününden küçüktür mesela. Yine çelişmezlik ilkesi... Biz bunları aklen, doğrudan biliriz. Allahu Teâlâ’nın varlığına dair bilgimiz bizde böyle zorunlu bir bilgi değil. Peki, nasıl bir bilgi? İktisabî bilgi, yani insanın kesbetmesi gereken, kazanılması gereken bir bilgi. Dolayısıyla, bizim bu bilgiyi kazanmamız lazım ki ahirette ödüle, mükâfata sahip olabilelim. Eğer Allah bizde doğrudan onu yaratsaydı, hiçbir çalışmamıza, çabamıza gerek kalmaksızın herkes inanırdı. “O halde, bizim Allahu Teâlâ’nın varlığının bilgisini kazanmamız lazım.” diyorlar. İşte bu noktada âlem ve hudus delili, yani âlemin yoktan varlığını ortaya koyan delil bize bir yaratıcısının olduğunu söylüyor. Âleme bakıyoruz, inceliyoruz, inceledikten sonra anlıyoruz ki -cevher-araz teorisi bu bağlamda ona hizmet eder- âlem yokken sonradan var olmuş. Biz bir şeyin yokken sonradan var olduğunu anladığımız an, bizim hemen diğer bilgi fakültelerimiz devreye giriyor. Diyor ki: “Bak, bir şey yokken sonradan var olmuş.” O halde bunun bir sebebi olması lazım. Aksi takdirde, yok olan bir şey kendi kendini var edemez. Onun yaratıcısının ezeli olması lazım. Niye? Çünkü o da vâris olursa, o da bir başka vâris olacak ve böyle gidecektir ve tam da dediğiniz gibi, silsileye sebep olacaktır. Yine onun yaratıcısı, âlem gibi, varlığı ve yokluğu eşit değil, vâcibü’l vücud olmalı, varlığı zorunlu olmalı. Yine onun yaratıcısının bir iradesi olmalı; âlemin varlığını yokluğuna tercih edecek. Yine onun yaratıcısının bir ilmi olmalı, onun yaratıcısının bir kudreti olmalı. Bakın, Kur’ân-ı Kerîm’i başlangıçta hiç açmaksızın, bir kelâmcı, âlemden yola çıkarak, Allahu Teâlâ’nın varlığını, birliğini, onda bulunması gereken temel sıfatlar nelerdir, onları ortaya koyabilir ve daha sonra, elbette ki nübüvveti ispat eder. Nübüvveti ispat ettikten sonra, o daha önce inşa etmiş olduğu binayı; kabataslağına, akılla, bilimle, âlemden yola çıkarak inşa ettiği o “Allah tasavvurunu” Kur’ân-ı Kerîm’deki verilerle süslemeye başlar. Hâlbuki onun dayandığı, bina olduğu, üzerine dayandığı zemin, âlemden yola çıkan, âlemin yoktan varoluşu, o varoluşun bir vâcibü’l vücud ya da kadim bir varlığı gerektirmesi, onun iradesinin olması, ilminin olması, kudretinin olmasıdır ve tamamen kelâm bunun üzerine inşa edilmiştir. Bu metot, kelâmcıların fiziğe, kozmolojiye çok yakın ilişki duymalarına, hissetmelerine sebep olmuş. İşte benim bu kitapta yaptığım şey, kelâmcıların o dönemde Allahu Teâlâ’nın varlığını ve birliğini ispat etmek için kullandığı “atomculuğu” günümüz bilimi açısından değerlendirmek. 

Kelâm atomculuğunda daha sınırlayıcı bir alan var mıydı? Kozmoloji çok geniş çünkü…

Çok güzel bir soru. Biz kitabı kozmolojik bir perspektifle yazmayı hedefledik. Aslında şöyle yapabilirdik: Mesela kelâm atomculuğunu kuantum fiziği açısından değerlendirmek... Çünkü atomculuk ile kuantum fiziği yakın ilişki içerisinde. Ancak, ben konuyu incelemeye başladıktan sonra şunu gördüm: Kelâmda atomculuk, sadece maddenin nelerden oluştuğuna yönelik bir fizik teorisi değil,  günümüzdeki deyimiyle, her şeyin teorisi, “theory of everything.” Yani kelâmcılar için atomculuk, Yaratıcı’nın dışındaki her şeyi, yani âlemi bir bütün olarak izah etmek için ortaya koydukları bir teori. 

Kelâmcılar, bir taraftan atomculuğu Antik Yunanlardan aldılar ama onu alırken, değiştirdiler, dönüştürdüler ve onu Kur’ân’a uygun hale getirdiler. Antik Yunanlar “atomlar ezelidir” der, ama kelâmcılar “atomlar yaratılmıştır” derler. Kelamcılar atomculuğu öyle bir dönüştürdüler ki kelâmcılar, vesileciliğe hizmet etti. Ne demek vesilecilik? Okazyonalizm, yani “sürekli yaratma teorisi”. Allah, âlemi sadece geçmişte yaratmadı, şu anda da yaratıyor. Her an yaratıyor.

Mesela, İmam-ı Eşari şunu tartışır: Allahu Teâlâ’nın âlemi yok etmesi için “İfne” demesi gerekir mi, gerekmez mi? Der ki: “Gerekmez; yaratmayı kesmesi yeterlidir, zaten yok olur gidersin.” Mesela şunu tartışırlar: Şu küçücük bir zerre. Eşari kelâmcılarına göre, Allah bu zerreyi nasıl bilir şu anda? “Şu anda da yaratıyor onu zaten, nasıl bilmez?!” Yani şu anda da zaten yaratıyor onu…

O “Külliyi bilir, cüziyi bilmez” tartışmaları da orada kalır.

Kesinlikle. Bakın, geçmişte yarattığı için bilir değil; şu anda da onu yaratıyor zaten, nasıl bilmez?!

Yani atomculuk Eşarilerde materyalizme hizmet etmiyor; tam aksine, teizmin, tanrı-evren ilişkisinin en güçlü bir şekilde sağlandığı bir teoriye dönüşüyor. 

Bu kozmoloji sorusuna tekrar geri dönersek, şöyle sormuştunuz zannedersem: Niçin kozmoloji? Niçin kuantum fiziği değil? Kozmoloji, çok tartışmalı bir alan. Baktığımızda, mesela günümüzde bile bilim olup olmadığı tartışılıyor kozmolojinin. Sebebi de şu: Klasik anlamda, bizim bildiğimiz pozitivistik bilim anlayışı genelde indirgemecidir; böl-parçala-araştır, parçalayabildiğin kadar parçala. Bütünü genelde parçalara indirgeyerek açıklar. Ama kozmolojiye baktığımızda, parçalamaktan daha ziyade, en genel olana ulaşma söz konusu; en genele, yani evren konusunda, uzay, zaman, madde, enerji konusunda âlemi bir bütün olarak dikkate almak. “Bir bütün olarak” ifadesi, günümüz biliminin indirgemeci yaklaşımına uymuyor. İkincisi, kozmolojiye baktığımız zaman şunu görüyoruz: Normal bilim, deney ve gözlemle çalışır. Hâlbuki David Hume der ki: “Böyle bir bilim olamaz. Bu bir felsefedir. Çünkü biz ne evrenin ilk anlarına gidip evrenin varoluşunu gözlemleyebiliriz, deney yapabiliriz, ne de evrenin dışına çıkarak evreni gözlemleyebiliriz.” Evrenin dışına çıkamayız. Hâlbuki bilimin asılları ne; deney ve gözlem. Ama kozmolojide evreni gözlemleyemiyorsunuz topyekûn yani, evrenin içinde olmak zorundasınız her zaman. Yine kozmolojide “kıyasu’l gayb ale’ş şahid” vardır; güneş sistemindeki geçerli olan kanunlar tüm evrene irca edilir. Hâlbuki günümüz biliminde bizzat gideceksin, bizzat deney-gözlem yapacaksın… Bazılarına göre kozmoloji, felsefeden kopan en son bilim, günümüz itibarıyla. Bazılarına göre ise bilim değil, kozmoloji yapmak imkânsız. Ama kelâmcılar için kozmoloji yapmak mümkün. 

Kelâmcıların evren konusunda temel aldığı ilke, tevhit ilkesi. Tevhit ilkesine göre: âlem tanrı değil, âlemin içinde tanrı yok. Âlem tanrı olmadığı zaman, ona tanrısal sıfatları da veremiyoruz; ezelî diyemiyoruz, ebedî diyemiyoruz; sonlu/sınırlı demek zorundayız. Çünkü o türden sıfatları ancak kime verebilirsiniz; tanrıya verebilirsiniz. Kelâmcıların tevhit ilkesine göre evren tanrı değil. Tanrı değilse eğer, zaman açısından bir başlangıcı olmalı. Ezelî olamaz çünkü. Bir sonu olmalı, sonlu olmalı, sınırlı olmalı. Bunlar hep kelâmcının evrenbilim yapmasını kolaylaştırıyor. Çünkü insan evreni kuşatabilir. Allah, Adem’e eşyanın bütün isimlerini öğretti. Evrenin bir başlangıcı olmalı. Kozmoloji ancak böyle mümkün olur. Evrendoğumu kaldırdığınız zaman, evrenin gelişimini kaldırdığınız zaman, evrenbilim diye bir şey olmaz. Yine “Evren sonsuzdur.” derseniz, sonsuzluğu kuşatamazsınız. Mesela, kuantum fiziğinin günümüzde çok böyle revaçta olmasının sebebi, evrenden sonsuzlukları kaldırmasıdır. Planck’in o kara cisim ışımasını çözüm olarak getirmesi, o sonsuzluk problemini, morötesi sonsuzluk problemini çözmesidir. Ancak enerjinin kesintili olarak emildiğini ve soğurulduğunu kabul ettiği zaman enerjinin nasıl çalıştığını izah etmeye başlamıştır Max Planck. Ama ne getiriyor ona; sonsuza kadar bölünebilir sürekliliği, süreksizlikle değiştirerek…

Yani kelâmcının evren konusundaki yaklaşımı şu: Evrende kutsal (yaratıcı) bir varlık yok, araştır araştırabildiğin kadar. Kelâmcılar der ki, evren bütünüyle profan. Niye? Çünkü “tenzih ilkesi”, evrendeki herhangi bir varlığı bizim kutsallaştırmamızı engelliyor. Evrenin içinde tanrı yok, araştır araştırabildiğin kadar… Yani evreni kuşatabilirsin, evren üzerinde deney yapabilirsin, evrene hâkim olabilirsin, önün açık. Çünkü evren tanrı değil. Evrenbilim, kelâmcılara göre mümkün.

Kuantum fiziği de bize maddenin sonlu mu olduğu, sonsuz mu olduğu konusunda çok önemli bir ipucu veriyor. Planck zamanı, Planck time, en küçük zaman birimi; Planck mesafesi, Planck scale, en küçük mesafe birimi. Yani sonlu ve sınırlı bir evrende yaşıyoruz. Yine günümüzde 10 üzeri 80, evrendeki tahmini atomların sayısıdır. Yaşı belli evrenin, zamanı belli evrenin…

O zaman, ulûhiyet meselesi çok farklı ele alınması gereken bir konu gibi ortaya çıkıyor, değil mi?

Evet, ama şunu gösteriyor bize: Bakın, ne zaman insanlar evren hakkında konuşmaya başladılar, hemen ondan kozmolojik deliller türemeye başladı. Sizin de dikkatinizi çekmiştir, Stephen Hawking’in “The Grand Design”ı. Stephen Hawking bir kozmologdur; ama ilginç ve şaşırtıcı bir şekilde, “The Grand Design” kitabında 60 küsur yerde “Tanrı” kelimesi geçer. Yani Cüveynî’nin o sözüne dönersek; gerçekten de insanın evren hakkında konuşmadan Tanrı hakkında konuşması çok zor. 

Evren, kelâmcılar için her zaman öncelikli konu olmuştur, Tanrı hakkında konuşmak için. Kelâmcılara göre, Kur’ân-ı Kerîm, Allahu Teâlâ’nın kelâmıdır, ama evren de bizzat Allahu Teâlâ’nın fiilidir, O’nun yarattığıdır. Küçücük bir zerre bile yaratıcısının varlığına işaretler taşır. O nedenle araştırmaya değerdir, incelenmeye değerdir, üzerinde düşünmeye değerdir ve bilim de bir ölçüde tefsircinin Kur’ân adına yaptığı şeyi, evren için yapar. Ki Kur’ân-ı Kerîm’de her zaman tavsiye edilir; göklerin, yerin yaratılışını düşünmek, devenin yaratılışına bile bakmak… Çünkü o, varoluş itibarıyla yaratıcısına deliller ortaya koyar; varlığına, birliğine, ilim sıfatına, kudret sıfatına… Ama kelâmcının ilkesi şu: Evrende tanrı yok. Evrendeki herhangi bir varlığı tanrılaştırdığınız zaman şirk günahı işlenmiş oluyor. Evrenin tanrı olmaması da onun ötesinde bir Allahu Teâlâ’nın olmasının en büyük ispatı aslında. Çünkü evrenden biz tanrısal vasıfları sıyırıyoruz. Bu noktada da kelâm-bilim ilişkisi bize şunu söylüyor: Bilimin bize böyle gözlemsel olarak tanrıyı ispatlaması gerekmez. Bunu yapamaz da bilim. Yaptığı zaman zaten, Allahu Teâlâ’nın varlığına iman etmek, iman konusu olmaktan çıkar. 

Peki, bilim bize ne yapar? Bilim şuna hizmet eder: Adım adım, adım adım evreni tanrılardan arındırır bilim. Bakın, geçtiğimiz yüzyılda Big Bang teorisi, bilimin, evrenin ezelî olmadığını söylemesi… Bakın, illa tanrıyı göstermiyor; ama evrenin ezelî olmadığını göstermesi, tevhide en büyük hizmetlerden birisidir. Niye? Çünkü evrenden tanrısal bir vasfı sıyırdı. Yine entropi kuramı, evrenin bir sonu olduğunu ima etmesi, termodinamiğin ikinci yasası, ne yaptı; diğer bir tanrısal vasfı sıyırdı. Yüzyıl önce birçok medeniyet belki güneşe tapıyordu. Ama bilim günümüzde öyle şeyler ortaya koydu ki hangi güneşe tapacaksınız? Elini sallasan güneş! Bir galakside 100 milyar adet güneş olduğu söyleniyor, hangi birine tapacaksınız?!

Hep yaratıcı ve evren üzerinden kozmolojiyi değerlendirdiniz. Peki, insanın durduğu yer neresi? 

Çok güzel bir soru. Şu soruyu cevaplamış değilim: Demiştim ki size, kelâm atomculuğunun en önemli özelliği, bir evren modeli olması, her şeyin teorisi olması. Kelâm atomculuğunun en önemli özelliği bu. Yani sadece madde nelerden oluşuyor, onun cevabını vermiyor. Kelâmcıların teorilerine baktığımız zaman, sadece madde ve arazlar (enerji) değil, uzay ve zamanın da atomik yapıda olduğunu görüyoruz. Kelâmcılara göre, uzay ve zaman da atomik yapıda. Sadece madde ve enerji değil, uzay ve zaman da süreksiz yapıda. 

Kelâmda atomculuk sadece cevherlere, el cüz el lezi layeti ceziye (el cüz’ü lâ yetecezzâ) verilen bir isim değil. Kelâmda atomculuk bir prensip, evrendeki her şeye uygulanan bir prensip; sadece maddeye, enerjiye değil, uzay ve zamana da uygulanan bir prensip. Günümüz kozmolojisini ele alırken, kadim bir tartışmanın günümüzdeki versiyonuna rastladım. Bu da belki bana kelâm atomculuğu ile günümüz kozmolojisi adı altında bir karşılaştırma yapmamı sağladı. Malumunuz, günümüz fiziği iki temel kurama dayanıyor. Birincisi kuantum fiziği. Kuantum fiziği, biliyorsunuz, atom altı âlemde neler olup bittiğini izah eden bir fizik. Üç tane temel kuvveti; güçlü kuvvet, zayıf kuvvet ve elektromanyetik kuvvet, bu kuvvetleri ve fermiyonların bozonlarla ilişkisinin nasıl olduğunu, kuantum alan kuramı bize izah ediyor günümüzde. Kuantum alan kuramı iki tane temel prensiple çalışıyor. Birincisi, süreksizlik, süreksiz enerji; sürekli değil de, parçacıklar hâlinde emilip soğuruluyor ve ikincisi, indeterminizm. Kuantum kuramının temelinde, arka planında yatan budur. İndeterminizm ve süreksizlik. Kuantum kuramı yenilik olarak bunu getirdi. 

Diğer kuramımız hangisi? Makro fiziği yöneten, Einstein’ın “genel görelilik kuramı”. Bu kuram ne yapıyor? Dördüncü kuvveti, yani graviteyi bize sistematize ediyor, gravitenin işleyiş kurallarını veriyor bize. Gravite dediğimiz, malumunuz, uzay ve zamanın bükülmesi, kütle çekim. Yalnız, Einstein’ın genel görelilik kuramı, ilginç bir şekilde, deterministik ve süreklilik üzerine çalışıyor. Bakın, iki tane temel kuramımız var; kuantum fiziği ve genel görelilik kuramı ve bu kuramlar birbirine zıt. Kelâmcılar diyorlar ki, madde ve etkileşimleri nasıl süreksizse, indetermine ise, uzay-zaman da süreksiz ve indeterminist olmak zorunda. Yani kelâm atomculuğu her şeyin teorisini ortaya koyuyor; sadece madde ve enerji değil, uzay ve zaman da süreksiz ve indeterministik olmak zorunda. Hâlbuki günümüzdeki kuantum fiziği ile genel görelilik kuramının birbiriyle çatışmasının tam kalbinde bu çatışma yer alıyor. Peki, çözüm ne? Günümüz kozmologları bu çözümü bulmaya çalışıyorlar ve diyorlar ki: “Problemin kaynağı Einstein’ın genel görelilik kuramı. Bu kuram klasik fizik gibi çalışıyor. Her ne kadar uzay-zamanın büküldüğünü söylüyorsa da böyle büyük kütlelerde ve yüksek hızlarda, kuantum fiziğinin etkilerini en küçük ölçekte dikkate almıyor. Dolayısıyla, kuantum gravite diye, gravitons ismi verilen uzay-zaman parçacıkları olmalı. Biz bu problemi ancak böyle çözeriz.” Günümüzde, her şeyin teorisi kuramları; sicim kuramı vardır, döngüsel kuantum kütle çekim kuramı vardır, M kuramı vardır. Bunlara “her şeyin teorisi” derler. Bu her şeyin teorisi kuramlarının temel özelliği şu: Sadece madde ve temel kuvvetler değil, üç kuvvet değil, uzay-zaman da süreksiz yapıda olmalı, uzay-zaman da parçacıklardan oluşmalı. İşte bu geçmişte kelâmcıların dediği şey. Tam da geçmişte Aristo zıt bir şekilde ifade etmişti. Kelâmcılar, Aristo’ya rağmen tam aksini düşünmüşlerdi. Neyi düşünmüşlerdi? Sadece madde ve enerji değil, uzay-zaman da süreksiz olmalı dediler. Günümüzdeki her şeyin teorisi kuramlarının, yani kuantum fiziği ile genel görelilik kuramının arasındaki çatışmayı çözmeye çalışan kuramların dediği şey de bu; sadece madde ve enerji değil, uzay-zaman da süreksiz olmalı. Yani kuantum gravite denilen şey, kozmologların aradıkları şey bu teori. Benim kitabıma bakarsanız son iki paragrafta şunları söyler: Kelâmcılar hudûs delilini ortaya koydular. Hudûs delili de aslında; William Craig’in kelâm kozmolojik argümanı, Big Bang teorisine genelde atfedilir. Big Bang teorisi de evrenin geçmişte bir başlangıcı olduğunu söyler. Ancak, bakın, yine William Craig, Big Bang’tan yola çıkarak ortaya koyduğu bu teoriyi kelâmcılara adamıştır. “Kalam Cosmological Argument”. Din felsefesindeki ismi budur. Yani William Crain’in Big Bang teorisinden yola çıkarak ortaya koyduğu argüman. Buna rağmen kelâmcılara adıyor. Çünkü diyor ki: “Düşünce tarihinde, evrenin bir başlangıcı olduğunu tesis etmeye çalışan en fazla kim oldu; kelâmcılar oldu. Ondan dolayı ben buna adıyorum.” Yalnız, William Craig’in hudûs delili biraz eksik. Çünkü kelâmcılar, evrenin sadece geçmişte bir başlangıcı olduğunu değil, şu anda da yaratılmakta olduğunu söylüyorlar. Yani hudûs delilinin kalbi şu: Maddenin derinliklerine inersek biz, evrenin her an yaratıldığını görürüz. Peki, bunu nereden yola çıkarak söylüyorlar? Atomculuktan yola çıkarak. Diyorlar ki, zaman süreksiz, zaman atomik yapıda. Zamanın süreksiz olması demek şu demek: Zaman arasında boşluklar var, zamansızlıklar var. Şimdi, bir televizyonun ekranına baktığımız zaman, refresh rate’i (yenileme hızı) var. Mesela 100 hertz deriz. Ne demektir? Televizyon alacağımız zaman 100 hertz mi değil mi, onu sorarız. 100 hertz ise görüntü daha kaliteli olur. Çünkü ekrandaki görüntü 100 defa var olur, yok olur, var olur, yok olur. Bir floresan lambaya baktığımız zaman 60 defa var olur, yok olur, var olur, yok olur. Yine bir film şeridinde saniyede 30 tane görüntü vardır. Kelâmcılara göre, evrenin bir refresh rate’i var, bir tazelenme frekansı var. Peki, kelâmcılar nereden buldular, böyle bir fikri nasıl ortaya koydular? Bu, şöyle bir şey demek değil: “Mevlana, atomun neden yapıldığını buldu, keşfetti, ilham etti.” Bu böyle bir şey değil. Çünkü kelâmda keşfî bilgi kabul edilmiyor. Kelâmda evren konusunda bir bilgi sahibi olmak istiyorsan onu kazanmak zorundasın. Bilgiyi kesbetmek zorundasın, kazanmak zorundasın; duyulardan yola çıkarak, akıldan yola çıkarak o bilgiyi elde etmek zorundasın. Bakın, Aristo da öngördü bunu. Çünkü belli postulalar kabul ettiğiniz zaman, size çıkardığı yolu görmek zorundasınız… Aristo diyor ki: “Bak, atomculuğu kabul edersen, uzay-zamanı da süreksiz ilan etmek zorundasın. Bu ise imkânsızdır. Çünkü zaman süreklidir, uzay süreklidir.” Aristo bunu gerekçe göstererek reddediyor. “Hayır” diyor kelâmcılar, “Madde sonlu olmak zorunda.” “Nereden bildin?” İşte o çok basit ama en önemli ilke: “tevhit ilkesi”. Tevhit ilkesi onlara dedi ki: “Evren tanrı değil.” 

Bizim şu soruyu sormamız lazım: Eşarilik, Maturidilik, İslam dünyasının Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat dediğimiz temel kozmolojisini, bin yıllık temel dünya görüşünü kim tesis etti? Baktığımız zaman, kelâmcıların tesis ettiğini görüyoruz. Eşarilik, Maturidilik… Ve bunlar da tenzih ilkesinden yola çıkıyorlar. O temel prensipten hareket ettiler, tevhit ilkesinden hareket ettiler. Dediler ki, âlem tanrı olamaz. Âlem tanrı değilse âlem sonlu olmak zorundadır.

Diyelim ki, bir elektron ile pozitronun çarpışması sonucunda ortaya çıkan parçacıklar, önceki parçacıkların devamı değildir, yepyeni bir yaratılıştır. Dolayısıyla, biz bu tezimizde, kelâmcıların sürekli yeniden yaratma teorisini, atomculuktan hareketle iddia ettikleri, savundukları; yani âlemin sadece geçmişte değil, günümüzde de şu anda da yaratılmakta olduğu teorisini kuantum fiziği açısından göstermeye çalıştık. Çünkü kuantum fiziğinin genel görelilik kuramıyla birleşik hâle getirilmesini esas alan birleşik kuramlar bize zamanın da süreksiz yapıda olduğunu söylüyor. Uzay-zaman da süreksiz olursa… İşte kelâmcıların iddia ettiği şey: Eğer zaman süreksizse, âlem bir an için yokluğa düşüyor ve sonraki anda yeniden varlığa çıkıyor. Bir an için yokluğa düşüyor ve sonrası anda yeniden varlığa çıkıyor. Elbette biz bunu hissedemiyoruz şu anda. Ama bunun refresh rate’i, Planck scale ölçeğinde… Yani âlem, bir saniye içinde trilyon kere trilyon kere trilyon kere var olup yok oluyor, var olup yok oluyor. Tıpkı bir televizyon ekranı 100 defa var olup yok olduğunda, biz onda süreklilik yanılgısına düştüğümüz gibi. Şu ana kadar kuantum fiziğinin bize söylediği, birleşik kuramların söylediği şey bu: Âlem bir anda yokluğa düşüyor, bir an sonra varlığa çıkıyor. Ve bizim sorduğumuz soru şu: Âlem tümüyle yokluğa düştüğü anda, onun bilgisini bir sonraki ana aktaran şey nedir? Âlem tümüyle yokluğa düştüğü anda, onu yeniden var eden şey nedir? O şey âlemin içinde değil; çünkü uzay, zaman, madde, enerji yokluğa düşüyor. Bir şey de kendi kendini var edemeyeceğine göre…

Bizim tezde ispat etmeye çalıştığımız şey bu. Çok uzun bir serüveni oldu bu sonucu bulabilmemizin. 

Buradaki problem şu: Bu birleşik kuramların matematiksel olarak ipuçları var. Biliyorsunuz, bu birleşik kuramlar (sicim kuramı, döngüsel kuantum, kütle çekim kuramı) simetri prensibinden hareket ediyorlar. Yani günümüzde deney ile teori arasındaki makas çok açıldı. Fizik yapılabilmesi için, fizik sayılabilmesi için, makasın ara sıra birleşmesi gerekiyor. Mesela, Higgs bozonu, 60 yıl önce Peter Higgs tarafından teorize edildi, ama deneysel olarak doğrulanması daha geçtiğimiz yıl gerçekleşti. Bu birleşik kuramlar da ta maddenin en uç noktasını esas alarak teori üretiyorlar ve matematiğe dayanıyorlar; deneysel olarak kanıtları henüz yok ve yakın vadede de deneysel olarak kanıtlanabilme ihtimalleri çok düşük. Ama bunlar şu açıdan önemli: Mesela Stephen Hawking, bir birleşik kuramdan yola çıkarak sonsuz evrenler olduğunu iddia etti, bu sonsuz evrenlerde de sonsuz ihtimallerin olduğunu iddia etti ve böylelikle de “Niçin böyle bir evrende yaşıyoruz?” sorusunun cevabını tanrıya başvurmaksızın açıklayabileceğini iddia etti. Ama biz ne yapıyoruz? Sen öyle yapıyorsan biz de birleşik kuramları kullanarak, sürekli yaratma teorisini kullanabiliriz diyoruz ve böylelikle de ateizmle mücadele etme adına bu önemli bir avantaj sağlıyor bize. Tabi, bu birleşik kuramlar öyle tamamen bilimsel olmayan kuramlar da değil. Çok büyük ödenekler ayrılıyor bu kuramlara, fizik kürsülerinde buna dair bölümler var. Her ne kadar matematiksel olsa da fiziksel bir deney-tecrübeyle şu an için doğrulanıp yanlışlanması yapılamasa da… Ama bu, gelecekte yapılamayacağı anlamına gelmiyor. 

Biz kelâmın metodunu derslerde verirken mesela, Peygamber Efendimiz’den (sav) başlıyoruz. Peygamber tasavvuruna sağlıklı bir şekilde sahip olmamız çok önemli; Peygamber Efendimiz (sav) özellikle. Peygamber Efendimiz’in (sav) fetanet sıfatı var. Maalesef O’nun (sav) fetanet sıfatını hiç kullandırmıyoruz. Hâlbuki Peygamber Efendimiz, hayatına baktığımız zaman görürüz, birçok hadiseyi aklıyla çözdü, kolektif akılla çözdü; birçoğunda hemen vahiy beklemedi, kendisi inisiyatif kullandı ve ayıp bir şey değil bu. İnsanın aklını kullanması, inisiyatif alması, kolektif aklı kullanması ayıp bir şey değil. İşte kelâm, vahyi dikkate almakla birlikte, Peygamber Efendimiz’in fetanet sıfatını devam ettiren, akılcı yönünü devam ettiren bir ilim geleneği ve bu bağlamda Peygamber Efendimiz’in davranışlarında kelâmın örneklerini görebiliyoruz biz. Kelâm da bu bağlamda insanlara Allahu Teâlâ’nın varlığını imanla kazandırırken; bunu akıl edilebilir, temellendirilebilir bir delile dayanarak ortaya koymaya çalışıyor. Kelâm da bu bağlamda, Allahu Teâlâ’ya dair bilginin iktisabi olduğunu düşünüyor, insanın iradesine bağlı bir şey olduğunu düşünüyor ve deliller getirmek suretiyle o bilgiyi daha da böyle tahkik seviyesine ulaştırmasını gerektiriyor.

Aslında kelâm çok zahmetli bir alan; kurumsallaşmanız gerekiyor, enstitüler kurmanız gerekiyor, araştırma yapmanız gerekiyor ve bu bağlamda onu objektif bir bilgi hâline getirmeniz gerekiyor. Yani ortaya koyduğunuz, Allahu Teâlâ’nın varlığına dair delil bile olsa sınanabiliyor; eleştiri alıyor, tartışabiliyorsun. Medeniyet böyle yürüyor. Elbette ki bu, tasavvufa karşı çıkmak değil. Elbette ki öyle yöntemler de olabilir, farklı yaklaşım şekilleri de olabilir. Ama İslam medeniyetinin temel kurucu unsurlarından birisi kelâmdır. Kelam, İslam hukukunun ve diğer ilimlerin kendine isnat ettiği bilim de olmuştur. Çünkü kelâm, bir varlık anlayışı ortaya koyar. Mesela Gazalî, “Kelâm, eşrefü’l ulum” der ve fıkıhçıyı, usul-ü fıkıhçıyı, tefsirciyi, hadisçiyi, tasavvufçuyu uyarır: “Sakın, ama sakın, kelâma alternatif bir bilgi teorisi, varlık anlayışı ortaya koyma.” der. O bilgi teorisini, o epistemolojiyi, o ontolojiyi kelâmcı inşa ediyor. Dini ilimlerin temeli olmasının sebebi; varlık anlayışını, bilgi teorisini, evren anlayışını kelâmın inşa etmesidir. Ama bakın, bunu not edin lütfen; “Mustasfa”da Gazali’nin dediği çok açık: “Kelâm, eşrefü’l ulum; kelâm, külli ilim.” Niye külli ilim? Diğer dini ilimler, fıkıh, usul-ü fıkıh, tasavvuf, hadis, ahlak, hepsi cüzi ilimler. Onların hepsi varlık anlayışını, bilgi teorisini kelâmdan almak zorundalar.