FEYZ: Medeniyetleri karşılaştırmak gerekirse hangisi daha çok insanı merkeze alıyor? Medeniyetler neleri yüceltiyor?
YUSUF KAPLAN: Üç tür medeniyet var. Birincisi pagan sivilizasyon, ikincisi Doğu hikmet gelenekleri, (Budizm, Hinduizm, Şintoizm, Konfüçyonizm, Taoizm) üçüncüsü ise vahiy medeniyetleri. Vahiy medeniyeti İslâm'la zirveye ulaşıyor. Bunlar birbirinden farklı medeniyetler, tecrübeler… Pagan tecrübe Antik Yunan'la başlar, antik Yunan, Roma, Avrupa, dolayısıyla Amerika tecrübesiyle devam eder. Sadece putperest demek pagan, Tanrı inancının olmadığı, insanın tanrılaştırıldığı, araçların tanrılaştırıldığı -bilimin, teknolojilerin, insan iç güdülerinin- hızın ve hazzın putlaştırıldığı, dolayısıyla insanın hıza, hazza, araçlara taptığı, araçlar tarafından teslim alındığı bir dünya üretiyor. Başka bir şey değil. Özgürleşme çabası, insan özgürlüğünün sonuna kadar araçlara teslim olmasıyla sonuçlanıyor.
Dolayısıyla pagan tecrübeler, pagan uygarlıklar, pagan sivilizasyonlar sadece fizik gerçeği mutlaklaştırdılar. Fizik ötesi gerçeği, insanın iç dünyasını, öte dünyayı imha ettiler. Metafiziği de, insanın iç dünyasını da, deruni boyutunu da, manevi boyutunu da, o görünmeyen uçsuz bucaksız devasa alanı da, o daracık fizik gerçekliğin gözlükleriyle anlamaya çalıştılar veya inkâr ettiler. O yüzden Antik Yunan'dan itibaren bugüne gelen süreçte, -William H. McNeill diye bir medeniyet tarihçisi var. Şu an yaşayan en büyük medeniyet tarihçisidir- çok özlü bir şekilde şunu söylüyor: "2500 yıllık Batı uygarlığı, Antik Yunan naturalizmiyle (paganizm demek bu) Hint mistisizminin agnostizminin arasında yaşamış, gidip gelen bir ifrat ve tefrit hadisesidir. "Ya ifrat ya tefrit. Bunlarda fıtrat yok. Oysa aslolan fıtratı yakalayabilmek. Hristiyanlığın bozulmasında da fıtrata müdahale var.
Yani Hz. İsa'yı tanrısallaştırıyor. İnsanı meleksileştiriyor. Öyle şey mi olur? Hâlbuki ayet-i kerimeler var. "Biz insanı insan olarak yarattık, melek olarak yaratmadık" diyor Allahu Teala. İstese melek olarak yaratabilirdi. İnsanı tümüyle meleksi bir varlığa dönüştürmek ne demek, insanı yok etmek demek.. İnsan, insan olmak zorunda. İnsan, meleksi bir boyut kazanabilir. İnsanlığını, fıtratı, hakiki manada yakaladığı zaman, melekten üstün bir varlık da olabilir. Allahu Teala ona ruhundan üflemiştir. Batı uygarlığı, pagan sivilizasyonlar, seküler tecrübeler, tek boyutlu ve insanı bu dünyaya kilitliyor. İnsanı bu dünyanın kralı yapıyor, insanı tanrılaştırıyor, dolayısıyla tanrı fikrini yok ediyor. Tanrı fikrini yok ettiğiniz zaman, insan her şeyi yapabilir, insan azmanlaşabilir. Eşref-i mahlûkat da olabilir, esfel-i sâfiline de düşebilir. O yüzden Kuran-ı Kerim'in insan tarifi muhteşem, mükemmel bir insan tarifi…
Doğu İslâm'dır.
Yeryüzünde "Batı, Doğu" diye algılama biçimleri de var. Doğu İslâm'dır gibi, bunlar yanlıştır. Doğu ne demek, İslâm kendini coğrafya olarak tanımlamaz ki... Coğrafya olarak tanımladığınız zaman ruhsuz bir şey olur o zaman. İslâm'ın esasında bu var. Ruh… Coğrafya olarak tanımladığınız zaman ruhsuz bir şeye indirgeriz. İslâm'ın asıl gücü orda, görünmez gücünde, metafizik boyutunda… Metafizik boyutu ihmal ettiğiniz zaman, fizik boyut zaten boyutsuzluk demek… Metafizik boyut, görünen kontrol edilen bir alan ve boyut demek değil ki…
Fizik boyutta derinleşemezsiniz, dolayısıyla sığlaşırsınız, sathileşirsiniz, basitleştirirsiniz, her şeyi basitleştirirsiniz; insanı, hayatı, tanrıyı basitleştirirsiniz, karikatürleştirirsiniz. Bugün batının geldiği nokta bu. Yani tabii olana da müdahale etmiş olursunuz. Tabii olanın dengesini de bozmuş olursunuz. İnsanın tabiatla ilişkinin koparılması, insanın tabiatının da yitirilmesine yol açar. İslâm'da sanatla hayat arasında kopmaz bir ilişki var. Sanat nerede başlar, hayat nerede biter, hayat nerede başlar sanat nerede biter diyemezsiniz. Birbirinin uzantısıdır. Sanat ayrı bir kategori değildir. Sanat yapmak için artistlik yapacak vatandaş(!) öyle değil. Bizim sorunumuz aynı zamanda plastik bir sorun, vecd meselesi. Müslüman her şeyi çok rahat benimseyemez, hazmedemez. Hazım sorunu olması lazım. Müslümanın hazımsız olması lazım. Abur cubur her şeyi yutamaz. Vecd düzeyinin asil olması lazım. Asli olması lazım. Arızî olanla yetinmemesi lazım. Arızî olanın, mümini tatmin etmemesi lazım.
Çünkü arızî olan arza ait olandır, dünyevi olandır. Arızî olan, asli olanın katına yükseltildiği zaman, yani dünyevî olan, arz, sema mevkiine yükseltildiği zaman, semavi olana, ulvi yüksek bir şeye yükseltildiği zaman sürekli arızalar üretir. Bizi türlü taarruzlara maruz bırakır. Arz, arızî, arıza, mâruz, taarruz aynı kökten türüyor. İslâmi dilden gittiğimizde asıl konuyu çözeriz. Arızî bir şeyi aslî bir şeyin katına yükselttiğinizde iş biter. Doğu hikmet geleneklerine geliyorsunuz. Orada da insanın fizik ötesi, iç dünyası mutlaklaştırılıyor. Zahirî dünya ihmal ediliyor. O zaman fizik gerçeği eksen alan bir kültür, şiddete dayalı bir kültür; aynı zamanda şiddete dayalı ilişki biçimleri geliştiren bir kültür. İki şey gelişiyor o zaman. Asimilasyon stratejisi, eliminasyon stratejisi…
FEYZ: Animasyon stratejisinden neyi kast ediyorsunuz?
YUSUF KAPLAN: Asimilasyon stratejisi şu: Asırlar önce, 2500 sene önce Büyük İskender'in söylediği şeylerle bugün Bush'un söylediği şeyler aynı, yaptığı şey de aynı. Helenlerin, Romalıların, Avrupalıların, Amerikalıların yaptığı şey aynı. İlk önce diyorlar ki ''asimile olacaksınız.'' Başka kültürlerle, dinlerle, medeniyetlerle ilişkiye geçtikleri zaman onlara diyorlar ki; "asimile olacaksınız, bize benzeyeceksiniz." Ben kendi kültürümü yaşamak istiyorum. Ben dinimi yaşamak istiyorum yahu. 'Farklılıklara hayat hakkı' diyordun, 'demokrasi' diyordun hani… Ortada böyle bir şey yok ki... Bana benzeyeceksin diyor. Asimile olmazsan, erimezsen, kabul etmiyor seni.
Hollywood'un dili nedir?
FEYZ: Hiç bir kültürü kabul etmiyorlar. O zaman Amerikan kültürünü nasıl tarif etmek gerekiyor?
YUSUF KAPLAN: O yüzden Amerika'yı tarif ederken, Amerikan tarihini, düşüncesini, kültürünü araştıran, Amerika'yla ilgilenen bilim adamları, Amerika'yı; "eritme potası" olarak tanımlıyorlar. Herkesi bir potada eritiyor. İmalat yapar gibi insan tipi üretiyor. Tek tipleşmiş insan tipi üretiyor. Hollywood bunun bir göstergesi… Hollywood o yüzden, çok önemli bir metafordur aslında. Amerika'yı çok esaslı bir şekilde açıklayan bir şey. Hazza dayalı, hıza dayalı, aksiyona dayalı, basit, herkesin anlayabileceği bir dil kullanıyor. Hollywood'un dili, reşid çağına ulaşmamış, 9-11 yaş grubuna hitap eder. Duyguya hitabeder, akla hitabetmez. İnsanın zihnine hitap etmez, duyguya hitap eder. Duygu sömürüsü yapar. Filmin içinde karakterlerle özdeşleşirsiniz. Bir iyi bir kötü tipi vardır. İyi tipler sizleri heyecanlandırır, coşturur, onunla özdeşleşirsiniz. Kötü tiplerden de nefret edersiniz. Yani orada aslında iyi tipi, sekülerleştirilen, İsa Mesih figürüdür. İsa Mesih mistik figürü ortadan kalktığı için, yine bir iyiye bir de kötüye ihtiyaç var. İyiyle kötünün mücadelesi var. İyi ne, kötü ne? Adamın kafasındaki o sığ, dar algılama biçiminin oluşturduğu şey. İyi, çıkar demek orada, Amerika'nın çıkarı neyi gerektiriyorsa o iyidir.
Amerika için Esfel-i sâfilîn en güzel olanır.
FEYZ: Bütün değer ve yargılardan önce kendi çıkarları mı gelir demek istiyorsunuz?
YUSUF KAPLAN: Evet... Güzel olan, batılılar için çıkarlarıdır. Kendileri için menfaatleri neyse güzel odur. Esfel-i sâfilîn onun için en güzel olanı demek. Ama Esfel-i sâfilîn benim için iğrenç olan şeydir. Ulvî olan değil, arızî olan yani. Birinci strateji bu. Yani Pagan sivilizasyon tecrübeleri diğer toplumlarla, diğer medeniyetlerle ilişkiye geçtiği zaman ilkönce asimile etmeye çalışıyorlar, eritmeye çalışıyorlar, kendilerine benzetmeye çalışıyorlar. İkinci strateji, eliminasyon stratejisi. Oysa ben dinimi korumak istiyorum. Ben müslümanım, Budistim ya da haşa ateistim…"Leküm diniküm veliyedîn." Herkesin dini kendinedir. Herkes kendi dininden sorumludur. Yani hiç kimseye din dayatamazsınız. O zaman Hucûrat Suresi'ni anlayamazsınız. İnsanları "Tanışasınız, bilişesiniz, kaynaşasınız, sevişesiniz, anlayabilesiniz, husumetleri yok etmek amacıyla" 'kabileler halinde' yarattığı bildirilmiş… Farklılığa müdahale edemezsiniz, farklılığı ortadan kaldıramazsınız, tek tipleştiremezsiniz demek bu. Ben herkesi Müslümanlaştıracağım derseniz, yok böyle bir şey. Hidayet Allah'tan…
Tarihte Müslümanlar hiç kimseyi zorla müslümanlaştırmamıştır. Allah takdir etmişse müslüman olur. Bu o kadar muhteşem bir şey ki. Oysa Batı, ''eğer asimile olmaya razı değilseniz, elimine olacaksınız, yok olacaksınız'' diyor. Bush, Afganistan işgali sırasında bunu söyledi. "Ya bizi destekleyip, politikalarımızı kabul edeceksiniz veya bunun sonucuna katlanacaksınız." Ne kadar iğrenç, ilkel, barbarca bir şey bu. Gücünün zirvesindesin, adaleti, insaniyeti, hakkaniyeti, demokrasiyi, insan haklarını tesis edebilirsin. Bacak kadar çocuk giriyor batıda, insanı yok edip çıkıyor. Şimdi bizi de kendilerine benzetmeye başladılar.
Kültürel asimilasyon, medyaya hakim
Kültürel asimilasyon, medya üzerinden acaip bir şekilde asimile etmeye çalışıyor. Mesela bir haber… Adam vatandaşın birisini öldürmüş, katletmiş, dilim dilim doğramış, tabaklara koymuş, buzdolabına yerleştirmiş… Böyle bir şey var mı? Bir mümini böyle düşünebilir misin? "Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüştür. Bir insanı dirilten bütün insanları diriltmiştir." Muhteşem bir şey, sadece bu ayet yeter, insün, cinsin, bütün varlıklarda hakkın, hukukun, adaletin hükümfermâ olmasını sağlamak için yeter. Fizik gerçekliği mutlaklaştıran, seküler, pagan sivilizasyonlar şiddete dayalı ilişki biçimleri geliştiriyor ve şiddet üretiyor. 20. yüzyılın en büyük filozoflarından biri, Heidenger'in söylediği birşey var: "Batı düşüncesinin batı uygarlığının, insanı inframing yaptığını, çerçevelediğini" söylüyor. Yani insanın kapana kıstırılması söz konusu. İnsan kapana kıstırıldığında, insan sadece fizik gerçekliğe hapsedildiğinde, bütün diğer yetilerini yitiriyor, ufuk daralması yaşanıyor.
Diğer kültürlere, diğer toplumlara, aynı toplum içerisinde farklı cinslere, farklı sınıflara karşı hasmâne bir ilişki biçimi geliştiriyor; sınıflar arasında, çekimler arasında, renkleri derileri farklı insanlar arasında hem ayrı mekânlar oluşturuyorsun, hem çatışmaya dayalı bir kültür, bir ilişki biçimi üretiyorsun, ona göre bir hukuk geliştiriyorsun. Yani herkes eşittir ama beyazlar daha fazla eşittir(!)... Bir arada yaşamak masal yani. Türkiye'de yaşayan insanlarda acayip bir Batı hayranlığı var. Hayret… Batı tek sivilizasyon, kendi kavramsal sistemini üretmesi anlamında tek sivilizasyon… Dolayısıyla tüm insanlığın birikimini temellük etmiş durumdalar. Bozmuş, yamultmuş, çarpıtmış ama doğrusunu da maalesef biz onlardan öğreneceğiz, onların öğrencisi olduk. Burada aşağılık kompleksi geliştirmeye gerek yok. Amerika'ya gittiğimde özellikle bir adamın yanına gidiyorum. İslâm medeniyetiyle ilgili üç ciltlik bir kitap yazmış. "Müslümanların serüveni" isimli bir kitap. Müslümanların hâlâ yazamayacağı bir kitap. Bir Müslüman böyle bir meseleye vakıf oluyor ve çok rahat yaşıyor ve göbek atarak yaşıyor. Bu hazmedilecek bir şey değil. Adama saygı olsun diye, muhteşem bir çalışma yapmış diye, gidiyorum, oturduğu koltuğa oturuyorum. İslâm'la ilişki kurarken, İslâm'ı anlatırken nasıl çalışmış diye…
26 medeniyetten 16'sını son 300 sene içerisinde bizzat Batılılar tarafından yok edildi.
FEYZ: Pagan sinilizasyonu varlığa bir saldırı şekli haline mi geldi?
YUSUF KAPLAN: Hem de varoluşsal bir saldırı geliştiriyor. Çok önemli bu, o zaman ne oluyor; öbür ilişkiye geçtikleri kültürleri pagan sivilizasyonlar yok ediyor, yok eden bir ilişki biçimi geliştiriyor. Arnold Toynbee, tarih felsefecisi diyor ki; "Son 300 yıl içerisinde insanlık tarihinde gelmiş geçmiş 26 medeniyet vardı. 26 medeniyetten 16'sını son 300 sene içerisinde bizzat Batılılar tarafından yok edildi. Geri kalan dokuzu da fosilleştirildi" diyor. Bu nedir ya. Asıl tehdit Batıdır, insanoğlunun önündeki en büyük tehlikedir, sekülerizmdir. Bunu yazıyoruz insanlar anlamıyor bunu. Dünyanın karşısındaki tehlike bugün Hinduizim, Budizm, Şintoizm falan değil, seküler pagan tecrübesidir. Bunun da alternatifi 'vahiy tecrübesidir.'
Yani insanlığın önünde iki seçenek var. Pagan tecrübe ve vahiy tecrübesi.
Tarihi okurken materyalist bir şekilde okuyoruz. Yandık bittik diyoruz. Zevkimizin ne kadar düşük olduğunu da gösteriyor bu. Çok çabuk her şeyi hazmediyoruz.
FEYZ: Sekülerizm tam olarak ne anlama geliyor?
YUSUF KAPLAN: Sekülerizm, arızi olanı mutlaklaştırma çabasıdır. Doğu hikmet gelenekleri de tersinden seküler, o da tek boyutlu. O da insanın iç dünyasını mutlaklaştırıyor. Sekülerizm mutlaklaştırma çabasıdır. En büyük dogma, sekülerizmdir, her şeyi 'mutlaklaştırmaya' çalışıyorlar. Bugün Türkiye'de sekülerizmin aleyhine konuşmak bile zor görünüyor. Sekülerizm, din haline getirilmiştir. Batı'da böyle değil. "Seküler aklın ötesi" diye bir şey başladı bugün batıda. Adamlar çatır çatır tartışıyor; nereye gidiyoruz diye. Sekülerizm, dogma, insan aklının ürünü bir şey, vahiy değil ki.. O yüzden, asimile etmeye çalışıyorlar, asimile edemediklerini elimine etmeye çalışıyorlar. O yüzden şiddete dayalı ilişki biçimleri geliştiriyorlar, kendilerine benzemeyenleri, itaat etmeyenleri yok ediyorlar. Helenler bütün dünyayı Helenleştirmeye çalışıyordular. Romalılar bütün dünyayı Romalılaştırmaya çalıştılar. Avrupalılar bütün dünyayı Avrupalılaştırmaya çalışıyorlar. Amerikalılar da bütün dünyayı Amerikalılaştırmaya çalışıyorlar. Bu alçakça bir şey… Kendine güvenmediğini gösteren bir şey. İslâm'ı hiç olmadığı bir şeyle vurmaya çalışıyorlar. Bu, tersine inkılâp edecek… "Leküm diniküm veliyedin" diyen bir dini, Hz. Âdem'den beri oluşan bütün vahyî birikimin mirasçısı, bütün beşerî birikimi temellük etmiş, kendine özgüveni yüksek bir dini, 'başkalarına hayat hakkı tanımıyor, terör geliştiriyor' diyerek yok etmeye çalışıyorlar. Yok ki böyle bir şey.
Medine toplumunda her tür insan var ve hiçbirine müdahale edilmiyor. Münafık, en tehlikeli insan tipi olduğu halde, Hz. Peygamber, Abdulah İbni Sebe'yi 'yok edin' demiyor. Böyle bir şey yok. Ama münafığa karşı müteyakkız olmamızı istiyor. İnsanın yapısında nifak çıkarma özelliği olduğu için, münafıktan kendini korumak gerektiğini söylüyor. Başka dinlere başka kültürlere hayat hakkı tanıyan, onların inanç ve siyaset, ahlâk sistemlerine müdahale etmeyen, tam tersine, onların kendi inançları doğrultusunda yaşamalarına müsaade eden tek din bu…
İslâm medeniyetinin gölgesinde gelişen Yahudi ve Hritiyan medeniyeti.
FEYZ: Bu konu batılı kaynaklarda var mı?
YUSUF KAPLAN: Tabiiki var... Batı'dan Endülüs'e Kurtuba'ya gelince adamlar kafayı yiyor.
Endülüsü görünce hayranlıklarını gizleyemiyorlar. Burası cennet gibi bir yer diyor. Mesela Yahudi düşüncesi, Endülüs'te zirveye ulaşmıştır. Hristiyan düşüncesi de İslâm medeniyetinin çatısı altında zirveye ulaşmıştır. Maymonides…
"Kitap, Mizan, Hadid"
FEYZ: Endülüs medeniyetinde İslâmın pratik hayata dair bir uygulamasını görmüş oluyoruz...
YUSUF KAPLAN: İnsanın, tabiatın, kainatın, dolayısıyla yaratıcının konumlarıyla oynamamak, Tanrı tasavvurunu ortadan kaldırmamak esas olmalı, aksi halde kaosun katastrofun hâkim olmasını önleyemezsiniz. Dolayısıyla "kitap, mizan, hadid" üzerinden gittiğimiz zaman, 25.ayet-i kerime bu, Hadid Suresi'nde…Orada bir proje var. Osmanlı armasında da var bu. Kitap, Kitab'ın üzerinde terazi ve kılıç, hadid. Yani adamlar ne yaptıklarını biliyorlar, boşuna yaşamıyorlar. Diğer ayetlerde 26'dan 29'a kadar olan ayetlerde, büyük peygamberler olarak adlandırdığımız o peygamberlerin hikâyesinden bahsediyor Allah (Celle Celalühü). İnsanlık tarihini, medeniyetler tarihini anlatıyor. Hz. Nuh'tan, Hz. İbrahim'den, Hz. Musa'dan bahsediyor. Özellikle 26. ayet bizim için çok önemli. İslâm'dan önceki en yakın tecrübe, Hıristiyanlık tecrübesi olduğu için sanki onlara hitabediyor. "Biz kendilerine ruhbaniyeti farz kılmadığımız hâlde, olmayan birşeyi kendilerine farz kıldılar. Onu bile yerine getiremediler" diyor. Ruhbaniyet, insanın melekleşme boyutu…
Tarihe baktığımızda iki şey üzerinde kafa yormamız lazım. Müslümanların bu dünyaya bir şeyler söyleyebilmesi için, Kitab'ın üzerine gitmemiz lazım, Kitab'ı tam olarak anlamamız lazım. Bu kitap indirilmişse, boşuna indirilmemiş, bu kitapta insanlığın yüzyüze kaldığı sorunların çözüm bulması lazım. Buna iman etmemiz ve buradan çözümler bulmamız lazım. Hadid suresinde görüyoruz bunu. Peygamberî sözün ve soluğun tarih sahnesinden çekilmeye çalışıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Bu mesajı bize getiren, hitabı bize aktaran Hz. Peygamber'le ilişki kurmamız lazım. Hz. Peygamber'in nasıl bir figür olduğunu, bizim için nasıl bir prototip olduğunu, bizim için ne anlam ifade ettiğini, İslâm'la kurduğumuz ilişkide nasıl bir konumu, rolü olduğunu anlamamız lazım. Hz. Peygamber figürüne 26. ayet üzerinden kafa yorduğumuzda, şöyle bir şey çıkıyor karşımıza: Hz. Peygamber, doğrudan hayata müdahâle eden biri… Hz. Peygamberin vahiy öncesi hayatı ilk bölümü olmak üzere vahiy sonrası hayata bakalım. Sadece vahiy sonrası hayatına yoğunlaşırsak Hz. Peygamberi ve vahyi anlayamayız; o zaman da İslâm'ı anlayamayız. Vahiy öncesi hayatı anlayamadığımız zaman, İslâm'ı anlayabilmemiz imkânsız… Vahiy öncesi dönemde ne var, önemli bir şey var orada. Hz. Peygamber doğduğunda bütün alâmetler, bütün işaretler, bir peygamberin doğduğunu gösteriyor.
Hz. Peygamber, peygamberlikle, 40 yaşından sonra tebşir ediliyor. Ama bir peygamber hazırlanıyor. Daha önceki tecrübelerle kıyaslamamız için de özenle hazırlanıyor.
Hıristiyanlıkta mezhep diye bir şey yoktur aslında, bunların hepsi ayrı bir dindir.
FEYZ: Hıristiyanlık tarihine baktığımızda Hz. İsa'dan sonraki dönemi nasıl değerlendiriyorsunuz?
YUSUF KAPLAN: Hıristiyanlık değil, kilise Hıristiyanlığı var. Hz. İsa'dan sonraki Hıristiyanlıkta, Pavlos'un kurduğu Hıristiyanlıkta tanrı inancı yoktur. Aziz Pavlos; "İsa Mesih tanrıdır, ben ondan vahiy aldım ve son peygamberim" diyor. Yani aslında, tek tartışılmaz, sorgulanamaz şey kilisedir. Asıl tanrı, kilise Hıristiyanlığıdır yani. İsa Mesih tartışılabilir, farklı analizler geliştirebilirsiniz, fakat kiliseyi tartışamazsınız. Protestanlık, methodizm vs. gibi, Hıristiyanlıkta mezhep diye bir şey yoktur aslında, bunların hepsi ayrı bir dindir. Hepsinin ayrı bir amentüsü vardır. Havariler, ilk Hıristiyanlar ne yapıyor? Manastır, güçlü bir metafor, doğrudan hayata girmiyor. Doğrudan hayata müdahâle etmiyor. Hâlbuki din, tam topluma girilen bir şeydir. Yusuf Suresi'nde ayet-i kerime var. Peygamberler şehirlere gönderilmiştir.
Çünkü şehir en büyük makro örgütlenmedir. Yani insanın zihnini, aklını, maddi ve manevi boyutlarını, imkânlarını, insanın en fazla kendini geliştirebildiği, aynı zamanda en fazla bozulabildiği yerdir. Bunlar toplumun, hayatın, kollektif hayatın tam ortasına girmesi gerekiyorken manastırlara yerleşerek kaçıyorlar. Dağ başında yaşıyorlar. Hz. Peygamberse şehrin tam ortasında yaşıyor. Ve o yüzden vahiy öncesi dönemde Hz. Peygamber'in adı ne? "El emin"… Vahiyden önceki figür, "el emin" figürü. Hz.Peygamber, hayatın tam ortasındadır. 'El emin' olması lazım ki, "el mümin" olsun. Vahiyden önceki figür 'el emin' figürü, vahiyden sonra o, 'el mümine' dönüşür. O nedenle Hz.Peygamberi anlayamazsak Kuran'ı anlayamayız. Her önüne gelen istediği gibi dini anlarsa o zaman peygamber niye geldi? Yaşar Nuri, Luther, Protestanlığın kurucusu… Adam, "dini herkes anlayabilir" diyor. Hristiyanlığı çökerten şey budur zaten. 'Stigma' denen şey, bölünme, parçalanma.
Peygamberi devre dışı bırakırsanız, dini nasıl anlayacaksınız.
FEYZ: Her insan dini kaynakları okuyup kendince yorumlayamaz mı?
YUSUF KAPLAN: Stigma: Her önüne gelenin, istediği şekilde dini anlamasıdır. Yok böyle bir şey. Her önüne gelen istediği gibi dini anlamaya kalkarsa, o zaman Peygamber niye geldi!.. Kur'ân-ı Kerîm sadece inzal edilmiş değil, tekmil edilmiş bir kitap… 23 senede hayata tatbik edilmesi için tekmil edilmiştir. Aksi hâlde kelle sayısı kadar Kur'ân çıkardı ortaya. Her şeyini tasvip etmem ama İbni Teymiyye, akidevî bir arızanın yaşandığı bir dönemde, müslümanların kıblelerini bulmaları noktasında, çok önemli bir şey söylüyor; "İslâm'ın anlaşılması sürecinde Hz. Peygamberin konumu, Kur'ân'dan daha önemlidir." diyor. Hz. Peygamberi devre dışı bırakırsanız, dini nasıl anlayacaksınız. 23 senede bu kitap, hayata tatbik edilerek nazil oldu. Din tamamlanana kadar devam etti bu. Allah (Celle Celalühü); "Şimdi size dinimi tamamladım" diyor. 23 senede tamamlandı.
Şu çok önemli: Biz, Hz. Peygamberi anlayamadığımız sürece İslâm'ı anlayamayız. İçinde bulunduğumuz çağı anlayamadığımız sürece Hz. Peygamberi de anlayamayız. Dolayısıyla İslâmı da anlayamayız. Şu an insanlık tarihinde ilk defa, tek bir kültür, tek bir sivilizasyon hâkim... Şu hâlimize bakın görürsünüz, yamulmuş durumdayız. 100 sene önceki hâlimize bakın, adamlar dirilseler, bize gülerler. ''N'olmuş bunlar yamulmuş, mankurtlaşmış'' derler. İşte bu, bir şeyi gösteriyor, başka bir şeyi ifade ediyor. Bizim İslâm'la ilişkimizde göstergebilimsel düzlemde bir zaaf olduğunu gösteriyor ama bu tek düzlemle sınırlı değil, epistemolojik, ontolojik, fenomenolojik olarak da problem var. Söylemek istediğim şu; daha önceki zaman dilimlerinde farklı medeniyetler bir arada yaşadılar. Hiçbir zaman tek bir uygarlık, tek bir sivilizasyon, tek bir kültür, tek başına dünyaya hâkim olmadı. Başka medeniyetlere hayat hakkı tanımamak, yakıp yıkmak yok etmek gibi bir şey olmadı. Aynı zaman dilimi içinde birbiriyle savaşan, birbirleriyle kavga eden medeniyetler var oldu. Kendi sistem geleneğini, kendi düşünce ve uygarlık geleneğini, muhkem duruşunu korumak anlamında siyaset geleneğini sürdürdü her medeniyet.
Hz. Peygamberi kendimize çağdaş kılabilmek...
FEYZ: Bu boğucu atmosferden, durumdan nasıl kurtulabiliriz?
YUSUF KAPLAN: Bugün hem bilinç dünyamızı hem bilinçaltı dünyamızı şekillendiren Batı uygarlığının, tv. ve medyanın oluşturduğu arızalarından, nüfuzundan kendimizi arındırmadığımız sürece, İslâm'la kuracağımız ilişki arızalı bir ilişki olacaktır. Yani varış noktasıyla kalkış noktasını oluşturmamız lazım. Varış noktası olarak asr-ı saadet diyoruz, kalkış noktası neresi, burası… Biz buradan kalkıyoruz. Yani zihin kalıplarımızı oluşturan ne? Seküler batı kültürü, seküler algılama biçimleri… O zaman yapılması gereken şu; Hz. Peygamberi kendimize çağdaş kılabilmek, kendimizi Hz. Peygambere çağdaş kılabilmek… Çift yönlü temasın yürümesi lazım... Kendinizi Hz. Peygambere çağdaş kılamadığınız sürece, Hz. Peygamberi kendimize çağdaş kılamayız.. Vahiy öncesi dönemde, Hz. Peygamberin üç önemli özelliği var. Hz. Peygamberi prototip olarak algılamadığınız sürece, kendi kafamıza göre şekillendiremeyiz. Vahiy sonrası dönemde de bu özellikler mükemmelleşiyor. Vahiy öncesi dönemde ne var? Hz. Peygamber özne, Hz. Peygamber öncü, Hz. Peygamber tanık; şahit, çağının tanığı… Şahit, şahadet etmiş, çağının tanığı meselesi… Bunları kısaca açıklayayım. Çağının tanığıydı O (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)... Hz. Peygamber, bir defa, o dönemde o bölgenin en gözde mesleğini yapıyor.
Ticaret, insanın hem zaaflarını hem de erdemlerini keşfedebilmesi için en mükemmel mesleklerden biri. İnsan parayla temasa geçtiğinde hemen yamulabilir de,- şu an ki Müslümanların en ciddi sorunlarından biri bu zaten, dünyevileşmesi, maddileşmesi- aynı zamanda insanın nasıl olduğunu, özelliklerini, zaaflarını, imkânlarını keşfedebilmesi açısından da önemli. Mikro düzeyde, ticaret yapması insanın özelliklerini kavraması açısından önemli. Makro düzeyde, ticaret yapması, çağını tanıması için önemli. O dönemde Bizanslılar var, Sasaniler var, Yemen Krallığı var. Hz. Peygamber ticaret kervanlarıyla, Bizansa da gidiyor, Şam'a, Sasanilere de gidiyor, Yemen'e gidiyor. Hz. Peygamberin, "İlim Çin'de bile olsa gidiniz, alınız." hadis-i şerifi var, ne demek bu? Orada farklı bir şey var. Hz. Peygamber, özellikle Bahreyn'de Hintli, Çinli tüccarlarla tanıştı. Özellikle Çin'de ne kadar mükemmel, nezih, incelikli bir medeniyet olduğunu öğreniyor, çağının tanığı, çağının zaaflarına ve imkânlarına şahit olmuş. İkincisi, özne figürü ki, bizzat hayata müdahâle etmiş, kervanlara katılarak, ticaret yaparak…
Miskin, köşeye çekilen bir figür değil. Çağı tanıması lazım, araçlarını tanıması lâzım ki, vahyin nereye geldiğini, neyi temizleyeceğini görebilmesi için, bu şart. Öncülük figürü, Hılfü'l fudül (erdemliler anlaşması) anlaşmasında, 18-19 yaşında genç bir delikanlı, doğrudan içinde bulunduğu gayri müslim ortamdaki toplumu tanıyor. Ve o topluma doğrudan müdahâle ediyor. Bizim bu anlamda bir insan tipi, bir toplum tipi oluşturmamız lâzım. Dolayısıyla o toplumun bütün kurumlarını geliştirmemiz lâzım. Üçüncü olarak da İslâm sadece Müslümanlara gelmemiş, insü cinne gönderilmiş, dolayısıyla bütün insanlığa hitap edecek bir şeyler söylememiz lâzım.
Bir Mekke modeli geliştirmemiz lâzım, bir Medine modeli geliştirmemiz lâzım. Yani din Mekke'de hayat buldu, Medine döneminde hayatın kendisi oldu. Bu çok önemli. Mekke döneminde "hayat bulması" ne demek? Bir müslüman insan tipinin geliştirilmesi, imanın, akidenin olgunlaştırılması, muhkemleştirilmesi söz konusu. Bireysel düzlemde, münferit düzlemde bir insan tipinin geliştirilmesi, bir paradigmanın kurulması söz konusu. Din, Medine'ye inkılâp edecek. Medine'de bir inkılâp yapacak. Din, Medine, medeniyet, m... hep aynı kökten geliyor. Hem etimolojik olarak hem semantik olarak anlam itibariyle, hem de tarihsel olarak böyle bir şey var. Medine dönemi kurulması lâzım. Medine'yi nasıl kuracaksın; o da medeniyetle oluşması lâzım…
Medeniyet burada sivilizasyonla aynı şey değil. Sivilizasyon önemli bir kelime, Batıyı anlatan bir şey. Sivil, seküler alanların geliştirilmesi demek. Hayatın dinden arındırılması demek. O yüzden İslâm medeniyeti, Batı medeniyeti diyemeyiz. Batı, bir medeniyet değil. İslâm akidesinin, İslâm hukukunun, fıkhının, İslâm toplumunun tesis edilmesi lâzım. Kitap, mizan ve hadid aşamaları, din, Medine, medeniyet aşamalarında önemli bir şey var; Mekke'de bir vicdan-ı beşerin tesis edilmesi lâzım. Mekke aşaması icad aşaması... Varlık tasavvurunun hayata geçirilmesi. Yani kitap aşaması ve icad aşaması, bir vücud, varlık telakkisi geliştiriyor. Kitap aşaması vicdan aşamasıdır. Hadid aşaması, vecd aşaması…
Kitap aşamasında Mekke'de bir vicdan-ı beşerin tesis edilmesi var. Medine'de bir vicdan aşamasında, bir vicdan-ı içtimainin tesis edilmesi lâzım. Vecd aşamasında, hadid aşamasında da vicdan-ı kürevînin, küresel bir vicdanın tesis edilmesi var. Medine toplumu sadece müslümanlara tahsis edilmiş bir toplum değil. Orada gayri müslimler de yaşadığı için, vicdanın tesisi edilmesi lâzım. Batı düşüncesinin, postmodern düşüncenin en büyük sorunu vicdan sorunu. Vücud tasavvurunu, telâkkisini kim tesis edecek… Vicdan-ı içtimaî ve vicdan-ı kürevîyi kim tesis edecek... Dolayısıyla öncü kuşak…
Hz. Peygamber, öncülerin öncüsü… Âlim, ârif ve hâkim figürünün Hz.Peygamber'de tecelli ettiğini görüyoruz. Hz. Peygamber, bütün kitapları yutmuş değil, bir idrak o…Bilgi değil, bilmek değil, bir idrak o. Yığınla kitap okursunuz ama idrak edemezsiniz. Batı, yığınla kitap okudu ama geliştirdiği insan tipine bakıyorsunuz, dünyada olup biten şeyleri, insanlığın maruz olduğu sorunları idrak edebilecek tipler değil. Entelektüeli, eliti, akademisyeni, hiçbiri, idrak edebilecek tipler değil. Ama bu tipler arızalı tipler. Algılama alanı 300 seneyi geçmiyor. Fizik gerçek mutlaklaştırıldığı için, fizik ötesini anlayabilecek, İbn-i Hâldun'u anlayabilecek düzeyde değil. Kendisi İbn-i Hâldun'u nasıl anlıyorsa, bize onu anlatıyor. O idrak düzeyinde değil; başka kültürleri algılayacak, fizik ötesini anlayacak… Hâlbuki peygamberî sözü ve soluğu ortaya koyacak bir insan tipinin geliştirilmesi lâzım. Daha derûnî, daha esaslı, varlığın bütün görünümlerini kavrayabilecek bir insan tipinin geliştirilmesi lazım. Âlim, bir ilim tasavvuru; ârif, bir irfan tasavvuru, hakîm, bir hikmet tasavvuru geliştirecek…
Bu üç özelliğin Hz.Peygamber'de toplandığını görüyoruz. 20. yüzyılda yetiştirdiğimiz âlim, ârif, hakîm figürüne örnek geliştirdiğimiz en önemli figür, Bediüzzaman figürüdür.. Özellikle âlim meselesine, Hz. Peygamber'in ümmî olmasına dikkat çekmek istiyorum. Ümmî, cahil demek değil. Istılahi anlamı, tarihsel anlamı, semantik anlamı var. Elbette Hz.Peygamber'in okuma yazma bilmemesi lâzım. Zaten şimdiye kadar oryantalistler ne diyordu? İslâm'ı anlatırken "Muhammedanizm" diyorlar. İslâmı anlatırken, "Muhammed'in dini" diyorlar. Dinin adı muhammedanizm değil ki.. O elçi…
Eğer okuma yazma bilseydi, kitabı o yazdı diyecektiler… İkincisi, ümmi olan, ümm, ümmet, imam kelimesi. Hz. Peygamber ümmiydi, çünkü imamdı, önderdi. Hz. Peygamber, tanıklık özelliğiyle çağını tanıdı, çağının insanı bozan araçlarını tanıdı. İslâm'ın o araçları nasıl düzeltebileceğini gördü. Ondan sonra inzivaya çekildi. Ondan sonra rabbiyle başbaşa kalmaya başladı. Fetih, ilham tecrübelerini yaşadı. Fikir kapıları o zaman açıldı. Bir mekân tasavvuru geliştiremediğiniz sürece, çuvallarsınız. Mimar Sinan o yüzden önemli. Yeni Sinanlar, yeni Mevlânâlar, yeni Yunuslar, yeni Gazâlîler, yeni Râziler geliştirmemiz lâzım. Mekân önemli, mekân tasavvuru, kâinat tasavvuruyla alâkalı. İmkân, kâinat, tekevvün, bunlar da aynı kökten geliyor. Mekânı müslümanlaştıramadığınız sürece, İslâm'a göre tekevvün ettiremediğiniz, oluşturamadığınız sürece, müslümanlaşamazsınız. İslâm'ın beş şartına bakın, mekânla alâkalıdır. Namaz, mekânla ilgili bir şey. Bir mekânla kendini müşahhaslaştıracaksın, bunun adı cami olması gerekmiyor, şahsiyetini müşahhaslaştıracaksın. İkincisi namazın bizatihi kendinde mümin toplumun müşahhaslaşması lâzım. Cuma namazını o kılacak, orada toplanacak, içtimaya çıkacaksın bir yerde. Zekât da böyle, kendini, nefsini, aynı zamanda parayı temizleyeceksin. Toplumdaki kirleri, haksızlıkları, hukuksuzlukları temizleyeceksin. Mekân tasavvuru…
Düşünün 1908'den beri Osmanlı döneminde İstanbul yüzde elli, altmış gayri müslimlerin yaşadığı bir mekândı ama müslüman bir medeniyetin şehriydi. Şu an yüzde doksan müslümanların yaşadığı, ama gayri müslim bir şehir adeta. Yani müslümanlıkla ilişkisi azaldı, niçin, çünkü mekân göçtü. Şimdi ise yaptığımız camilere bakın anlayın. Yine de millete teşekkür etmek gerekiyor. Evini yapmıyor, camisini yapıyor, tamam ama ne kadar perişan bir vaziyette olduğumuzu gösteriyor bu. Sinan'ın çocukları böyle mi cami yapmalı. Böyle bir cami yapanlar Sinan'ın çocukları mıdır… Fikrinin hakiki, tatbiki müntesibi olmuş olsa böyle mi olur!..
FEYZ: Önemli bir söyleşi oldu. Kıymetli düşüncelerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkürler...
YUSUF KAPLAN: Ben teşekkür ederim.