Teknolojinin Ruh Sağlığına Etkileri / Prof.Dr. Kemal Sayar

Modern teknolojinin ruh sağlığımız üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

İçinde yaşadığımız çağda kronolojik olarak zaman hızlandı ve bununla beraber bazı ruhsal sıkıntıların da ortaya çıktığı bildiriliyor. Hakikaten günümüzde hep bir telaş içinde yaşıyoruz. Ben kendimde o telaşı hissediyorum. 

Özellikle iş hayatımızla veya bir şeylerle uğraşınca, hele de trafik problemi olan büyük bir şehirde olduğumuz zaman hep bir yere yetişme telaşı içinde oluyoruz. An’ı yekpare, geniş bir bütün olarak yaşayamıyoruz. Bir arkadaşımızla güzel, tatlı bir sohbetin içine dalmışken mesela cep telefonumuz çalıyor. Bu alet camilerde, konserlerin ya da konferansların ortasında bile çalıyor. Böylelikle o ânın bütünlüğü parçalanıyor. 

Biz o anda telefona cevap verdiğimizde, o sohbetten çıkıp başka bir yere gidiyoruz. Fakat o sohbetimize geri döndüğümüz zaman kaldığımız yerden devam edemiyoruz. İşte modern teknolojide, insanın iç halini rahatsız eden ve iç halindeki o doğal akışı ve ritmini bozan bir gerçek var. Cep telefonu ve bilgisayar teknolojisi de bunun uç örnekleri. 

Bilgisayar teknolojisi, bize günümüzde ne kadar ilginç bir fenomen sağlıyor?

Bedenlerimiz olmadan gezebilme gibi enteresan bir hususiyet veriyor bize. Biz zihinlerimizle bütün dünyayı dolaşırken, bedenlerimiz aslında başka bir yerde. Televizyon teknolojisi de öyle… Bizler rahat koltuğumuzda oturmuş, çayımızı yudumlarken Afrika’daki açlık görüntülerini izleyebiliyoruz. Zihin belki orada veya burada ama görüntüler karşımızda. Bu da herhangi bir olayın yaşantı olarak değerini azaltıyor. Dolayısıyla ben bir sohbetin, görüntüdeki irkitici manzaranın ve bir arkadaşla yüz yüze sağlayabileceğim ilişkinin derinliğine vakıf olamıyorum. Her şey yüzeysel, hızlı ve imgeler üzerinden sağlanıyor. 

İşte modern teknolojinin bugün ruh sağlığımız açısından en önemli unsurlarından bir tanesi, imgelerin ve imajların hızlı değişmesi üzerine kurulu bir medya sistemi yaratmasıdır. O medya sistemine dahil edildiğimizde, o medya sisteminin bir parçası olduğumuzda bakın neler oluyor…

Televizyondan başlayalım… Normalde sanat filmlerini insanlar beğenmiyor. Yönetmenlerine de sordukları zaman “Günlük hayatın ritmi, televizyon ritmi gibi değil ki...” diyorlar. Günlük hayatta bir yerden yürüyerek bir yere gitmemiz, bir yere oturmamız, bir yerden kalkmamız vs. uzun zamanımızı alıyor. Oysa televizyonda birisi bir saniyede kalkıyor, bir saniye sonra oturuyor, bir saniye sonra perende atıyor falan filan. Bir sürü hareketi arka arkaya, çok hızlandırılmış bir şekilde izliyorsunuz. Bu sayede dikkat belleğimiz televizyonun üzerinde kalıyor. Dolayısıyla günlük hayatın ritmini yansıtan sanat filmlerini çok sıkıcı bulup kolaylıkla eleştirebiliyoruz. Televizyondaki ve bilgisayardaki görüntülerin akış ritmine beyin ayarlandığı zaman,  artık insan günlük hayatta yavaş, sabır isteyen, yeknesak bulunan birtakım işleri yapamaz hale geliyor. Mesela karşımızda 1-2 saat konuşan bir insanı dinlemek ya da bir kitap okumak zor hale geliyor.       

Aslında günümüz çocuklarının en büyük problemi de bu. Kitap okuyamıyorlar. Ben kendi çocuklarıma okutamıyorum. Özellikle 13-14 yaşındaki ergenlik çağındaki çocuklar “Ne gerek var kitaba? Çok sıkıcı.” diyorlar. Çünkü sabır istiyor, yoğunlaşmak istiyor, ânın bölünmemesi gerekiyor.

Nicholas Carr isminde bir yazar “Çığlıklar” diye çok enteresan bir kitap yayınladı. Diyor ki: “Bilgisayar teknolojileriyle beraber zihnimiz her tür olayı en hızlı bir şekilde almaya programlanıyor. Dolayısıyla bu bilgisayar teknolojisiyle, internetle çok fazla haşır-neşir olan insanlar bir süre sonra artık bir konuyu uzun uzadıya inceleyecek sabrı gösterememeye başlıyor. Çünkü bazı bilgileri çok hızlı bir şekilde alıyor, fakat onu da dikkatlerinde çok uzun süre tutamıyor.”    

Aslında bir konuyu kitaptan okuduğunuz zaman onun akılda kalma süresi ile aynı konuyu bilgisayardan okuduğunuzdaki akılda kalma süresi aynı değil. Birisi çok uçucu, çok gelip geçicidir. Diğeri ise daha kalıcı, daha kökleşicidir. Şimdi imgelerin hızlı döndüğü bir ortamda çocukların dikkat süreleri de o kısa zamana ayarlanıyor. Dolayısıyla artık günlük hayatın içinde normal, yavaş imgelere kendini ayarlamayan çocuklar okuduklarına, yazdıklarına dikkat edememeye başlıyor. Aynı o aksiyon filmlerindeki gibi hoplamaya, zıplamaya ve adeta orada gördüklerini taklit etmeye başlıyorlar. Bu da maalesef günümüzde çocuklarda dikkat eksikliği, hiperaktivite bozukluğunu salgın boyutlarına çıkartıyor. Gün geçmiyor ki bir sınıfta yeni bir çocuk, bir öğrenci vitamine veya dikkat eksikliği ilaçlarına başlamış olmasın. 

Afrikalıların çok meşhur ve güzel bir hikayesi vardır: Bir gün beyaz adamlarla Afrikalılar beraber yürüyorlar. Muhtemelen beyaz adamlar onlara yük taşıtıyorlardır. Bir müddet gittikten sonra dinlenmek istiyor Afrikalılar. “Daha yeni yola çıktık.” diyor beyaz adam. Afrikalılar da “O kadar hızlı geldik ki ruhlarımız arkada kaldı.” diye cevap veriyorlar. Bu çağ, hakikaten ruhumuzun arkada kaldığı bir çağ. Çocuklar çok hızlı büyümek istiyor.

Bakın, bu hız çağı ve televizyon ve bilgisayar kültürünün getirdiği çok enteresan fenomenlerden bir tanesi de şu: Çocuklar hızlı bir şekilde çocukluktan çıkıp yetişkinlik davranış kalıplarını benimsiyorlar. 

Bugün o çizgi filmlere dikkatli bir nazarla bakın. Ben o nazarla baktım. Hatta bir meslektaşımla birlikte bir dergiye “çizgi filmlerin çocukların psikolojisi üzerine etkisi” konulu bir yazı yazdık. Çok enteresan. Bu Amerikan çizgi film kanallarında 3-4 yaşındaki çocuklar birbirlerine çıkma teklif ediyorlar. 3 yaşındaki çocuk çiçek alıp heyecanla kızın evine gidiyor. Kıza “Benimle çıkar mısın?” diyor ve onu evinden alıyor falan. İşte bu, bir tür Amerikan yaşam biçiminin dayatılması. Küçücük çocukların hızlı bir şekilde ergen veya erişkin davranış biçimlerinin içine zorla itilmesi ve sokulması gibi bir hadiseyle karşılaşıyoruz.      

Bu, psikolojik olarak neye yol açıyor?

Düşünceler hızlı bir şekilde yetişkin kalıbına girerken, duygular çocuk olarak kalıyor. Düşünce ile duygu arasındaki uçurum büyüyor. Dolayısıyla yetişkin davranışlarıyla hareket eden, fakat duygusal olarak çocuk kalan bir sürü birey görüyoruz.    

Çok enteresan bir gelişme daha var. Özellikle hızla modernleşen ülkelerde televizyondaki cinsel içerikli görüntülere çok fazla maruz kalan genç kızların adet görme yaşı da düşüyor ve bir an önce, hızlı bir şekilde genç kızlık rollerine adım atmak istiyorlar. Çünkü sürekli bir cinsel mesaj bombardımanı var. “Sen ancak yetişkin olduğun zaman değerlisin.” deniliyor ona. 

Daha analitik, daha eleştirel bir okuma yapacak olursak burada da bir kandırmaca var. Bütün dünyayı şekillendiren o kapitalist kültür aslında şu mesajı veriyor: “Çocuk olarak benim için çok değerli değilsin. Çünkü tek başına karar verme veya karar aldırma yeteneklerin sınırlı. Hadi bir an önce büyü, ergen ol ve annene, babana o marka ürünleri aldır.” 

Bugün özellikle büyük şehirlerdeki ergen çocukların en büyük tutkusu, marka ürünler giymek ve birbirlerine nispet yapmak. Hele ki o ürün Türkiye’de yoksa değmeyin o gencin havasına… Bütün bunlar çocukları ergen kalıbına sokuyor. Fakat enteresandır, yaşını-başını almış adamlar da ergen kalıplarında hareket etmeye başladı. Çünkü öte yandan büyüyen insanları da ergenliğe geri getirmek istiyorlar. “Gençliğini hisset, an senin ânın, hayata bir defa geliyorsun.” diyorlar. Adam da küpeyi takıyor, saçlarını uzatıyor ve gençliğini yaşamaya başlıyor. Burada da tezgah aynı. “Yaşlanırsan, dünyadan vazgeçersen para harcamazsın. Biraz genç hisset, kendini diğer insanlara biraz daha iyi şekilde sunmaya çalış ki para harcayasın.”

İşte reklamcılık, günümüzde insanların biraz daha rafine yöntemlerle kandırılmasından başka bir yöntem değil. 

Tam da bu anlattıklarınızı destekleyen bir sektör daha ortaya çıktı, “Kişisel gelişim kitapları.” Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Bununla ilgili bir kitabımda uzun bir yazı yazdım. Bir gün çok eskiden tanıdığım bir arkadaşımla oturuyoruz. “Bir kişisel gelişim seminerine gittim, hayatım değişti o gün.” dedi. “Ne öğrendin o seminerde, bana bir özetlesene.” dedim. “Abi, bütün mesele kendimiziz. Kendi önümüzden çekilmemiz lazım.” dedi!.. 

Hakikaten bu kişisel gelişim ideolojisi çok Amerikan mahreçli. Kişiliğin de kas gibi geliştirilebilir bir yapı olduğunu ve oradaki genel-geçer önerilerle kişiliğin belli bir noktadan belli bir noktaya getirilebileceğini söyleyen, fazlasıyla kolaycı formüllere, fazlasıyla şip-şak çözümlere ayarlı kitaplar bunlar. Bu kitaplara baktığınızda tipik birçok, amiyane tabirle ‘gazlama’ tekniklerinin kullanıldığını görürsünüz. Çünkü Amerikan toplumu özsaygılı bireyler yetiştirmek üzerine programlanmıştır ve en önemli mesele kendinize duyduğunuz özsaygıdır. Bunun sonucunda her biri kendi adacığında yaşayan, narsist bireylerden oluşan, birbirine yabancılaşmış bir toplum haline gelmiştir Amerika. 

1960-70’li yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde devlet eliyle psikiyatristler istihdam edilerek yaygın bir özsaygı ve özdeğer hareketi başlatılmış ve “Hepimiz özsaygısı yüksek bireyler yetiştirmeliyiz.” şeklinde bir akım ortaya konmuştur. 

Aslında Amerikalıların ataları psikopattır. Çünkü çoğunluğu ya hapishaneden kaçmış veya salıverilmiş ya da aşırı derecede maceracıdır. Yerleşik yaşamı sevmez. Tabi bu biraz işin esprisi. Aslında yeniliği arıyorlar. Çünkü bu adamların genlerinde hep bir yenilik arzusu var. Ama bir yandan da çok acımasızlıklar… 

İşte Amerika’ya gider gitmez hayatta kalmak için o tabiatı ıslah ediyorlar, başkalarıyla çatışıyorlar. Mesela New York Çeteleri diye bir film vardır. O filme göre 100 sene öncesine kadar New York’ta kan gövdeyi götürüyor. Fakat bunların içinden çok akıllı adamlar da çıkıyor ve önce bir şehir yaratıyorlar. Ardından kütüphaneleri ve onun etrafında o enfes üniversiteleri kuruyorlar. O üniversitelerle beraber çok büyük bir bilgi hamlesiyle gelişiyor ve bütün dünya milletlerinin önüne geçiyorlar.

O yüzden Amerikan ideolojisinde yeni bir yere, sahil-i selamete varabilmek için ayakta kalmak, kendine güvenmek çok önemli. Bu kendine güvenme deneyimi aktarılarak işte bugünkü nesillere kadar geliyor. Diyorlar ki: “Bizim millet olarak ayakta kalmamız için kendimizi çok sevmemiz, kendimize çok inanmamız lazım.” İşte bütün bu kişisel gelişim ideolojisi, aslında Amerikan patentlidir.

Bizim kültürümüz kibrin, tefekkürün, gururun, kendine aşırı sevginin yüceltildiği bir kültür mü?

Değil. Doğu toplumlarının pek çoğu değil. Doğu toplumlarında insanın, bir başka kişinin sırtına basarak öne çıkması diye bir mefhum yok. Bir ara facebook’ta çok hoş bir video dolaşıyordu, bana da bir meslektaşım işaret etmişti. Dünya özürlüler olimpiyatından bir sahne. Finişe doğru giderken bir yarışmacı düşüyor. En önde giden azıcık daha devam etse ipi göğüsleyip birinci olacak. Ama birdenbire bütün yarışanlar duruyor, geri gidip o yarışmacıyı kaldırıyorlar ve beraber yürüyerek yarışı tamamlıyorlar.

Herkesin tüylerini diken diken eden ama dünyanın unuttuğu bir tablo idi. Çünkü hepimiz yarışmacı bir kültürün ortasındayız. Hız kültürü ve teknik medeniyet bizi yarışmaya zorluyor. Ötekine dirsek atarak onun önüne geçmemiz gerektiğini söylüyor.  

Şimdi biz çocuklarımızı bu SBS, ÖSS, ÖYS denen cenderelerin içine sokuyoruz ve bir yarış atı yetiştiriyoruz. Türkiye çocuklarına bunu nasıl yapıyor, ben hâla anlayabilmiş değilim. 

Bir toplantıda bir bürokrata konuyu açtım. Bana; “Efendim, siz de sokmayın çocuklarınızı bu yarışa!” dedi. Çözüm bu mu? Biz hakikaten çocuklarımıza tez ve toz dışında bir şey veremiyoruz şu anda. Ben de bir SBS çocuğunun babası olarak konuşuyorum ve dertliyim biraz. Bugün o çocuklar en iyi okullara giriyor ve 500’de 500 puanla. Sıfır hata!.. 

Şimdi sıfır hata yapan bir çocuk normal olabilir mi? Olamaz, bana göre olamaz. Deli gibi gece gündüz ders çalışmıştır o çocuk. Aynı çocuk hayatında bir yerden fire verecektir mutlaka. 

Geçen gün bir anne geldi bana. Çocuğu çok iyi puanlar almış, hep çok iyi noktalarda olmuş. En sonunda ailenin rüyası olan Robert Kolej’e girmiş. Anne çok mutlu, baba çok mutlu ama aynı zamanda her ikisi de çok hırslı. Zaten bu yarışta çocuklar yarışmıyor, uzaktan kumandayla anne babalar yarışıyor birbirleriyle. Çocuk daha ilk sene her şeyi bırakıyor; “Yeter, ben bıktım artık bu sistemden.” Sonuç, 6 tane zayıf... O çalışkan çocuk gidiyor, onun yerine berduş, hiçbir şeyle ilgilenmeyen bir çocuk geliyor. Çünkü kaç senedir yuttuğu o yarışma kültürünü kusuyor, bıkmış çocuk artık. Burada da yarışmak istemiyor, sistemin dışına çıkmak istiyor. 

Mutlaka... Çocuğu size getirdiler, değil mi?

Yok, anne yalnız geldi. Ben de anneye bunun biraz da kendi hataları olduğunu hatırlattım. Bu, aslında içinde bulunduğumuz düzenin bir hatası. Ama bizler de çocuklarımıza karşı bu kadar acımasız olmak zorunda değiliz. Bu yarışmacı kültür, hakikaten Amerika’dan bize ithal ediliyor. Çünkü orada Sosyal Darwinizm ilkesi geçerli ve “Altta kalanın canı çıksın.” mantığı söz konusu. 

Amerika evsizler ülkesidir. Orada cebinizde para yoksa hiçbir kıymetiniz ve hiçbir varlığınız yoktur. Biz böyle bir toplum mu olmak istiyoruz? İnsanın sadece kendisine çalıştığı bir toplum mu olmak istiyoruz?

Bakın, o kişisel gelişim kitaplarındaki çok temel önermelerden bir tanesi şudur: “Sen önemlisin. Bırak ötekileri. Kendini öne çıkar. Kimsenin sana ayak bağı olmasına izin verme. Kendin için yaşa.” Bakın “Terapi” diye bir kitabım var. Bu kitabın ilk 160 sayfası bu tür yayınların eleştirisiyle ilgilidir. 

Batılı psikoterapi ekolleri de çoğu zaman bu aşırı bireyci paradigmaya yaslanır ve bu bireycilikten insanlara bir terapi yöntemi geliştirmeye çalışır. Ama senin geliştirdiğin terapi yöntemi benim topraklarıma, benim insanıma uymuyor… Benim köklerimde merhamet, tevazu, başkasını düşünmek, başkasıyla beraber olmak, düşeni kaldırmak var. Niye ben senin gibi olmak zorunda olayım ki? Niye ben seninle aynı ruh ideallerini kendi idealim olarak benimseyeyim ki? Sağlıklılık ideali, neden senin bana dayattığın yöntemler olsun?

İşte bu kişisel gelişim kitaplarında maalesef insanı kendi sosyal bağlarından koparan, özgürlüğün ve ruh sağlığının yegane yöntemi olarak bu bağımsızlaşmayı öngören çok yanlış bir ideoloji var. Yine özellikle bu secret tarzı kitaplarda çok yanlış bir önerme var. “Sen neyi çağırırsan o gelir.” diyor secret felsefesine göre. Dünyanın en saçma lafı. Mesela ben kanser oluyorum, “Sen kanseri çağırıyorsun.” diyorlar. İnsanın kendini suçlaması için birebir. Depresyon üreten bir düşünce yapısı. “Başıma gelen bütün kötü şeylerden ben sorumluyum.” düşüncesi… Çok tuhaf ve hiçbir dinde, hiçbir kitapta yeri olmayan, tam bir new age (yeni çağ) tipi spiritüalizmi. Neyi çağırıyorsak o gelir felsefesi. Oysa hakikaten işi iyi, doğru ve yapıcı tarafından görebilirsek zihinlerimiz çok daha iyi işleyebiliyor ve olumlu bir halet-i ruhiye içindeyken çözüm üretmemiz de daha kolay oluyor. Olumsuz bir halet-i ruhiyede ise hep patinaj yapıyoruz, hep kötü olayları aklımıza getiriyoruz. Bunun birebir yeri var psikolojide. Ama “Sen neyi çağırıyorsan o gelir.” düşüncesi tamamen safsata bir şey ve astrolojiden hiçbir farkı yok. Evet, bu kitap Türkiye’de bile 40-50 baskı yaptı. Bir sürü insan bu kitap elinde, sanki mal bulmuş mağribi ya da hayatın büyük sırrını keşfetmiş gibi dolaştı. 

Ben hep şunu söylüyorum: Türkiye’de bu topraklarda bizler; “Ol mahiler ki derya içinde susuz gezerler.” misali büyük bir hazinenin tepesinde oturuyoruz. Ama o hazinenin farkında değiliz.  

Mesela Batı dünyasında psikoterapi teknikleri yetersiz gelmeye başladı. Artık maneviyatı da içeren açılımlar yapmak istiyorlar ve her yerde karşımıza Mevlana’nın şiirleri çıkıyor. Çünkü Batı dillerine en çok o çevrildiği için daha fazla tanınıyor. Yunus’u tanısalar ondan bahsedecekler. “Bir ben vardır bende, benden içeru.” diyor Yunus. Bunu Freud’dan bilmem kaç yüz yıl önce söylemiş. Şeyh Galip diye bir adam çıkıyor Matrix’ten 100 yıl önce ve; “Sen tedbirini terk eyle, takdir Hüda’nındır. Sen yoksun, benlikler hep Vehbi Hüma’nındır. Benlikler hep yanılsamadır.” diyor. Bugün bize Matrix hikayesinin anlattığı konu. Dolayısıyla biraz buradaki imkanlara bakmak lazım. Bu kişisel gelişim kitapları insanlara zaman kaybettirmekten başka hiçbir işe yaramaz. Bir de şöyle insanlarla karşılaşıyorum: “Doktor Bey! Çağırıyorum çağırıyorum, gelmiyor. Onun söylediği gibi yapıyorum, olmuyor. Demek ki ben çağırmayı bilmiyorum ya da bende bir kabiliyetsizlik var” diyor. İnsanların kendilerini suçlamalarını beraberinde getirebiliyor bu tür kitaplar…