Söze Bürünmüş Mucize Kur'ân / Prof. Dr. Sadık Kılıç

Kur’ân’ın i’câzı konusunda “söze bürünmüş mucize” tabirini kullanıyorsunuz, açıklar mısınız? Buradaki derûnî zevk, günümüz insanına neler söylüyor? Örneklendirir misiniz? 

Yüce Allah’a hamd ü sena, Yüce Resulü’ne salât ü selamlar ederek; O’nun nihai ve ebedi mesajı Kur’ân’ın nihayetsiz ve ebedi diri bereketine tutunarak ve iltica ederek, sorularınıza cevap vermeye gayret edeceğim, inşallah…

Bu soruya cevap verirken, “mucize” sözcüğünün medlulünü bir kez daha hatırlamak gerekir. Allah-Peygamber-Beşeriyet bağlamında tahakkuk eden; insanların, bir benzerini yapmaktan/getirmekten aciz kalacakları; gerisinde ilahi meşietin yer aldığı; gayesi bakımından da ilgili peygamberin nübüvvetinin ispatını gözeten şey, olgu, fenomen, hadise, olay…  Bu açıdan bakıldığında mucizenin kaynağı Allah; vasatı ve mazharı dünya; beşerî araç peygamber; gayesi, mutlak ve müteâl gücün mevcudiyetinin de bir göstergesi olmak üzere, nübüvvet ve risaletin hak olduğuna bir delil, bir hücceti kâtıa olmaktır. Ve tabi ki Kur’ân’da da yer aldığına göre, gönderilen her resulün kendi çağı ve toplumsal ortamı itibariyle farklılıklar arz eden pek çok mucizelerden söz edilebilir. 

Kur’ân’ın i’câz/mucize oluş boyutuna gelince, bu hususta pek çok şey söylenmiştir ve söylenebilir de… Her şeyden önce şu tespiti yapmalıyız: Kur’ân-ı Kerîm, ilahi iletişim ve haberleşmenin ifadesi olan ‘vahiy’ sürecinin son ve nihai tecellisi olup bu mertebede Cenab-ı Hakk son kez, fakat kıyamete değin geçerli ve baki olmak üzere, rahmetini beşeriyete salıvermiş (irsâl); ilahi irade, bu bağlamda yaratılış âleminin durum, ihtiyaç ve beklentilerine cevap olacak ilahi hükümleri, ilkeleri, emirleri ve yasakları beşeriyet göğüne inzal buyurmuştur. Son derece seçkin, kuşatıcı ve ifade gücü itibariyle son derece muktedir bir dil örgüsü, Kelam-ı ilahî, nazm-ı ilahî; deruni ontolojik ve aşkınlık karakteri sebebiyle, öykünülmesi (muaraza), en küçük cüz’ü bakımından bile benzerinin yapılması imkânsız bir söz manzumesi halinde...

Sözün, yani “kelam”ın, zihinsel ve anlam bakımından bir hakikate, bir istem ve arzuya tekabül eden sessel, fonetik bir dizge olduğu (Kelam, kalpte olan manaya bir delil ve göstergedir); bu itibarla en anlamlı, etkili, kuşatıcı ve baki kelamın da terkip hususiyeti (en-nazm) yanında, tekabül ettiği namütenahi ve evrensel hakikatlere nispetle belirleneceği hususu, yadsınamaz bir hakikattir. İşte bu bakımdan, Kur’ân-ı Kerîm’i, muayyen bir mekân ve zaman, tarih ve toplum üstü bir mucize; diri, etkin ve harekete geçirici dinamik bir söz haline getiren de onun ilahi kökenli terkibi ve nazmı yanında; ayrıca, vecîz/özlü oluş sıfatına uygun olarak, tüm beşeri durumlara tekabül edebilecek vüs’atte bir hakikatler manzumesi oluşunda yatmaktadır! Hiç şüphe yok ki her kelamın insan algısı ve duyguları üzerinde belli bir etkisi bulunmaktadır; bu kutsal metinler için olduğu gibi, edebi metinler için de böyledir. Ancak Kur’ân’ın kelamı, mana ve hakikatlerinin ifşası öncesinde, ilahi bir terkip ve nazmın eseri oluşunun bir göstergesi olarak, onun okuyanı ve dinleyeni hemen kuşatıveren, ruhi idrak ve ihsas melekelerini ele geçiren öyle bir fonetik güzelliğe (tecvîd, tertîl, kıraat), ahenk cazibesine sahiptir ki bunu biz mecazi olarak, “Kur’ân’ın; işitme yetisi yanında idrak ve kavrama melekesi olan kalbi ve zihni ele geçirmesi, onlara egemen olması” olarak niteleyebiliriz!..  

İlahi kelamdaki bu işitme ve kavrama yetisini bir anda kendisine bağlayan; onu, akıp giden sonlu tarihsellik yelpazesi içinden çekip alarak adeta “ebedi ve ilahi bir an, bir şimdiki zaman” boyutuna taşıyan aşkınlığı ve deruniliği kavrayabilmek için insanın, daha özel bir ifadeyle müminin, benlik ve bilinç bütünlüğünü, sezgi merkezlerini engelleyici meşguliyet ve ilgilerden, kısaca varoluşsal bölünme ve kendine yabancılaşma durumundan uzaklaşması; sırf, kelamdaki o maveraya davet eden estetik boyuta, ondaki revnaklık ve alıp götürücü aşkın derinliğe odaklanması gerekir! Böyle bir yöneliş, insanı bir yandan yüce ve yüksek varoluş hakikatleriyle buluştururken, öte yandan da onu, kendi varoluş hakikatine raptedecektir. 

Bu hususta verilebilecek pek çok örnek içinde, gerek kıraat/fonetik, estetik ritimler, gerekse içerdiği insanî varoluşsal hakikatlerle, bize insan ve toplum varlığına dair bir dünyanın kapısını açan, Alak suresinin 6, 7 ve 8. ayetleri: “Sakın ha!.. Kuşku yok ki insan kendini yeterli gördüğü (istiğnâ, müstağni) için mutlaka azgınlaşır, başkaldırır (tuğyân). Şüphesiz dönüş ancak Rabbinedir.”

Bir reddiye ifadesiyle başlayıp iki olumlu cümle ve bir kesin yargı içeren bu kısa pasajda biz, hissi (patetik) idrak ve özümseme boyutumuza hitap eden sessel armoni ve güzelliğin yanısıra, şu beşeri ontolojik hakikatlere de bir atıfta bulunulduğunu görürüz: Aşkın hakikatin pınarlarında arınmayan, varlığını onun boy aynasına tutarak dizayn etmeyen, “olmak”ın değil de “sahip olmak”ın dünyasında teselli bulan birey, sahip olduklarının fani ve sınırlı dünyası tarafından kısıtlanarak, daima tuğyana düşmeye eğilimlidir!.. Benliğin itidal, ölçü ve denge halinden sapmasını, yıkıcı ve helak edici hallere yönelişini ifade eden “tuğyan” halinin pek çok sebebi arasında da bu kısacık pasajın da gösterdiği gibi, “istiğna”: kendini varlıklı sanma, Allah da dahil, hiç kimseye muhtaç addetmeme, kendini yetkin, yeterli ve müstağni addetme hali, en başat ve en kışkırtıcı olanıdır!.. “İstiğna” bu bakımdan Kur’ân’ın bin küsur yıl önce kendisine dikkat çektiği; modern psikoloji ve sosyolojinin ise ancak yakın zamanlarda kendisinden söz ettiği, ferdi aşkın hakikatlerden uzaklaştırdığı gibi, ferdi ve toplumsal yaşamını da bir çöle, insani duygulara kapalı ve geçit vermeyen bir buz dağına dönüştüren, patolojik bir odak kavram olarak, zengin bir semantik alan teşkil etmektedir.

Kur’ân’ın lafızları ve kavramsal örgüsünün sözsel üniteleri arasındaki çağrışım ve iletişim gücü o kadar yüksek düzeydedir ki, her bir kelime aynı anda hem kendisini sunar idrakimize hem de bizi o andan başka bir sözsel üniteye, kelime ve mana katmanına bağlar. İşte burada da böyle yüksek bir çağrışım gücü harekete geçer ve biz hemencecik, (Leyl, 92/11) ve (Leyl, 92/17-21) pasajlarını, “istiğna” ve “tuğyan” kavramları ekseninde varoluş ufkuna yerleştiririz. Şöyle ki, burada yıkıcı jest ve tavır: cimrilik (sahip olma sendromu), istiğna ve yalanlama; netice, sahip oluşun “Çöküş ve yabancılaşmaya, sonsuz uçurumlara yuvarlanışa çare olamayışı!..” Buna karşın, olumlu ve yapıcı jest: vermek ve paylaşmak, aşkınlıktan sakınıp saygı göstermek ve nihayet, en güzel hakikati ve ödülü onaylamak; netice, yakıcı varoluş katmanından uzaklaşma, olma ve arınma (tezekki), biricik gaye olarak Yüce Rabbi arzulama, varlığı O’na kılavuzlama...

Evet! Ne kadar çok ve çeşitli muhtevalarda araştırıp dünyasına muttali olmaya, onu ifşa ve izhar etmeye, dış dünyaya açmaya çalıştığımızı, hatta bunu yüksek düzeyde başardığımızı düşünsek bile, Kur’ân bize her daim mahrem ve saklı kalmayı sürdürerek; içerdiği hakikat ve sırları sunmaya teşne bir sanduka, bir nur odağı gibi, hayatımızda var olmaya devam etmektedir!.. 

Kur’ân’ın gayb haberleri vermesi konusunu değerlendirir misiniz? Gerçekleşmiş olanların varlığı tabi ki çok önemli. Geçmişte gerçekleşmiş olanları örneklendirdiğiniz gibi, geçmiş ve gelecek izafi olmakla beraber, henüz gerçekleşmemiş geleceğe yönelik güncel örnekler boyutundan da bahseder misiniz? Gaybi haberlerden murad nedir, değerlendirir misiniz?

Kur’ân’ın bazı gayb haberleri ihtiva etmesi, hatta geçmişteki saklı ve meçhul bazı durumları bildirirken, geleceğe dair birtakım ima ve işaretlerde bulunması, onun aşkınlık boyutu ve mucizeliğinin bir başka ayağı olarak dikkat çeker.

Yazılı tarihin ulaşamadığı, evrenin yaratılışı, insanlığın varlık ufkunda uç verişi ve zuhuru, nesnel olarak ulaşılması pek de mümkün olmayan tarihi dönemlerle ilgili olarak kadim milletlerden, onlara gönderilmiş nebi ve resullerden sarih bir üslupla, kati ve apaçık ifadelerle bahsetmiş olması, gayb haberleri konusunda örnek bir alan teşkil eder. Yine bunun gibi, vahiy çağına dair, gelecek kiple, vukua geleceğinden söz edilen kimi hadiselerin (Mesela, Farslıların Bizanslılara yakın zamanda mağlup olacağına dair haber: “Rum yenildi; (bölgeye) en yakın yerde.. Onlar (bu) yenilgilerinden sonra yeneceklerdir; bir kaç (3 ila 9) yıl içinde” (Rum, 30/2-4); yine, İslam karşıtı güçlerin eninde sonunda mağlup olup hezimete uğrayacağını belirten Kamer suresinin 45. ayeti: “O topluluk hezimete uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır!” Haber verildiği gibi gerçekleşmiş olması, özellikle çağdaşlar için görsel ve gözlemsel (ayne’l-yakin), sonraki nesiller içinse epistemik ve tarihsel nitelikli (ilme’l-yakin) bir mucize değeri taşımaktadır. 

Bugünden geleceğe dönük gayb haberleri itibariyle Kur’ân-ı Kerîm’e bakıldığındaysa, bu hususta her şeyden önce son derece dakik, titiz, sezgi ve ilim dolu okumaların, tefekkürün, araştırmanın yapılması gereğine işaret gerekir. Bir başka ifadeyle belirtmek gerekirse, geleceğe dair gayb haberleri denildiğinde hatırımıza, kelimenin tam anlamıyla, yalın kat ve yüzeysel bir okumayla, çileli ve donanımlı keşif yolculukları ve anlam arkeolojileri yapmaksızın, Kur’ân üzerinden kolayca geleceği keşfedip ortaya koyma; geleceğin sır perdesini indirme ya da gelecek zaman ve toplumsal boyutu bugünden görme süreci ve işlemi anlaşılmamalı. Aksine, Kur’ân’ın her ayetinin, şayet yetkin bir donanım (bkz. Şurûtu’t-tefsir ve’l-müfessirîn) ve bilinç ile okunursa, geçmişe ve hale olduğu kadar gelecek zamanlara da taalluk eden pek çok boyutunun bulunduğu kendiliğinden zaten görülecektir. Bir başka deyişle, Kur’ân’daki her bir insanî, ahlakî, dinî, ekonomik, siyasi ilkeler, her çağın varlık ve varoluş aynası yanında, aynı zamanda geleceğe dair bildirimler, öngörüler olarak da okunmalı; gelecek dizaynına dair önceden bildirilmiş aşkın iletiler olarak değerlendirilmelidir. 

Bu bakış açısı; Kur’ân hakkındaki, “Tenezzülât-ı Kur’ân, Kıyamete kadar devam edecektir.” (ez-Zerkeşi, el-Burhan fi Ulûmi’l-Kur’ân, II/161), “Kur’ân’ın harikuladelikleri asla bitmez, tükenmez.” (İbni Aşur, Tefsiru’t-Tahrîr ve’t-Tenvir, I/45) tarzındaki özsel ve varoluşsal mahiyet tanımlamalarıyla da birebir örtüşmektedir. Bu anlayışın bir projeksiyonu olarak alınması gereken şu iki sahabe tavsiyesi de, Kur’ân’ın tüm zamanlar için yeniden yorumlanıp açımlanması imkânı ve lüzumuna yönelik iki temel aksiyom olarak kabul edilmelidir: 

“Kim öncekilerin ve sonrakilerin ilmine sahip olmak isterse (en ince ayrıntısına varıncaya değin) Kur’ân’ı inceden inceye ve derinlemesine araştırsın!..” (Abdullah ibni Mes’ud)

“Kişi, Kur’ân için pek çok anlam vecihleri/yönleri araştırıp bulmadıkça, derin bir anlayışa (el-fıkh) sahip olamaz!” (Ebu’d-Derdâ) 

Öyleyse, netice olarak diyebiliriz ki Kur’ân bize, geleceği okumaya ve sezmeye, zuhurundan önce onu hissedip zamanın önüne geçmeye çalışırken inanmış ve aydınlanmış bir kalb; uyanık ve diri bir zihin ile ona yönelmemizi; ilahi pasajlarda yer alan evrensel temel ilkeler ile, kimi tikel durumları [Mesela Hz. Süleyman etrafında zikredilen olağandışı olgular ve yüksek doğa hakikatlerine ima (Enbiya, 21/81; Sebe, 34/12; Sâd, 38/36)]; tabiattaki sır ve gizin gizi (ehfâ) olan yasalara odaklanma (Taha, 20/7); makro kozmos realiteyi en büyük ilahi iz ve işaret addedip yakın gözlem ve takibe almamızı; gelecek bin ve milyon yıl sonraki kuşaklarımız adına (Âl-i İmrân, 3/5; Maide, 5/112, 114 (simgesel ve ilmi okuma); En’am, 6/35, 125; A’raf, 7/40) geleceğe  açılan eşikler ve pencereler olarak mütalaa edip, onları varlık ufkumuza indirmemizi emretmekte; Kur’ân’dan ilham alıp pro-aktif bir biçimde, zamanın ritmini öncelememizi, inisiyatifi bütünüyle ele alamasak bile, hiç olmazsa zamanın yüksek değer ve bilgilerinin gerisine düşmememizi emretmektedir. 

Günümüz insanının bazen pozitivizmle yaralanmış aklına ve kalbine, bazen boşlukta kalmış gönlüne, bazen de ilimsizlikle malûl cehline Kur’ân neler söylüyor? Kur’ân’ın insanı kuşatan yapısından bugün nasıl istifade edilir, rıza-i barîye uygun olarak nasıl idrak edilir? 

Kur’ân tüm söylemlerinde “insan”a, tüm çağların insan ve toplumlarına seslenir. Yaratıcı’nın şah eseri mesabesinde olan, bu sebeple de diğer tüm varlıklardan farklı bir iç ve dış (zahir ve batın) donanıma sahip olan insanı bir denge halinde tutmak için, bütün istidatlarına hak ettikleri oranda değer atfederek, külli varlığın dengesizliğine müncer olmayacak bir şekilde, bir ifrat ya da tefrit durumunun oluşmamasına özen gösterir.

Kur’ân, makro kozmosun olduğu kadar insanın, yani mikro kozmosun da bir ahenk, mizan, ölçü (kader, takdîr, el-kıstâs) ile var olduğu hakikatinden yola çıkarak, enfüs ve âfak dengesine sürekli dikkat çeker. Bunun bir neticesi olarak, ne âfak uğruna enfüs’ün, ne de enfüs uğruna âfak’ın yok sayılmasını, birinin diğeri lehine yadsınması ve yok sayılmasını, ezilmesini asla tasvip etmez. Bunun bir devamı olmak üzere, âfak olarak adlandırılan ‘objektif ve fenomenal’ âlemi, biricik ve nihai gerçeklik olarak değil, tam aksine, namütenahi ve müteâl hakikatin; ilim, marifet ve irfan yoluyla idrak edilebilecek bir gerçeklik ve oluş mertebesinin göstergesi, nişanı, yani ‘ayet’ addederek, tek, yani sadece maddi ve nesnel boyutlu bir ilim ve kavrayış dünyasının oluşturulmasına asla izin vermez! Bütüncül hakikatin, ne niceliğin niteliğe ne de niteliğin niceliğe hükümranlığını değil, aksine, bir denge ve tamamlayıcılık perspektifi içinde, her iki varoluş hakikatinin de aynı anda var olmalarını gerektirdiğini, ebedi bir tez olarak sürekli yineler!.. 

Bu yöndeki idrak ve sezgi yetilerinin işlevsel olabilmesi için de Kur’ân, dış dünyaya ait bakış ve görüş (nazar, re’y) ile, görünen olgunun (eş-şehade) hakikatine müteveccih ve müştak göz ve bakışın daima canlı, diri ve etkin olmasını emreder. Akıl, fikir, kıyas (el-i’tibar, analoji), tefekkür, eylem ve amel gibi bilinçli, yapıcı ve kurucu faaliyetleri öğütler. En önemlisi de insanın aktüel varoluş süreçleri esnasındaki ilgilerinin, bağlanışlarının, tefekkür, kulluk ve yaratılmışlık bilinci, yeryüzü misyonu, aşkınlık ve uluhiyet karşısında kulluk duruşu, vb. varoluşsal jestlerin önüne geçmesini, bunları engellemesini reddeder.

Bu noktada “iman”, Allah karşısındaki kulun varoluş itibariyle nirengi noktasını ve odak merkezini oluşturuyor ise de bu imanın kâmil ve erdirici oldurucu (el-mükemmil) olması, onun ilim, irfan ve amel potasında boy atıp gelişmesine bağlıdır! Kısaca, ilmin, irfanın ve amelin dünyasında gelişen; insanı, yüce hakikate, ilahi huzura yakın tutan; ritüellerin, ibadet ve eylemlerin ötesinde varoluşun her anı ve kımıldanışında canlı bir hal, bir manevi enerji akışı olarak hissedilen bir iman. 

Burada ifade ettiğimiz iman portresi; tüm hayatı, yaşam faaliyetlerini, deruni, entelektüel, poetik/şiirsel ve patetik/hissi ilgileri kuşatan bir paradigma mertebesindedir. Varoluşu besleyen, hareket kazandırıp bereket kıvamında tutan; soyut bir hal olmanın üstünde ve ötesinde dinî, ferdî, kolektif ve kozmik varoluş katmanlarına anlam katan yüksek bir bağlanış, duyarlılık ve varlığa iştirak eşiğidir. Böylesi bir iman portresi sayesindedir ki ne pozitivizmin hegemonyası söz konusu olabilecek ne de ilim, irfan ve hikmetten yoksun birtakım inanç formları, birtakım ritüeller üzerinden ruhları, zihinleri ve heyecanları prangaya vurabilecektir! 

Kısaca Kur’ân; tüm çağların insanlarına daima ilim, marifet ve amelle beslenen bir iman eşliğinde, hem kalplerin imanını, ruhların ve dimağların itminanını hem de dış âlemin anlamlı ve ümit bahşeden bir anlam şemasına yerleştirilmesini emretmektedir.

Kur’ân konusundaki araştırmaların günümüz insanında doğru ve yerinde karşılık bulması için ne yapmalıyız? Yaptığınız çalışmanın buradaki karşılığı sizce nedir? Çalışmanızın yabancı dillere çevirisi hususunda bir çaba var mı?

Tüm zamanların en önemli çalışmaları Kur’ân ekseninde yapılmıştır ve yapılmaya da devam etmektedir. Bendenizin yaptığı ve yapmayı arzuladığı çalışmalar da bu büyük okyanusa cüz’i ve sınırlı bir katkıda bulunma çabasının göstergeleri mahiyetinde addedilmelidir. Ve tabi ki her çalışma, kuşatıcı Kur’âni araştırmalar şemsiyesi altında, daha dar ve sınırlı konularla ilgilenmektedir. Son derece teorik ve usule taalluk eden çalışmalar yanında, daha somut ve gözlemlenebilir konulara, ferdî, toplumsal tutum ve davranışlara müteallik olanları da pek tabi ki bulunacaktır. Böylesine zengin bir araştırma ve eserler yelpazesinin mevcudiyeti, bütün çalışma ve incelemelerin ana konusunu teşkil eden Kur’ân’ın ilahi doğası ve ebedi misyonundan kaynaklanmaktadır. 

Kur’ân; varlığımızı kendisine rapteden bir ışık kaynağı, Allah’ın yeryüzüne ve tarihin içine salıverilmiş sağlam (el-metîn) ve asla kopmayan (lâ’infısâme) bir ipi, bir tutamağıdır (el-’urvetu’l-vuskâ). Ve yine bizzat Kur’ân’ın tanımlamasında, mecazi bir perspektifle, kökleri sapasağlam, dalları ise göklere yükselen, kutlu bir ağaç. Ürünlerini ve feyz ü bereketini, tüm zaman boyutlarında, seller sular misali saçıveren şecere-i tayyib...  “Güzel söz; kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir. (O ağaç), Rabbin’in izniyle her zaman meyvesini/yemişini verir.” (İbrahim, 14/24-25).

Kur’ân-ı Kerîm’i nasıl tanımlarsak tanımlayalım, o, İbni Abbas’ın betimlemesiyle, “Tazeliği hiç bitmeyen bir turunçgil gibi, ebedi taze bir meyve gibidir.” Bir başka deyişle, yeryüzü sofrasına nüzulü bitmiş ama tüm idrak, asır, toplum ve durumlara yönelik “tenezzülâtı” ise Kıyamet’e kadar baki (ez-Zerkeşi, el-Burhan, II/161) bir hazine… 

Bu noktada yapılacak en önemli şey; Kur’ân’ı anlamaya ve onu zamanın ruhu yapmaya yönelik olarak gerçekleştirilen çalışmaların okuyucuya iletilmesi, ülkemiz insanının “okuma listesindeki ve envanteri”ndeki yerini almasını sağlayabilmektir. Daha doğrusu, insanımızda, bu kabilden çalışmalara yönelik ilgi ve tecessüs uyarabilmek. Okuyucunun bu tür çalışmalardan haberdar olmama ihtimali her zaman var. Bunun için kitle iletişim kanallarının, sosyal medyanın da yardımıyla, daha da önemlisi kitap tanıtımına yönelik periyodikler vasıtasıyla, yapılan çalışmaların duyurulması, kamunun bu yolda bilgilendirilmesi etkin ve kalıcı bir yol olarak gözüküyor.

“Kur’ân: Dildeki Sonsuz Mucize” adını taşıyan bu eserin kaleme alınış gayesine gelince... Bendeniz böyle bir çalışma yapmakla iki gayeyi gerçekleştirmeyi hedefledim: Birincisi; ebedi, dilsel, akli, entelektüel, ahlaki boyutlarıyla nihayetsiz bir mucize olan, bu yönüyle de daha önce hakkında pek çok çalışma yapılmış olan Kur’ân’ı aktüel olarak bulunduğum noktadan ve bu çağın idrak ve algısıyla bir kez daha tanımak; onun sonsuz ufuklarına pervaz edebilmek; bu esnada, İslam ümmetinin bir ferdi olarak, kendi bireyselliğime ait idrak, his, heyecan ve bilgi gibi hususları Kur’ân temelinde tazelemek, onları güncellemek ve geliştirmek. Bunun bir neticesidir ki kitapta yer yer, bazı öznel değerlendirmeler yapılmış, sınırlı subjektif dünyamdan sonsuz Kur’ân ufkuna dair bakışlar, ihtizazlar ve heyecanlar satırlara, cümlelere aksetmiştir. Bu sebeple denilebilir ki bu çalışma, ilmî objektifliğin yanında, irfanî, entelektüel ve hadsi/sezgisel subjektifliği ve içselliği de gözeten; donuk ve betimlemeci üslubun ötesinde, kimi zaman coşku boyutu da taşıyan bir karaktere sahip olmayı hedeflemiştir.

Bu çalışmayla, “Eli geniş olan kendi gücü nispetinde; eli dar olan da kendi kudreti ve takati nispetinde” (Bakara, 2/236) ilkesine uygun bir şekilde, Kur’ân’a dair bakış, idrak ve kavrayış; heyecan ve coşkularımı tespit edip neşretme yoluna giderek, bir manada birinci hedefi gerçekleştirmiş olduğumu düşünüyorum. 

Bu çalışmayı yapmaktan ikinci gaye ise bu ve benzeri eserleri insanımızın gündemine sokabilmekti. Bu amacın gerçekleşip gerçekleşmediğini, ya da hangi nispette tahakkuk ettiğini ise zaman gösterecektir. Hemen belirtmek gerekir ki bu hususta elimizde tam ve kati bir kıstas olmayacak ise de biz, bu çalışmanın sessiz ve kimi zaman belki de çok derinlerden fikir ve inanç hayatımıza katkı sağlamaya devam ettiğini hep ümit edeceğiz. 

“Kur’ân: Dildeki Sonsuz Mucize” başlıklı bu çalışmanın yabancı bir dile, özellikle Batı dillerinden herhangi birine veya bir kaçına çevrilmesi tabi ki beni çok mutlu eder! Bu vesileyle hemen şunu belirteyim ki böylesi bir çeviri çalışmasını büyük bir coşku ve zevkle karşılayacak, destekleyecek ve bundan büyük bir mutluluk duyacağım. Diyebilirim ki yapılacak bir çeviri, bu kitabın ikinci baharı, belki de “bitimsiz dört mevsimi” mesabesinde olacak. Böylece o, başka dünyalarda bir filiz olarak yeniden boy atabilecektir!  

Yetkinlik açısından ve anlamların insana açılması noktasında Kur’ân’ı anlamak sadece bir semantik sorunu mudur? Bu konuda düşüncelerinizi alabilir miyiz? Burada bahsedilen çıtanın yüksekliği Kur’ân’a karşı akıl ve irfan bakımından farklı bir edebi de beraberinde getiriyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Kur’ân i’cazını özgün ve müstesna bir olgu haline getiren, onun, bir kelam formunda, doğrudan Allah’tan gelen bir söz olmasıdır. İlahi bildirim ve vahiy geleneğine uygun olarak Kur’ân, muhatap kentin (Mekke; ümmü’l-kurâ) birincil muhatap kitlesi olan; böylece, ilahi emir ve ilkelerin uygulamaya konulmasında ilk prototip mekân ve toplum yapısını teşkil eden Mekke halkının lisanıyla, yani Hz. Peygamber’in kavmi Kureyş toplumunun iletişim aracı olan Arapça olarak gönderilmiştir. Zira, ilahi tercihin de bir dayanağı ve hikmeti olmak üzere, vahyin dilinin, kendisine gönderildiği kavmin diliyle olması gerekliliği, ilahi evrensel bir nübüvvet yasası olarak bizzat Kur’ân tarafından dile getirilmektedir: “Biz, her elçiyi, yalnız kendi kavminin lisanıyla gönderdik ki onlara (mesajı) açıklasın!.” (İbrahim, 14/4) 

Bu demektir ki Kur’ân bağlamında bir kelam mucizesinden söz edildiğinde, aynı zamanda Arapça bir “dil-anlam ve dış dünya münasebeti”nden, mana imkânı ve zenginliğinden, manaya delalet yollarından da söz edilmektedir. Ancak şunu vurgulamada yarar var: Bir kelam formunda, hitab-ı ilahi olarak Hz. Resul’e gelen Kur’ân, soyut, zaman ve tarih dışı bir ortama veya nedensiz ve gayesiz bir söz dizini olarak değil, aksine tam da aktif ve oluşmakta olan bir tarihin içine, insanların hayatlarının, girift ve örgülenmiş insanî varlık münasebetlerinin ortasına inmiş, böylece hem müessir hem de müteessir bir durumda bulunmuş; kimi zaman da doğrudan, bir sebep ve vesile (esbâb-ı nüzul, kıssatü’l-aye, hadise) olmaksızın ilahi ilkeleri bildirmek, beşeriyetin kimi problemlerini çözümlemek veyahut tashih etmek, bazı beklentilere cevap vermek (tecâvüb) üzere, ebedi bir misyonu ve hedefi bulunan söz olarak nazil olmuştur.

Kur’ân’ın kelam formunda Arapça olarak nazil olmasıyla, başlıca iki büyük kırılma ve dönüşüm yaşanılır olmuştur. Birincisi, Kur’ân’ın dilsel dünyasının kapsadığı tahavvül ve terakkidir; ikincisi ise daha sonra toplumda da derin yansımaları görülecek olan varoluşsal, insanî, dinî, teolojik, iktisadî, ahlakî, ailevî vb. konulardaki dönüşüm. Diğer bir ifadeyle belirtmek gerekirse bu iki durumdan birincisi bir sonuç, ikincisi ise bunun kaynağı, itici kökenidir. Zira Kur’ân vahyinin temel gayesi; varoluşu değiştirmek ya da ıslah edip yeni ve yüksek, daha açıkçası Yaratıcı’nın ve yaratılışın fıtrî ölçülerine uyarlı hale getirmektir. Tam da bu geçiş ve tecelli, tezahür noktasında dil, hayatî ve olmazsa olmaz bir aracılık işlevi üstlenir. Aşkınlık ve uluhiyet mertebesi, işte bu dil üzerinden kendini ifşa eder. Yeni varoluş algısına ve varlık biçimine vasat oluşturan dil, yani Arapça da bu noktada kökten ve varoluşsal bir dönüşüme uğrar. Sözcükler ve terkipler, yepyeni ve ebedi bir hakikat ve varlık algısının kriterlerine göre yeni anlam boyutları kazanır. Dil ile ilgili çalışmalarda “Dilin göstergesel gelişimi” (et-Tatavvuru’d-dilâlî li’l-luğa) olarak isimlendirilen bu süreç, daha sonraki adlandırmayla “Semantik” yani anlam bilimi ve incelemelerin tam da konusunu teşkil eder. Bu bağlamda belirtilmesi gerekir ki semantik araştırmalarda kendilerinden söz edilen eş zamanlı, art zamanlı dil araştırmaları gibi araçsal ifadeler, salt dilsel bir tecessüs ve fantezi hissini beslemek gayesiyle ihdas edilmiş yollar değildir! Tam aksine, bu yöntem ve arayışlar, “varlık’ın evi” olan; varlık ve var oluş süreçlerinin kendisi vasıtasıyla ifşa olunduğu dilin, -ki burada söz konusu olan Kur’ân dili Arapçadır- eş zamanlı ya da art zamanlı olarak yeni manaları; semantik bilimin etimolojisiyle belirtirsek “izafi veya şer’i-dinî anlamları” ortaya koymak amacına yöneliktirler! Elbette burada, 

a) Dile de hükmeden temel dini bir paradigma (Tevhid, ahiret, ölümden sonra diriliş ve haşr, hesap vd.) 

b) Ayetlerin nazil olduğu nüzul ortamı ve sosyal çerçeve (nüzul sebepleri) 

c) Kur’ân’ın ortaya koymak ve gerçekleştirmek istediği nihai bir inanç ve hayat çerçevesi 

d) Vahiy çağında mevcut olan kimi inanç yanlışlıklarının tashihi 

e) İlk örneklik işlevi de gören bazı tikel olayların, birtakım suallerin, bazı hadiselerin olması vb. faktörlerin; 

Kur’ân dili Arapçanın tekemmül etmesi, yüksek ve en geniş anlamda realiteye açık uçlu bir anlam dünyasına ortam oluşturacak bir kıvama varmasında etkin olduklarını asla unutmamak gerekir. 

Kur’ân’ın varoluşsal misyonu ve nihai hedefi bakımından tüm muayyen tarihselliklerin ötesine geçme ve bu perspektiften okunup yorumlanma istidadına işaret etmek üzere, şu nebevî haberi bir kez daha dikkatlere sunmak isterim:  “Kur’ân, muhtemel pek çok anlam yönleri bulunan “zelûl” (yoruma amade, boyun eğen) bir kitaptır. O halde onu, mana yönlerinin en güzel ve en uygun olanına hamledip yorumlayınız!” (Darekutnî, Sünen, el-Medinetu’l-Münevvera, el-Hicaz, 1386/1966, VI/145; ez-Zerkeşi, el-Burhan fi Ulûmi’l-Kur’ân, II/163). 

Şu tespiti yapmalıyız: Kur’ân dili, ilahi ve mutlak vahiy hakikatinin tarihsel ve evrensel amaçlarına muvafık bir şekilde yapılanmış; i’cazın (Kur’ân’ın mucize oluşunun) en önemli ayağı olan belağat hakikatine ve ilkesine uygun bir şekilde, mukteza-yı hali en güzel şekilde gözetirken, o etkin nazım dünyasıyla, sahih gelenekten de beslenerek, sonsuz addedilebilecek olaylara cevap verme, tekabül ve tecâvüb imkânını kazanmıştır. Yani kesintisiz bir süreç olan Kur’ân’ı anlamak, salt semantik/anlambilimsel bir çaba ve bütünden ibaret değilse de ne var ki bu anlama ve yorumlama etkinliğinin en büyük ve önemli kısmı dilsel bir karakter göstermektedir. Nitekim, dilin sistemleştirilmesine kendilerini adamış olan ekollerin (Basra, Kûfe, Endülüs, Semerkant, Buhara, Mağrib, vs.) o görkemli çabalar, oluşturdukları yüksek teoriler, ortaya konulan eserler; aynı şekilde dilin, inanç ve anlam paradigmasına göre önlenemez evrilişi ve gelişmesi durumuna tanıklık eden binlerce sözlük çalışması da anlama ve yorumlama etkinliğinin, dış dünyaya koşut olarak, bir dil faaliyeti, kelam işlemi olduğunu gösterir.

Ama bir kez daha teyit etmek lazımdır ki Kur’ân, etrafında teşekkül etmiş ve edecek olan dünya ile salt dilsel bir kitap değildir! O, dil dışı realite ile bir etkileşim içinde (tecavüb) olan, diri, kesintisiz anlamlar neşreden, yeni mana ufuklarına doğru açılan; olgusal ve tarihsel olan her şeye etki gücüne sahip dilsel (kelamî) bir mucizedir. Bu nedenle, kadim toplumları özellikle de vahiy çağındaki medeniyetleri anlamak, varlık tarzlarından haberdar olmak ne denli önemli ise, Kur’ân’ın tanık ve muhatap olduğu çağların ve toplumların durumunu anlamak, böylece Aşkın mesaj ile aktüel ve akıp giden tarihi ve zamanı Kur’ân’la yüzleştirmek de o denli, hatta çok daha fazla önemlidir! 

Sonuç itibariyle, Kur’ân’ı, kaynağına ve gayesine bağlı olarak anlayabilmek için, onun dilsel olarak taşıdığı özgünlüklerden haberdar olmak gerektiği gibi, ayrıca, Kur’ân-toplum, Kur’ân-insan, Kur’ân-kozmos eşleştirmesini yapıp, yapıcı ve üretken bir hareketlilik içinde Kur’ân’dan topluma gitmeli. Toplumu da Kur’ân zaviyesinden okuyup tahlil etmeli, çözümler sunmalı. Diğer yandan da toplumun problem ve beklentilerini Kur’ân’ın temel nasları ışığında, sahih ve diri gelenekten de beslenerek karşılamaya çalışmalıdır. 

Bitirirken, Cenab-ı Hakk’ın bizden ilhamını, muvaffakiyetini ve ihsanını esirgememesini; çalışmalarımızı bereketli ve hayat yüklü, diri ve diriltici kılmasını niyaz ediyorum. Yine Kur’ân’ı; hayatımızın özü ve nirengi noktası haline getirmeye, onun ebedi dirliği ve diriliğinde yaşamaya bizleri muvaffak kılmasını gönülden diliyorum.