Kibir için, insanoğlunun en tehlikeli sınavıdır diyebiliriz. Zira sivrisinekleri üretip çoğaltan ve besleyen bataklıklar gibi, küfür ve inkârı üreten ve bunlara bağlı olarak ortaya çıkan, sevgisizlik, kin, haset, düşmanlık, zulüm gibi nice en çirkin kalp hastalıklarını üretip besleyen nefs hastalığı kibirdir. Kibirden ciddi anlamda Allah’a sığınırız. Rabbim cümlemizi korusun.
Büyüklenmek, büyüklük taslamak, ululuk iddia etmek, kendini başkalarından yüksek görerek onları aşağılamak, tahkir etmek şeklindeki duygu ve bu duyguya bağlı eylemlerin sebebi kibirdir. Kur’ân’ın beyanıyla da özellikle şeytanla özdeşleşen ve şeytanın öne çıkan ve hatta onu doğru yoldan çıkarıp azgınlaşmaya sevk eden en belirgin sıfatı kibirdir.
“Allah: ‘Sana emrettiğim zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?’ dedi. (O da) ‘Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.’ dedi. Allah: “Şimdi in aşağı oradan. Çünkü senin orada büyüklük taslamak haddine değil! Hemen çık! Çünkü sen aşağılıklardansın.’ dedi.” (A’râf, 7/12-13)
“Allah: ‘Ey İblis! Ellerimle yarattığıma saygı ile eğilmekten seni ne alıkoydu? Büyüklük mü tasladın, yoksa üstünlerden mi oldun?’ dedi.” “İblis: ‘Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.’ dedi.” “Allah şöyle dedi: Öyle ise çık oradan (cennetten), çünkü sen kovuldun. Şüphesiz benim lânetim hesap ve ceza gününe kadar senin üzerinedir.” (Sâd, 38/75-78)
Ayetlerle de açıkça görülüyor ki şeytanın ayağı kibir sebebiyle kaymıştır.
Toplumlara zulmeden, onları aşağılayıp kul köle gibi kullanan Firavunların, Nemrutların, zalim diktatörlerin en öne çıkan vasıfları da kibirdir.
“Sonra onların ardından da Firavun ve toplumuna Musa ile Harun’u mucizelerimizle gönderdik. Fakat onlar kibirlendiler ve günahkâr bir toplum oldular.” (Yunus, 10/75)
Allah’ın kendisine bahşettiği güç ve kuvveti, zenginliği, evlatları kendi ebedi mal ve mülkleri gibi sanan şımarık insanların öne çıkan çirkin sıfatı da yine kibirdir. Kur’ân’ın mucize beyanı karşısında aciz kalan Velid bin Muğîre’nin büyüklenmesi gibi ki ayetle kınanmıştır.
“Çünkü o, düşündü taşındı, ölçtü biçti. Kahrolası nasıl da ölçtü biçti! Yine kahrolası, nasıl ölçtü biçti! Sonra (Kur’ân hakkında) derin derin düşündü. Sonra yüzünü ekşitti, kaşlarını çattı. Sonra arkasını döndü ve büyüklük taslayıp ‘Bu, ancak nakledilegelen bir sihirdir. Bu, ancak insan sözüdür.’ dedi.” (Müddessir, 74/18-25)
Kendilerine hak, gerçek bütün çıplaklığı ile anlatıldığı halde anlamak istemeyen ve kabule yanaşmayan insanların içine girdiği psikoloji de kibirdir.
Nuh şöyle dedi: “Ey Rabbim! Gerçekten ben kavmimi gece gündüz (imana) davet ettim. Fakat benim davetim ancak onların kaçışını artırdı. Kuşkusuz sen onları bağışlayasın diye kendilerini her davet edişimde parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, inanmamakta direndiler ve büyük bir kibir gösterdiler.” (Nuh, 71/5-7)
Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kalbinde hardal tanesi kadar iman olan hiçbir kimse cehenneme girmez; kalbinde hardal tanesi kadar tekebbür bulunan hiçbir kimse de cennete giremez.” (Müslim)
Çok çirkin ve tehlikeli sonuçları olan bir kalp marazı kibir, Kur’ân’daki ayetlerin ifadesiyle kul üzerinde üç şekilde kendini göstermekte: Birincisi ve en tehlikelisi; “Rabbiniz şöyle dedi: Bana dua edin, duanıza cevap vereyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler aşağılanmış bir halde cehenneme gireceklerdir.” (Mümin, 40/60) ayetinde ifade edilen Hakk’a karşı, Allah’a karşı yapılan büyüklenme yani kibirdir ki bundan Allah’a sığınırız.
İkincisi; “O peygamberin kavminden, Allah’ı inkâr eden, ahireti yalanlayan ve bizim dünya hayatında kendilerine bol bol nimet verdiğimiz ileri gelenler şöyle dediler: O da ancak sizin gibi bir insandır. Sizin yediğiniz şeylerden yiyor, içtiğiniz şeylerden içiyor.” “Andolsun, kendiniz gibi bir beşere itaat ederseniz mutlaka ziyana uğrarsınız.” (Müminûn, 23/33-34) ayetinde ifade bulan, müşriklerin Hazreti Peygamber’in şahsına karşı yaptıkları büyüklenme, onu tahkire yeltenme ki bu da peygamberlere karşı kibirdir.
Bu iki tür kibre nefsini teslim edenlerin sonu ebedi hüsrandır. “Kalbinde hardal tanesi kadar tekebbür bulunan hiçbir kimse cennete giremez.” hadisinde ifade edilen kişiler bunlardır.
Bundan sonra da insanlara karşı kibir gelir. Allah’a ve Peygamber’e karşı olmayıp insanlara karşı olan büyüklenme, insanı dinden çıkarmaz ama büyük günahkâr yapar.
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın, boyca da dağlara asla erişemezsin.” (İsra, 17/37) Böyle kişiler kibirli olmanın cezasını dünya veya ahirette mutlaka çekerler. Ve cennete ancak Allah’ın onları temizlemesi ve affıyla girebilirler.
“Biz, onların kalplerindeki kini söküp attık. Artık onlar sedirler üzerinde, kardeşler olarak karşılıklı otururlar.” (Hicr, 15/47) ayeti de bu tür insanların cennete girmeden bu tür ahlâkî kusurlardan temizleneceklerini ifade etmektedir.
Asrımızın çok önemli âlim, arif ve mütefekkirlerinden olan Şenel İlhan Beyefendi’nin, güzel ahlakın bütün şubelerinde olduğu gibi kibir konusunda da tespitleri çok önemli ve dikkat çekicidir. O’nun sohbetlerinden bu konuyla alakalı önemli tespitlerini kıymetli okuyucularımızla özet nevinden paylaşmak isterim.
Şenel İlhan Beyefendi’nin Kibri Tarifi ve Kibre Orijinal Yaklaşımları
Kibri en güzel tanımlayan hadis-i şerif: ”Kibir, hakkı iptal (kabul etmemek) ve halkı tahkir etmektir.” (Müslim, Tirmizî)
Ahlâk konusunda ben çok kitap okudum ve ahlâk konusunda çok zaman harcadım, çok akıl yordum. Bu çabam elbette kibir için de geçerli ki kibir çok tehlikeli bir kalp marazı... Üzerinde çok durulması ve iyice anlaşılması gereken bir illet… Neticede ben kibrin tanımını en güzel şu hadis-i şerifte buldum. “Kibir, hakkı iptal (kabul etmemek) ve insanları tahkir etmektir.” (Müslim, Tirmizî) Yani hakkı reddetmek, kabul etmemek; insanları aşağılamak, onları küçük görmek, onlarla alay etmek. İşte bu hadis-i şerif kibri çok güzel açıklıyor.
Neticede kibirle mücadelede insan nasıl düşünmeli, nasıl davranmalı konusunda İslam âlimlerinin görüşlerini inceledim ve birçoğunu yeterli bulmadım. Şöyle ki, önce şu önemli tespiti yapmak lazım: Büyüklük kibir değil, büyüklenmek kibirdir. Mücadele de büyüklükle değil, büyüklenmeye karşı yapılmalıdır.
Mesela ben zenginim, komşum fakir; bunu bilmem ve dile getirmem kibir değildir. Yine ben âlimim, arkadaşım cahil; bunu bilmem bunun farkında olmam veya bunu dile getirmem de kibir değildir. Ben güçlüyüm, falanca kişi zayıf; ben iyi huyluyum, falanca kişi kötü huylu vs. gibi tespitleri yapmak, bunu söylemek de kibir değildir. Bunlar mevcut bir gerçeğin tespitidir. Peki, kibir nedir? Kibir, bunları dile getirirken içimdeki niyetle alakalı bir şeydir. Yani tüm bunlarla böbürlenmem, büyüklenmem, gururlanmam, çevremdeki kişilere elimle, dilimle kaş ve gözümle bunu hissettirmem, onları tahkir etmem, aşağılamam kibirdir.
Kibir Kimlerde Çok Olur
Kibir denen manevi illet, daha çok menfi anlamda bencil, egoist insanlarda çok olur. Egoist insanlar aklını kullanamaz, kibri dürüstlüğüne ve adaletine engel olur. Kendi hakkında da başkaları hakkında da objektif olamaz. Açıkçası kendini herkesten üstün gören, kendine âşık, kendi çıkarlarını herkesten üstün tutan, insanlara karşı sevgisi, şefkat ve merhameti olmayan veya az olan kişiler bu hastalığa en kolay yakalananlardır. Allah ve Peygamber sevgisi çok olan,bütün mahlûkatı sevmeyi önemseyen, bu duyguları içinde alabildiğine yaşayan insanlar, kibir, gurur, ucub gibi kalp marazlarına karşı ciddi bir korunak içindedirler. Dolayısıyla kibre düşmemek için en kestirme çare kalpte sevgiyi derinleştirmek, Allah’ı ve O’nun yarattığı tüm mahlûkatı sevmeye, bu hususta mücadeleye önem vermektir. İnsanlara sevgi, şefkat, merhamet hisleriyle iyilik etmeyi, iyilik üzere yaşamayı bir hayat felsefesi haline getirmektir. Diğer mücadeleler bu temel üzerinde yapılırsa ancak fayda verir.
Kibirle Mücadelede Mantık Nasıl Olmalı?
Kibirle mücadele için önce kibrin tanım ve tespitini doğru yapmak gerekir. Birçok tasavvuf ve ahlak kitabına geçmiş kibirle mücadele tavsiyeleri var. Mesela diyor ki: “Kibirle mücadele eden insan kendini her şeyden ve herkesten daha aşağıda görecek.” Bu çözüm ve yaklaşım şekli eksiktir ve başka marazlara sebebiyet verecek bir yaklaşım tarzıdır. Niçin eksik? Şundan ki, insan kendini en aşağı bilecek deniyor. Peki, ben zenginsem kendimi nasıl fakir göreceğim? Ben uzun boyluysam kendimi nasıl kısa boylu göreceğim? Güçlüysem nasıl zayıf göreceğim? Bu sözle kastedilen kendini değil de nefsini en aşağı bilmek ise bu yaklaşım ve tavsiye tevil götürür. Ama böyle denilmesi bile bence doğru değil. Ben bu konuda Efendimiz’i (sav) örnek aldım. O’nun tevazusunu inceledim. Şöyle ki, O (sav) kendini zaman zaman ashabın içinde methetmiştir:
“En hayırlı ailedenim ve şahıs olarak da insanların en hayırlısıyım.” (Tirmizi)
“Geçmişlerin ve geleceklerin en değerlisiyim, bunu övünmek için söylemiyorum.” (Tirmizi)
Bu hadislerden çıkarılabilecek netice şudur: İnsan kendini en aşağı görmeden, yani kendinde olan üstünlüklerin farkında olarak, yerine göre bunları dile getirerek de tevazu olabilir. Bunu başarmak ve bu psikolojiyi anlamak, Hazreti Peygamber’in (sav) yaklaşımı ile kibre bakmaktır. Ve dolayısıyla en doğru ve yan tesiri olmayan bakış açısıyla bir mücadele şeklini tercih etmek demektir. Yani insan kendisini birilerinden daha akıllı, daha âlim, daha ahlâklı bilerek de tevazu olabilir. Bu mantığı iyi anlamak lazım. Zillete düşmeden en gerçekçi tevazu anlayışı ve yaklaşımı böyle olur.
Nitekim şu hadis-i şerif de bu meseleyi daha anlaşılır hale getirmekte.
İbni Mes’ud (r.a.) anlatıyor: “Resulullah (sav) ‘Kalbinde zerre miktar kibir bulunan kimse asla cennete girmeyecektir!’ buyurmuştu.”
“Yakışıklı bir adam Resulullah’a gelerek: Ben güzelliği seviyorum. Gördüğünüz gibi bana güzellik de verilmiş. Kimsenin beni, ayakkabı bağında bile olsa bu hususta geçmesinden hoşlanmıyorum. Ey Allah’ın Resulü! Bu (haram olan) kibre girer mi?” diye sordu. Resulullah (sav); “Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir ise hakkı iptal, halkı tahkirdir!” buyurdu. (Müslim, Tirmizî)
Görüldüğü gibi Allah’ın verdiği nimetleri söylemek, bunun farkında olmak, bu konuda nimetlerin artmasını istemek, bunun için çalışmak, bu konuda diğer insanlarla yarış içinde olmak kibir değildir. Bunları, övünmek ve böbürlenmek için söylemiyorsan, Rabbin’in nimetini izhar ve şükür için söylüyorsan ve yerini adil bir şekilde tespit edebiliyorsan kibirli değilsin…
İzzet-i Nefsi Koruyarak Kibirle Mücadele En Güzel Olandır
Büyük olun, büyük olmak için çalışın! Bizim hedefimiz maddi ve manevi anlamda büyük olmaktır. Biz bu imtihan yurduna bunun için gönderildik. Ama asla bize bahşedilen güç, evlat, servet, zenginlik, ilim vs. ile övünmeye, büyüklenmeye değil! Şeytan bu sebeple kaybedenlerden oldu. Allah bizi öyle olmaktan korusun. Maddi ve manevi anlamda zengin ve büyük olmayı istemeyi; güzel giyinmeye, güzel evlerde oturmaya, güzel arabalara binmeye heves etmeyi; şahsiyetimizi, itibarımızı korumaya önem vermeyi; bunlar için gerekirse mücadele etmeyi kibirle karıştırmayalım. Bu mesele hassas ve önemli bir mesele. Bunun ayrımını yapamazsak bize bahşedilen nimetlerin hakkını ve şükrünü yeterince idrak edip yerine getiremeyiz.
Yukarıdaki açıklamalardan hareketle diyebiliriz ki tevazu: İnsanın kendini en aşağı veya nefsini en aşağı bir varlık olarak bilmesi veya görmesi değildir. Kendinde mevcut olan gücün, kuvvetin, zenginliğin, soyun, her neyse bütün üstünlüklerin, hakkı kabul etmesine engel olmaması, bunlar ile başkalarını aşağılamaması, hor hakir ve küçük görmemesidir. Kendini herkesten küçük görmek değil, büyüklüğünü başkalarına dayatmamak, bununla böbürlenip kibirlenmemektir.
Takva, X yani bilinmeyen bir olaydır. Kimin ne kadar takva olduğunu ancak Allah bilir. Ve bunların neticesi ahirete gitmeden belli olmaz. O sebeple insan bu imtihan dünyasında imtihanı henüz devam ederken, bilmediği bir sonuca bakarak ve ibadetlerine güvenerek kendine kurtulmuşluk icazeti veremez ve böyle bir düşünce ve tavır ortaya koyamaz. Bu gerçeklikle olaylara bakınca da insan bir kâfire bir fasığa karşı bile kendine üstünlük ve kurtulmuşluk payesi ve garantisi veremez. Çünkü akıbet ne getirir bilinmez. Kimin sonu ne olur, Allah bilir. Buradaki mantığı iyi kavramak önemlidir. İnsan bu anlattığım şekilde kibri iyice kavrayarak mütevazı olursa izzet-i nefsini de koruyarak Hazreti Peygamber’in (sav) istediği bir tevazu ahlakına sahip olur.
İzzet-i nefs, insanın kendinde olan güzel değerleri bilmesi ve onları koruması, onları çiğnetmemesidir.
Kibirle Ucbun Farkı
Kibirle ucub zaman zaman birbirine karıştırılır veya insanlar ikisini ayırmakta zorlanırlar.
Kibir için hem kibirlenene hem de kendisine karşı kibirlenilen kimselere ihtiyaç vardır. Kibir, başkalarına karşı büyüklenmek ve onları tahkir etmektir. Ucub; amelini, Allah’ın yardımını dışlayarak veya görmezden gelerek beğenmek ve sanki Allah katında kesin olarak kabul edilmiş gibi bir psikolojiyle ameline icazet verip güvenmektir. Ucubda kişiyi ucba sevk eden birilerinin olması gerekmez. Kibirden kurtulan ucubdan da kolay kurtulur. Ucub; akılda, düşüncede halledilecek bir şeydir. Ucubla mücadelede klasik anlayış şudur: “İnsan amelini kendi mi yapıyor ki ucublansın…” Bu tarz bir tefekkürün ucub için ilaç olduğunu söylerler. Hâlbuki bu tarz bir yaklaşım, iradeyi yok sayarak ucub mücadelesidir ki yetersizdir. Çünkü insanın iradesi vardır. Peki, doğru olan o zaman ne? İnsan bilmeli ki, iradesinin yanına Allah’ın yardımını almadan asla hayırlı iş yapamaz. Yani hiçbir insan -ki bu peygamber de olsa fark etmez- Allah’ın yardımı olmadan yalnız kendi çabasıyla nefsini yenemez. Veya Allah’ın yardımı olmadan hiçbir hayırlı iş ve ameli gerçekleştiremez. Böyle olunca insanlar güzel amelleri, sadece kendi irade ve gayretleriyle değil, Allah’ın yardımıyla yapabilirler. İşte ucbun ilacı buradadır. Bir mümin güzel işleri Ancak Allah’ın yardımıyla yaptığının bilincinde olursa kendini müstağni görmez, ucba da düşmez.
Kibri Yenmek İçin Özele Ait Mücadeleler Genele Teşmil Edilemez
Nefsini kırmak için, tasavvuf kitaplarında bazı uç örnekler verilir. Mesela İbrahim bin Ethem’e “En çok haz aldığın olay ne?” diye sormuşlar. O da kibir mücadelesi sırasında başından geçen bir olayı anlatmış. Bir insanın kendisiyle alay edip sonra üzerine bevlettiğinden, bu hale sabrederken nefsiyle mücadele ettiği için çok feyz ve haz aldığından bahsetmiş. Şimdi bu ve buna benzer kibir mücadeleleri genele teşmil edilerek herkes böyle yapmalı diye anlatılırsa yanlış olur. Efendimiz’in (sav) hayatında böyle bir kibir mücadelesi yok. Kibirle mücadele ediyorum diye böyle yapmak herkes için uygun olmaz. Ferdî olmak kaydıyla sahabeden de kibrini kırmak için bazen uç davranışlar sergileyenler olmuş. Efendimiz bu hale susmuştur. Sahabeden birisi diğer bir sahabeyi zenci olduğu için tahkir etmiş, Efendimiz onun bu yaptığı davranışın haram ve büyük günah olduğunu söyleyince, tahkir eden sahabe yüzünü yere sürerek, zenci olan sahabenin ayaklarıyla yüzüne basmasını istemiş. O da basmış, Efendimiz de bu hale ses çıkarmamıştır.
Yine sahabeden Abdullah ibni Selam kibrini kırmak için sırtında odun taşımıştır. Çünkü kendisi çok âlim, itibarlı bir kimse imiş... Bütün bunlardan kibrin çok tehlikeli bir hastalık olduğunu ve kibirli kuldan Allah’ın razı olmadığını ve bu hastalıktan şiddetle kaçınmak gerektiğini çıkarmak lazımdır. Ama kibirle mücadele için herkesin böyle yapması gerektiğini anlamak yanlıştır.
Kibir Olmadığı Halde Kibre Benzer Davranışlar
İzzet-i nefs sahibi olan insanlar dışarıdan vakarlı dururlar. Vakarlı duruş kibre benzer ama asla kibirle alakası yoktur. Zillet, Müslüman için günah olan bir durumdur. Tevazu olmak için zillete düşmek ve kendini zillete atmak uygun değildir. Tevazu, riyakârlıkla değil duygularda ve iç âlemde halledilmelidir. Gerçek tevazu sahibi insanlar, tevazu olmak için gayret sarf etmeden içten gelen duyguyla tevazu olurlar. Dışarıdan bu insanlar çok kibirli gibi de görünebilirler ama iç âlemlerine girmeyenler onları anlamakta zorlanabilir.
Mümin kibirlenmez, izzetini yere de düşürmez. Gerektiği yerde tevazu sahibi, gerektiği yerde izzet sahibidir.
Kur’ân’da şöyle buyrulur: “Muhammed, Allah’ın Resûlü’dür. O’nunla beraber olanlar inkârcılara karşı çetin, birbirlerine karşı da merhametlidirler.” (Fetih, 48/29)
Yine Kur’ân’da: “…Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı şiddetli ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar…” (Mâide, 5/54) buyrulur.
Bu ayetlerden anlıyoruz ki mümin, kâfire karşı şiddetini, izzetini, onurunu ve vakarını korusa da mümine karşı, şefkat, merhamet, tevazu ve alçak gönüllülüğünü elden bırakmamalıdır. Yine bidat ehline ve kibirli insanlara karşı tevazulu davranmak doğru değildir. İç dünyamızda tevazuyu kaybetmeden yerine göre kibirli gibi görünmek ve davranmak vakardır ve orta bir yolu izlemektir.
Emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i ani’l münker yapabilmenin mantığında da bu tevazu anlayışı vardır.
İslam sosyalleşmeyi emreden bir dindir. Allah bir kuluna, onunla kibirlenip böbürlenip kimseyi beğenmeyerek, insanları tahkir ederek evine çekilmesi için, insanlardan kendini soyutlaması için ilim vermez. İlmi ile mütevazı olması ve insanların arasına girerek onlara yardımcı olması ve sohbet, nasihat etmesi istenir. Mütevazı olmayan insan, insanların arasına giremez. Kendine sorulan bir soruya cevap vermek için bu soru kimden (çocuk, büyük, fasık) gelirse gelsin tevazu olmayı başarmak gerekir. Emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i ani’l münker yapabilmenin mantığında da bu tevazu anlayışı vardır. İnsan kendini başkalarından üstün görmediği halde, yani bu düşünce ve inanış tarzını kaybetmeden emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i ani’l münker yapmalıdır. Böyle olunca kalbinden insanları küçük görmediği halde, zahirde onlara kızabilir. Onları ikaz edebilir. Bu mantığı anlayamayanlar emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i ani’l münker emrini yerine getirirken, yerine göre insanlara sert davranan Hazreti Ömer gibi hamiyet ve celadet sahibi kişileri haksız yere kibirle itham edebilirler.
Şenel İlhan Beyefendi’nin, kibrin tanımı ve çözümü ile ilgili önemli tespit ve çözüm önerilerinden bir özet olarak sunmaya çalıştığım bu bilgilerin kibirle mücadelede okurlarımıza yeni bir ufuk ve bakış açısı kazandırmasını temenni ederim.
Allah’a emanet olun.