PEYGAMBER AHLAKINDA HOŞGÖRÜ SINIRI
“Peygamberimiz (sav), kendi şahsına karşı yapılan kusur ve kabahatlerde son derece affediciydi. Bağışlamasının bu konuda neredeyse sınırı yoktu. Ama Allah’a (c.c) ve O’nun dinine yapılan saldırılarda öyle hiddetlenirdi ki hiddetinden alnında bir damar belirirdi. İnsanlar bu halinden dolayı korkar, paniklerdi. Dostlarının gönlüne sevgi, huzur, güven dağıtan Hz. Peygamber (sav); düşmanın kalbine de korku salardı. Demek ki güzel ahlâk, her zaman affedici ve bağışlayıcı olmak anlamına gelmiyor. Şimdi bir adam, bir lider düşünün… Güya merhametli, sevgi dolu oluyor, herkesi seviyor, herkesi kucaklıyor, hoşgörüsünün sevgisinin sınırı yok. Müslüman’a düşmanlık edeni, Allah’ın (c.c.) dinine en büyük hıyaneti yapanı da diğer günahlar cephesine, yani kendine karşı yapılan zulümler yerine koyuyor ve sonuçta hiç kızmıyor, öfkelenmiyor, her zaman hoşgörü adı altında seviyor, bağışlıyor. Sonra da bununla, Hazreti Peygamber’e ahlâken benzediğini düşünüyor; O’na benzediğini sanıyor. Böyle bir şey mümkün mü?”
LAYIK OLMAYANA SEVGİ SAÇMAK İSRAF GİBİ TEHLİKELİDİR
“Sevgi ahlâkının dengeli olması gerekir. Sevgi konusunda çok hassasımdır. Sevgimi öyle herkese, her şeye bedava dağıtmam; böyle lüksüm yoktur. Kimi, niçin, ne kadar sevdiğimizden sorumluyuzdur. Allah’ın (c.c.) bütün kullarını, yarattığı varlıklar olarak değerlendirip genel olarak seversin, sevmen gerekir. İnsanları severken de her şeyden önce onların zâtını, insan oluşlarını seversin, değer verirsin. Ahlâk ve fiillerinde ise Kur’an ahlâkına uygun olanlarını sever, diğerlerini sevmezsin. Layık olanı sevmek en büyük ibadet olduğu gibi, hak etmeyeni sevmemek de o derece önemli ibadettir. Bu cömertliğe benzer. Layık olmayana sevgini saçmak, israf gibi tehlikelidir. Elhamdülillah ben bu konularda çok iyiyimdir. Kimi ne kadar sevmem gerektiğini çok iyi ayarlarım. Sevgi, saygı ve güven konusunda hak edene hepsini veririm… İşte bir insan, “Benim ahlâkım Hazreti Peygamber’e benziyor.” derken böyle iyi düşünmeli. Sadece hep veren, yalnızca cömert olan, her şeye rağmen seven ve merhamet eden insan, “Hazreti Peygamber’in ahlâkı bende var.” demesin… Bu ahlâk Budist ahlâkıdır. Budist ahlâkı İslam’da olmaz. Budist rahiplerinin yaptığı gibi tevazu olunmaz.”
ALLAH SEVGİSİNİ ELDE ETMENİN EN KOLAY YOLU
“Ben sizlere akıldan değil gönülden geçen ve kısa sürede çok daha etkili ve daha kalıcı netice veren bir yol önereceğim. Evet, Allah sevgisini elde etmenin en kolay, en emin ve en kestirme yolu, insanları sevmekten geçer. Allah’ın kullarını sevmek bu yolun en kestirmesidir. Bu kestirme yolun da kestirmesi vardır; o da Allah’ın kulları içinde salih olanlarını, veli, Allah dostu olanlarını sevmektir... Evet, Allah dostlarını sevmek, kalpte Allah sevgisi oluşturmanın en emin ve kolay yoludur. Zira Allah dostlarını sevmek ve onlarla beraber olmak, kişiyi Allah (c.c.) hakkında marifet sahibi yapar. Allah (c.c.) hakkında marifet sahibi olan kişiler ise insanı şefkat ve merhametle sarmalayan ve üzerinde anne, baba sevgisinin kokusunu taşıyan sıcacık bir sevgiyi Rablerine karşı duymaya başlarlar. Böylece kuru bilgiden, entelektüel çabadan değil, insan psikolojisinin ve duygularının da eşliğinde oluşan bu sıcak sevgiden, kul ile Yüce Yaratıcı arasında kolay kolay kaybolmayacak ve bozulmayacak bir duygusal yakınlık hali meydana gelir.
Allah’ı, ana gibi şefkat ve merhametli olarak düşünün ve bu duyguları hissedin. Ve Allah’ı severken bu duyguların eşliğinde sevin. Çünkü Allah sevgisi ana sevgisine benzer. “Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Resûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez.” (Tevbe, 9/24) ayetinde, Allahu Teâlâ anne sevgisini ayırmıştır.
İslam âlimleri, imamları anne ile örneklendirir ve “Gerçek bir imam, bir anne gibi cemaatine düşkün ve onlara karşı sevgi, şefkat, merhamet dolu olmalı.” derler. İmam kelimesi anne kökünden türemiş bir kelimedir. Dolayısıyla iyi bir imam cemaatine dua etmeli, onların sorunlarıyla anneleri gibi alakadar olmalıdır. Böyle olmayan kişinin “imamım” diye ortaya çıkması layık değildir.”
İZZET-İ NEFS DUYGUSU KORUNARAK TEVAZU
“Tevazu için de bu söylediklerim geçerli. Kimseyi küçük görmem. Her sınıftan insanı; çocuk, deli, yaşlı, herkesi muhatap alır, küçük görmeden onların seviyesine inerek onlarla konuşur, onlara sohbet ederim. Allah (c.c) “Hamam böceklerine sohbet et.” dese onlarla bile ciddi ciddi konuşurum; yani onlara tebliğ mümkün olsa yaparım. Ama bu tevazumun yanında vakarımdan da asla taviz vermem. Şahsiyetimden, izzet-i nefs duygumdan asla taviz vermem. Saygısızlığı asla affetmem. Benim izzet-i nefs duygum çok güçlüdür. Yakınlarıma, eşime, çocuklarıma karşı çok şakacıyımdır, latife yapmayı ve güldürmeyi severim. Onların bana şaka yollu takılmalarına müsaade ederim. Ama bu, saygı sınırlarını aşıp izzet-i nefs duyguma zarar verecek olursa iş orada biter. Birden sertleşirim ki sizler de böyle olun; izzet-i nefs duygunuzu her zaman koruyun. Asla bu duygudan taviz vermeyin. İşte bütün ahlâkları böyle değerlendirmek suretiyle bir insan “Benim ahlâkım Hazreti Peygamber’e benziyor.” derse ona hak veririm.”
BİZİM İSTEKLERİMİZ RABBİMİZİN İSTEKLERİNİN ÖNÜNE GEÇMESİN
“Bizim isteklerimiz, Rabbimiz’in isteklerinin önüne geçmesin; bu konuda duyarlı ve gayretli olalım. Ben merkezli, kendi merkezli yaşayan insanlar, Allah ile olan ilişkilerinde de hep kendi isteklerini öncelerler. İnsanın şartları ne olursa olsun şartlarına aldırmadan, Allah’ın isteklerini hep öne almaya çalışmalıdır. Niye bu böyle, niye şu şöyle demeden Allah’a teslim olalım. Bu konuda irademiz ikide bir devreye girmesin. Yani Allah’a rağmen kendi varlığımızı ortaya koyuyoruz. Allah’ın isteklerinin yanında bizim isteklerimiz nasıl var oluyor? Ben günahları da böyle düşünerek kolayca terk ettim. Günah işlemek, “Allah var ben de varım.” diyerek, aslında Allah’ın istemediği ve yasakladığı bir şeyi O’na rağmen istemek ve yapmak, dolayısıyla da Allah’a rağmen bir varlık ortaya koymaktır. Bu anlamda bütün günahlarda Allah’a karşı böyle bir kibir, benlik ve varlık hali söz konusudur. Bu nedenle günahlardan kaçarken ve tevbe ederken, içine düştüğümüz bu negatif duruşu da göz önünde bulundurmamız gerekir. Yani günaha düşen bir müminin ayrıca; “Ey Rabbim! Bu günahla asla sana karşı bir varlık ortaya koymayı düşünmedim, hâşâ, böyle bir kibir halinden sana sığınırım; ama nefsim veya gaflet halim beni bu işe sürükledi.” diye bu kibir kokan tavır için ayrıca tevbe etmesi ve özür dilemesi gerekir.
GÜNAHLARDAN KAÇMAK AMA NASIL?
“Günahlardan kaçmanın önemli bir ilacı sevgidir, yani Allah sevgisi… Günah işleyen bir mümin, ben bu davranışlarımla Allah’ı incittim psikolojisine girerse o zaman “Rabbim’e ben bunu nasıl yaparım?” diyecektir. Allah sevgisini elde etmenin ilacı Allah’ı çokça zikirdir ve kestirme yolu da salihlerle, Allah’ı sevenlerle beraber olmaktır. Allah (cc) “Eğer size yasaklanan (günah)ların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere koyarız.” (Nisâ, 4/31) buyuruyor. Evet, burada Allah’ın bir rahmeti söz konusu. Küçük günahlardan kaçınmanın zorluğu ile bu konuda ciddi bir merhamet ve bağışlama var. Ama hedefi büyük olan müminlerin küçük günahlardan da kaçınması gerekir. Nitekim ”Mü’min erkeklere ve kadınlara söyle gözlerini haramdan sakınsınlar.” (Nûr, 24/30-31) ayeti küçük günahlardan da kaçmamızı istiyor. Zira bu sadece göz zinası meselesi değil, bunun psikolojik boyutu da var. Mümin “Allah’a rağmen ben bunu nasıl yaparım?” demeli. “Bunu yaparsam teslimiyet nerede, sencillik nerede, Allah’ın istekleri nerede?” demeli…”
SEVGİSİZ ADAMLAR ÖZEL MÜCADELE ETMEDEN DEĞİŞEMEZLER
“Maalesef ahir zaman insanın en büyük problemi sevgisizliktir. Sevgisiz adamlar ise özel mücadele etmeden değişemezler. Seven insan kendini çok güçlü hisseder. İnsanların büyük çoğunluğunu sevgi konusunda yetersiz görüyorum, normalin çok altındalar. Yetişmenin bunda katkısı çok büyük; yani anneden babadan sevgi görmemişlerin sonradan sevmeyi öğrenmesi çok zordur. Sevgisiz adam yeteneksizdir ki onlardan evliya, Allah dostu olmaz. Bunların çoğu cehennem için yaratılmıştır. Bunların cehenneme girmemeleri için, Allah onlara dinamik olarak iyilik yapmaları için fırsatlar yaratır. Bir iyiliklerine de bin sevap verir, bunu başarırlarsa cennete girerler. Yani yüksek nasiplilik, ya çok iyileri ya da cehennemlikleri çıkarır, ortası olmaz, dikkatli olmak gerekir.”
AHLAK NEYE BENZER…
“Müminlerin iman açısından en mükemmel olanı, ahlakı en iyi olanıdır.” (Buhari) hadisine göre ise din, güzel ahlaktan başka bir şey değil. Güzel ahlakların başı ise sabırdır. Hatta güzel ahlakların tamamı, sabrın değişik adlar almasından başka bir şey değildir. Mesela, günahlara karşı sabrın adı takva, cimrilikten kurtulmak için gösterilen sabrın adı cömertlik… Zinadan kaçınmak için gösterilen sabır iffet, başa gelen her türlü sıkıntı, bela ve musibetlere sabrın adı rıza… Öfkeyi yenmenin adı hilm… Evet, sabır, bir şehrin ana yollarına benziyor. Şehrin trafiğinin yükünü o çekiyor, diğer ahlaklar ise tali yollar gibi. O sebeple, sabır nedir ne değildir iyi öğrenmeli ve niçin sabretmeliyiz mantığını iyi kavramalıyız.”
ULÛVV-İ HİMMET SAHİBİ OLMAK GEREKİR
“Ulûvv-i himmet, insanın himmetini yüksek tutmasıdır. Manevi hırs sahibi olmak, güzel ahlakın esasından olup büyük bir şeref ve yüksek bir meziyettir. Bir insanın manevi anlamda hem kendisi hem dostları için yüksek makamları istemesi ve onlara göz dikmesi, bunun için gayret göstermesi ulûvv-i himmettir. Ulûvv-i himmet sahibi olmayanlar bence aklını sorgulamalıdır. Dünya için bile olsa hırslı adamlar görürseniz onların akıllı olduklarını söyleyebilirsiniz. Ama gerçek akıllı adam, hem dünya hem ahiretini birlikte götürmeye çalışan adamdır. İkisini beceremiyorsa ahirete ağırlık vermesi tabi ki daha doğru olandır.
TÜRK, KÜRT, ARAP, ACEM, LAZ, ÇERKEZ, ERMENİ, RUM VS. MÜMİNSE KARDEŞTİRLER
“İslam’da kardeşlik iman temeline oturduğu için, müminlerin arasını bozacak her türlü ırkçılık, kavmiyetçilik vs. gibi sunî ayrımlardan kaçınmak gerekir. Zaten bu tür ayrımlar haramdır da. İslam kardeşliğinin önündeki en büyük engellerden birisi özellikle günümüzde her müminin de bunu açıkça gördüğü gibi şüphesiz ırkçılıktır. O sebeple gerek ayetlerde gerekse hadislerde ırkçılığın şiddetle kınandığını görürüz. Ahir zaman ümmetinin birlik ve beraberliğinin önündeki en büyük engellerden birisi de ırkçılıktır. İslam dini, ırk, soy, kavim, vs. türünden insanın elinde olmayan değerlerin üstünlük adına tartışılması yerine; aklın ve mantığın da bir gereği olan iradeye bağlı, değişebilen bir değer olan iman ve takva kriterini üstünlüğe referans kabul etmiştir. Türk, Kürt, Arap, Acem, Laz, Çerkez, Ermeni, Rum vs. müminse kardeştirler. Bunlar içinde en üstün olan ise ahlakı ve insanlığı en güzel olandır. İşte ölçü budur. Nitekim “…Şüphesiz, Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır…” (Hucurat, 49/13) meşhur ayeti bu konudaki tartışmaları bitirmiştir zaten.
İslam’ın müsaade ettiği ölçüde ırkını, milletini sevmenin mahsuru yok, bunu tartışmıyoruz zaten. Zira İslam dini milliyetçiliğe karşı değildir. Sosyal hayatın içine girmediği, “Bu adam siyahî, buna kız verilmez...” denmediği, başkasına bunu dayatmadığı sürece sorun yok, herkes kendi ırkını sevebilir. Zira ırkçılık izafi bir şeydir. Her kavmin kendine ait özellikleri ve üstünlükleri vardır ve bütün üstünlükler bir kavme verilmiş değildir, bu bir realitedir. Bu üstünlükler birbirlerinden faydalansınlar diye verilmiştir. Bu anlamda ırkçılık akılsızlıktır; aklı olan ırkçılık yapamaz zaten.”
GERÇEK LİDER HAYATIN İÇİNDE ÖRNEK OLAN LİDERDİR
“Gerçek lider hayatın içinde örnek olan liderdir. Yani insanların arasında yaşamayan, yaşantısıyla onlara örnek olmayan birisi sadece ayet ve hadislerin nakliyle insanları irşad edemez. Arapçayı çok iyi bilmek ve hitabetin güzel olması da âlimlik ve örneklik değildir. Bu tavır veya yöntem Hazreti Peygamber’in yöntemi mi? Hazreti Peygamber’in hayatına bir bakın! İnsanlara rehberim diyen kişi İslam’ı her şeyiyle, her yönüyle yaşayarak göstermeli. Bunun için de kıyılarda köşelerde değil, hayatın tam ortasında olmalı. Yani açıkçası kendilerini izbe köşelere, evlerine veya köylerine kapatıp dışarıda yaşanan hayatla ilgisini koparan ve insanların arasında Peygamber Efendimiz (sav) gibi, İslam’ın güzel ahlakını onlara bizzat yaşayarak göstermeyen liderlerin irşadı -en azından- eksiktir ki bunu görmek ve kabul etmek lazım. Bu bakışla çevremize baktığımızda bu ölçülerde insanlara örnek olabilecek liderlerin eksikliği çok açıktır. Yukarıda da izah ettiğimiz gibi Ehl-i Sünnet çizgisindeki gerçek tarikatlar ve İmam-ı Rabbani, Abdulkadir Geylani gibi mürşidler, sahabeden sonraki süreçte, güzel ahlakı elde etme noktasında iyi örneklik yaptılar. Ama tasavvuf büyüklerinin birçoğunun da itirafıyla şimdi durumu idare vaziyetindeler. Bu demektir ki yine kendilerinin de itiraflarıyla, tarikatların büyük çoğunluğunda anlatılan ve yaşanan İslam, İslam’ı evrensel anlamda temsilden bugün uzaktır. Mesela, kabul etmek lazım ki mürid-mürşid ilişkisinde anlatılan ve uygulanan birçok edep veya teslimiyet anlayışı, insan irade ve kişiliğine de Efendimiz’in (sav) uygulamalarına da aykırıdır. Daha bunun gibi birçok konu sahabe ile Efendimiz arasındaki ilişkiyi tam olarak yansıtmaz. Yine günümüzdeki bazı İslamî toplulukların birçoğu sanki günümüzde yaşamazlar, televizyon izlemezler, dünya Müslümanlarıyla ilgilenmez, bu konuda gündemi takip etmezler, siyasetle ilgilenmez, bunları günah veya gereksiz malayani işlerden görürler. İşte böyle marjinal düşünen kişilerden açıkça görülüyor ki evrensel anlamda İslam’ı temsil eden düşünceler çıkmaz. Anlaşılması için şöyle örnek verelim: Efendimiz (sav) bu zamanda yaşasaydı nasıl yaşardı? Hayatla irtibatı kopuk münzevi bir hayat mı olurdu, yoksa halkla iç içe, çarşıda pazarda, işyerlerinde, düğün ve derneklerde, camilerde ve her yerde İslamî bir örneklik için, hayatın her alanında mı olurdu? Elbette ki Müslümanların tüm dertleriyle alakalı, ümmetinden herkesi şefkatle kucaklayan, İslam’ın şefkat, sevgi ve merhametini, hoşgörüsünü, cömertliğini, adaletini, nezaketini, inceliğini velhasıl bütün güzel ahlakını, yaşayışıyla ortaya koyan bir lider, bir mürşid olurdu. İşte bunların değerlendirmesini yapmak ve İslam’ı daha güzel yaşamak için ciddi bir çaba içinde olmak bizim en önemli imtihanımızdır.”
DEĞER-TAKDİR DUYGULARI BOZUK KİŞİLER DOLAYLI DELİDİR
“İnsanların bir kısmı gerçek delidir. Doğuştan akıl azlığı, kıtlığı vardır. Bunlar İslam’la muhatap değildir zaten. Bir de doğuştan akıl sorunu olmayan, İslam’ın muhatap aldığı kadar akıllı ama değer takdir duygusu bozukluğu nedeniyle dolaylı deliler vardır. Toplum bunlarla doludur. Temyiz gücünü kaybetmiş, doğruyu yanlıştan ayıramayan, değer-takdir duyguları gerçeklik algısını tehdit edecek kadar bozuk kişiler, yaptıkları işler ve aldıkları riskler nedeniyle aslında deli gibidirler, bunlar dolaylı delilerdir. Narsist kişilikli, bencil, egoist insanlar böyledir. Bunlar Allah hakkı, peygamber hakkı, arkadaş hakkı bilmez; kendilerini her şeyden önde görürler. Dış dünyadaki insanların kişilik özelliklerini ve menfaatlerini flu, kendi menfaat ve özelliklerini ise abartılı görürler. İşte bu, değer-takdir duygusu bozukluğudur. Seyr-i sülûkun en önemli cephesi işte akılda meydana getirdiği gelişimdir. Seyr-i sülûkla, sakîm olan akıl, selim bir akla dönüşür. Bu gelişmeyle, kişilerdeki değer-takdir duygusu bozukluğu gider ve basiret, feraset, idrak açılır.
Başımıza gelenler bizim için ideal olan değil, ama bizim sınavımız için gerekli ve hayırlı olandır.
Allah’ın evrene koyduğu kanun ve kurallar ki bu tabiat yasaları değişmez; hayvanlar, bitkiler, insanlar herkes bu yasalara uyar. Buna tekvinî yasalar denir. Bir de teşriî yasalar vardır ki bunlar Kur’ân’la beyan olunan, irademizin devreye girdiği ve sorumlu olduğumuz yasalardır. Bir de yine tekvinî yasalar gibi irademizi aşan kader yasası vardır. Allah’ın iradesini ortaya koyan bu yasalar da önemlidir. Kader yasasına göre kimi kör olur, kimi topal, kimi zengin, kimi fakir... Bu yasalara teslim olmak önemlidir. Kader yasasında başına gelenler sana her zaman mantıklı gelmeyebilir; gerçekten bu iş mantıksız da olabilir. Burada aklın hakkını vermemek, bu mantıksız şeyin mantıklı olduğunu söylemek akla haksızlık olur. Rabbimiz de bundan hoşlanmaz. Böyle bir durumda yapılacak şeyin birincisi, bunların sana mantıksız gelmesinin seni günahkâr ve isyankâr etmediğini bilmektir. İkincisi ise isyan etmeden, itiraz etmeden “Bu işte benim bilmediğim, Rabbim’in bildiği bir hikmet vardır.” diye bu sonuca teslim olmaktır. Yani bu nokta ahlakın devreye girdiği bir noktadır. Şeytan sınavı böyle bir noktada kaybetti. “Allah’ın aklı benim aklımı aşar. Her ne kadar bu iş mantıksız olsa da bunda benim anlamadığım, göremediğim bir mantık olabilir veya elbette bu işin bir hikmeti vardır.” demek, en doğru yerde durmak ve en güzel şekilde düşünmektir. İnsan ilişkilerinde de bu tutum önemlidir ki kişilerin karakterlerini ortaya koyar. Mesela dostlarından birisinin, aranızda geçen bir husumet esnasında sana göre bir haksızlığını bulmak, o kişiye yüklenmek ve ona kötülük etmek için ele koz geçirmek gibi görülürse bu gerçekten büyük ahlaksızlıktır. Böyle durumlarda bu hatayı görmezden gelmek ve hoşgörülü olmak güzel ahlakın bir tezahürüdür. İşte böyle yapan kişi hem aklın hakkını vermiştir hem de itiraz, isyan ve kötülük etmeyerek şeytanlaşmaktan kendini korumuş, bu konudaki sınavı kazanmış demektir.
Bu dünya hayatı imtihan formatında dizayn edilmiş olup cennet gibi yaşamaya endeksli bir hayat değildir. Başımıza gelenler bizim için güzel olan, ideal olan değil ama bizim sınavımız için en gerekli ve hayırlı olan yani en uygun olandır. Uygun olanı ise Rabbimiz belirler. Mesela gözümüz, kaşımız, burnumuz gibi organlarımızı ele alalım. Bu organlarımız bize güzel gelmeyebilir. Ama güzellik üstünlük değildir; aksine doğru olan şu ki uygun olan bir organ güzeldir. Çünkü uygun olanı Rabbimiz belirler ve bunu belirlerken de bizim için dünya-ahiret, geçmiş-gelecek, bütün zamanlarımızı kuşatan bir bilgiyle, yine ruhsal ve fiziksel yapımızı, yani her şeyimizi değerlendiren bir bakışla belirler. Kula yakışan bu durumda Allah’a teslim olmak ve bize verilen şeylerin en uygun olan olduğu bilinciyle rahat ve huzurlu olmaktır. Organlarımız gibi değişemeyen özelliklerimizi değiştirmeye çalışmak veya bunlar sebebiyle bunalıma girmek yerine, ilim gibi, ahlak gibi değişebilecek şeyleri değiştirmeye çalışmak bu dünya hayatına en doğru yerden bakmak olur.
Evet, dünya hayatı imtihan formatında bir hayattır. Bu sebeple sıkıntıları fazladır. Ama en çilekeş Müslüman’ın bile daha çok şükredeceği bir yaşantısı olur. Şükretmeyi hiç elden bırakmamalıdır. Çünkü Allah’ın lütfu her zaman daha fazladır. İmtihan formatında olsa bile dünyada sıkıntı az, mutluluk daha fazladır. Mesela sağlıklı bir şekilde nefes alıp vermek bile en büyük bir nimettir. İşte bu nedenle sıkıntıları fazla büyütmemek gerekir.”