“Şahsiyet Dili ve Geliştiren Liderlik” isimli güzel bir çalışmaya imza attınız. Günümüzde gerçek manada şahsiyet gelişimi üzerinde durulmadığı malum. Bunu neye bağlıyorsunuz? Şahsiyet gelişiminde sosyal, kültürel ve psikolojik açıdan ne tür boşluklar görmeniz sizi böyle bir çalışmaya sevk etti?
Bizim klasik anlamda hayata gelişimizin gayesine; “keşfi kemâl edip, seyri cemale ermektir” der büyükler. Hakikaten kalbî, ahlakî olarak her alanda olgunlaşmak, davranışlarımızdaki çiğlikten kurtulmak ve Rızâ-i İlâhi’ye erişmek amacımız. Çünkü insan sıradan bir varlık değil. Allahu Teâlâ “Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık…” (İsra, 17/70) buyurduğuna göre, insan çok özel yaratılmış ve mükerrem olması istenen bir varlık. Ama bu mükerremiyeti, şerefi koruma, kollama, kazanma noktasında da önümüzde bir süreç var. Bunun adına “gelişim süreci, tekâmül, seyr-i sülûk süreci” deyin hepsi aynı kapıya çıkar. Bu çerçevede yüce Rabbimiz’in, mükerremiyetin de “...Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır...” (Hucurât, 49/13) buyurarak ancak takvayla gerçekleşebileceğini beyan buyurması, mümin insanlar olarak bizlerin önüne bir ufuk çizmiş oluyor. Bir büyüğümüzün şöyle güzel bir sözü var: “İnsan, eksi sonsuz ile artı sonsuz arasında bir varlıktır.” Dolayısıyla düşüşün alt sınırı yok, çıkışın da üst sınırı belli değil. Ama düşüşe alt sınır çizmek çok zor. Çünkü aşağının aşağısı, (tabiri caizse) çukurun çukuru var. Ancak üst sınırda Hazreti Peygamber Efendimiz’i (sav) görecek olursak, insan-ı kâmil diyerek onun her yönüyle kemâle ermiş ve Rabbin razı olduğunu örnek bir kul olarak takdim ettiğini düşünürsek, bir anlamda Resulullah’a yaklaşabildiğimiz kadar insan hayatı kaliteli oluyor. Tabi kültürel hayat ya da içinde yaşadığımız toplum, fikirlerin, duyguların bulandığı bir topluluk olmuş. Küreselleşme de bunu hızlandırdı. Dolayısıyla İslam kültüründe “insana ulaşmak” dediğimiz zaman, o insanı tarif etmek, onun koordinatlarını doğru ortaya koyabilmek için gerçekten bizim medeniyetimizdeki o insan-ı kâmil formatına yaklaşmamız, onu yeniden öğrenmemiz ve tanımamız gerekiyor diye düşünüyorum. Elbette Cenab-ı Hakk’ın koyduğu kanun sonucunda herkes bir gelişim içerisinde olmak zorunda. Eğer gelişemiyorsanız insanların içerisinde siliniyor, sönüyor ve kayboluyorsunuz. Dolayısıyla hayata bakış açınızla, inancınızla doğru orantılı bir tekâmül ve gelişim seyriniz oluyor.
Batı kültüründeki topluluklar, son zamanlarda ahiretsiz bir dünya anlayışı üzerine daha çok yoğunlaştığı ve dinden uzaklaştığı için ister istemez hedeflerine dünyayı koyuyor ve kendince istediklerini elde edebilme noktasındaki imkânlara bakıyorlar. Neticede daha çok kazanmak, daha çok şöhreti elde etmek, daha çok egonun, özbenliğin ortaya çıkarılması ve “ben”in büyütülmesi ya da şişirilmesi neticesinde çok yüzeysel, son derece makyajlanmış bir insan tipi ortaya çıkıyor. Ben bunu “dışın makyajı” gibi görüyorum. Özden ziyade, tamamen kalıba yönelik birtakım fikirler kaleme alınmış. Hatta bilgiyle insanları daha güzel nasıl ikna eder, kendi hedefleriniz uğruna diğer insanları kul-köle edebilir ya da nasıl aldatabilirsiniz? Müşteri hizmetlerine verdikleri eğitimde bile “İnsanlara ne kadar tebessümle yaklaşırsanız o kadar iyi satarsınız.” diyerek çalışanları gerçek bir tebessüme değil de sahte bir sırıtmaya yönelten bir gelişimi hedeflemiş oluyor. Bu çerçevede gerçekten psikolojik anlamda baktığımız zaman insanı geçici avunmalarla bir şekilde mutlu etmeyi hedefleyen, daha çok da ehl-i zevk, gününü gün eden, gününü kurtaran, oyun-eğlence üzerine kurulmuş bir hayata odaklıyor. Oysa Cenab-ı Hakk, Kur’ân’da “Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebût, 29/64) diye bize tarif eder. Eğer insanların ahiret kaygısı, Allah rızası gibi hedefleri yoksa, zahiren sadece bu dünya varsa ve bu dünyaya göre şekil alacaksa, o zaman üstün ve itibarlı olmanın şartları para, makam, kariyerdir. Kişisel gelişim kitapları da bu alana yönelmiş görünüyor.
Gerçekten de diksiyona dair çeşitli seminerler var. Efendimiz (sav) “Sözü güzel konuşmakta, güzel ifade etmekte bir tesir, bir sihir özelliği vardır.” buyurmuştur. Kur’ân’da “...Onlara öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında etkili ve güzel söz söyle.” (Nisâ, 4/63) diyerek Cenab-ı Hakk bir söz terbiyesi veriyor.
Hakikaten sözü doğru konuşmak çok önemli. Bugünün insanı daha çok kendi kişisel ve dünyevi hedeflerine alet ederek gene bu söz dilinin gücünden istifade etmek istiyor. Bunu biz de önemsemeli ve İslam kültüründe sözün muhtevasına, tonuna, tınına, kullandığımız kelimelerin güzelliğine ve üslubuna varıncaya kadar her birine dikkat etmeliyiz. Çünkü “Üslub-u beyan, ayniyle insandır.” demişler; dolayısıyla insanın hakikatini ortaya koyar.
İnsanlar, beden dilini de çok önemsiyor ve etkin, tesirli insan olma noktasında bunun üzerinde çok duruluyor. Gerçekten insanın duruşu, gözleri ve el kol hareketleri, giyindiği elbisenin rengi, tonu, yürüyüşü, bakışı, ayakta duruşu karşınızdaki kişiyi çok etkiliyor. Bunların hepsi önemli.
Bugün çok farkına varmadığımız ama tarih boyunca medeniyetimizde sürekli gündemde olan, bunun da ötesinde bir dil olmalı diye düşündüm. Ben de eskilerin “hal ya da lisan-ı hal” diye ifade ettikleri bu konuya “şahsiyet dili ve şahsiyetin konuşması” demeyi daha uygun gördüm. Çünkü söz ve beden dili kalıbına girmese bile birtakım vasıfların topluca o kişide bulunması neticesinde ortaya çıkan bir duruş. Mesela gözü yere bakan bir insanı düşünün. Beden ve söz dili çok güçlü olmadığı halde o ağırbaşlılığın, saygınlığın, makamın, kemâlin, olgunluğun verdiği bir duruş orada pek çok şeyi söyleyebilir. Diğer dillerin hepsinden daha önce etkin kılan ama onların da ötesinde bir tesiri olan bir dil. Bir anlamda yüzeysel insandan, onun hamlığından zarif, nezaketli, kâmil insan derinliğine doğru yolculukta bir işaret taşıyor olabilir mi diye düşündüm ve “şahsiyet dili” diyerek bu konuya dikkat çekmeye çalıştım. “Bilinmeyenlerin değil, bilinen şeylerin değişik bir kavramla ifadesi” diyebiliriz.
Şahsiyet kavramının Kur’ân ve sünnetteki karşılığını söyleyebilir misiniz? Pratik örnekler verebilir misiniz?
Kur’ân’daki karşılığı “şahsiyet” diye tercüme edilemez ama Cenab-ı Hakk’ın doğrudan kendisine nispet ettiği ve “ibâdu’r-rahmân” dediği bir çerçeve var; “Rahman’ın kulları, o kimselerdir ki…” şeklinde. Bir de “rical” diye bir kavram var ve Arapçada “rical” “adamlar” anlamına geliyor. Fakat Cenab-ı Hakk bu kavramı “adam gibi adamlar için” kullanıyor adeta. Mesela “Öyle erler var ki ne ticaret ne de alışveriş onları Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz...” (Nûr, 24/37) buyuruyor. Yine bir başka ayette “Mü’minlerden öyle adamlar vardır ki Allah’a verdikleri söze sâdık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiştir (şehit olmuştur). Bir kısmı da (şehit olmayı) beklemektedir. Verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.” (Ahzâb, 33/23) diyor Rabbimiz. Kur’ân’da tam şahsiyeti ifade etme tek kelimeyle kullanılsa “rical” diyebiliriz. Bunu da Türkçeye “eroğlu, erler ya da adam gibi adamlar” diye tercüme edebiliriz. Rabbimiz, Furkan suresinin son ayetlerinde; “Rahmân’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, “selâm!” der (geçer)ler. Gecelerini Rablerine secde ederek ve kıyam durarak geçirirler.” (Furkân, 25/63-64) diye bir çerçeve çizer. Buna arzulanan Rabbani nazarla bakıldığı zaman “Rabbin arzuladığı kul çerçevesi” diyebiliriz. Aslında herkesin bir kişiliği var ama ben “şahsiyet” kelimesini daha çok tercih ediyorum. Herkesin kişiliği bir şekilde oluşuyor. Münafığın da kâfirin de ateistin de kendince bir duruşu, şahsiyeti var. Fakat ben “şahsiyeti” daha çok müspet anlamda ve kendi medeniyetimiz ölçeğinde yaklaşarak Kur’ân ve sünnetin inşa etmek istediği insan tipi, kişiliği ve şahsiyeti anlamında kullanıyorum. Yoksa herkesin müspet ya da menfi bir enerjisi var. Ancak ben daha çok Rahmanî ve Rabbanî bir pozitif enerji yayabilen insan tipini ortaya çıkarmaya çalıştım. “O tipin temel dinamikleri nedir ve hangi dinamikler bu sonucu üretiyor?” bunların üzerinde durdum ve aşağı yukarı 9 temel maddeyle o şahsiyetin ana direklerine işaret etmeye çalıştım.
Beden diliyle şahsiyetin bağlantısı var mı? Şahsiyet açısından temel dinamikler nelerdir?
Şahsiyet, beden ve söz dilinin arka planını oluşturuyor. İlk anda görünmese bile hissedilen ve beden diline ve söz diline daha da derinlik, anlam katan bir arka plan diye görüyorum. Bazen ümmî bir zâta rastlarsınız, okuma-yazması yok. Söz dili olarak edebi anlamda cümleleri güzel sıralayamıyor ve rastgele konuşuyor. Üstüne-başına bakıyorsunuz beden dili itibariyle uyumlu mu, yoksul mu giyinmiş diye, ona da dikkat etmemiş. Fakat enerjisiyle, hal diliyle sizin yüreğinizi bir şekilde kendine bağlıyor ki onun önünde ceketinizin düğmelerini iliklemek zarureti hissediyorsunuz. İşte buradaki sırrın, o insanın arka planındaki şahsiyetiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Elbette burada yazdıklarım nihai sonuç değil ama ana çerçeve diyebiliriz. Belki bilmediğimiz başka Rabbanî sırlar da var. Cenab-ı Hakk kimi kullarının enerjisini daha zengin kılıyor ve bizim burada söylediğimiz vasıflardan da kaynaklanmıyordur. Ama bu zâtların sizde hayranlık uyandıran bir halleri, bir ahlakları, bir duruşları var. İşte ben de o kişilerin hayranlık duyulan yönlerini incelediğimde 9 maddeyi öne çıkardım:
Birincisi, samimiyet. Biz buna literatürde “ihlas” diyelim. Zaten halisiyet, insanın kendine yakışmayan cüruflarından temizlenmesi neticesinde ortaya çıkan bir kalp safiyetinin dışa yansımasıdır. Bu kişi, içten pazarlıklı değildir. Çünkü Cenab-ı Hakk samimiyete hem bereket veriyor, hem de koruyor kolluyor. İster istemez samimi olan her insana saygı duyuyorsunuz. Samimiyetin böyle bir tılsımı var. Zaten tasavvufta da bu tür eğitim müesseselerinde de seyr-i sülûk dediğimiz süreçlerde de eriştirilmek istenen nokta bu samimiyet kıvamı. Çünkü İmam-ı Rabbani Hazretleri “Tasavvufun, seyr-i sülûk’un gayesi; ilahi rızanın kendine bağlı olduğu ihlası, samimiyeti elde etmektir.” diyor. Efendimiz de (sallalahu aleyhi vesellem) “Sen samimi ol, az emel sana yeter.” diyor. Allahu Teâlâ, amellerin kemiyetinden ziyade keyfiyetine ve niteliğine daha çok değer veriyor. Yani Allah’ın katına yükselecek sözlerimiz ya da amellerimiz veya niyetlerimiz samimi olarak yürekten çıkan davranışlar. O bakımdan Cenab-ı Hakk’ın ve Resulü’nün de adeta hedef koyduğu o kemâl noktasındaki her insanda bu samimiyet çekirdeği vardır. O samimiyet yoksa zaten, onun üzerine hiçbir bina kuramazsınız.
Allah Resulü (sav), ashabına hitap ederken üç kez tekrar ederek şöyle seslendi: “Din samimi olmaktır. Din samimi olmaktır. Din samimi olmaktır.” sahabeden bazıları, “Din kime karşı samimi olmaktır ya Resulallah?” diye sordular. Sevgili Peygamberimiz de (sav): “Allah’a karşı, kitabına karşı, peygamberine karşı, Müslümanların meşru idarecilerine karşı ve bütün Müslümanlara karşı samimi olmaktır.” diye cevap verdi. (Müslim, Îmân, 95; Ebû Dâvûd, edeb, 59) Demek ki dinin ana misyonu, samimi insanı ortaya çıkarabilmek. Dolayısıyla samimiyeti, şahsiyetin olmazsa olmaz bir tohumu gibi görmek lazım. Diğer her şey bunun üzerine bina edilirse bir anlam ifade ediyor. Temelden onu çektiğinizde bütün şahsiyet yıkılıyor. O bakımdan münafıklar, kâfirlerden daha tehlikelidir. “Şüphesiz ki münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. Onlara hiçbir yardımcı da bulamazsın.” (Nisâ, 4/145) diyen ayetlere baktığımız zaman münafıkta eksik olan şey samimiyettir. Dürüst olamamasıdır. İçten pazarlıklı ve menfaat merkezlidir. Samimiyetsizlik, menfi vasıfları insanın üstüne çekmeye başlıyor, başta yalan olmak üzere. Bütün kötülükler onun üzerine bina edilebiliyor. Bu çerçevede eğer gerçekten şahsiyetli ya da şahsiyet yönü güçlü bir insan oluşturulmak isteniliyorsa ya da olmak istiyorsak her şeyden önce ana hedef, merkez hedef, odak hedef olarak, Allah’a karşı samimi bir yüreği elde etmeyi koymak lazım. Bu çok önemli.
İkincisi, dürüstlük. Dini literatürde “istikamet” diyoruz, istikamet sahibi olmak. Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Size doğruluğu ve dürüstlüğü tavsiye ederim. Zira doğruluk, kişiyi erdemli bir hayata taşır. Böyle iyilik ve güzelliklerle dolu bir hayat da insanı cennete kavuşturur. Kişi doğru sözlülükte sebatkâr olursa Allah katında özünde ve sözünde dosdoğru insan, yani “sıddîk” diye yazılır. Yalandan da kaçının, zira yalan kötülüğe götürür, kötülük de cehenneme iletir. Kişi yalan söyledikçe ve yalan peşinde koştukça Allah katında yalancı yazılır.” (Buhari, Müslim) “Sıddîk”, peygamberlerden sonra Cenab-ı Hakk’ın sıralamasındaki ikinci gruptur, ondan sonra şehitler gelir. Demek ki dürüstlük (sözde ve amelde doğruluk), bir şahsiyet kalitesi olarak insanı Sıddîk mertebesine kadar götürebilen bir değer. Sözde doğruluk da çok önemlidir. “Söz kişiyi hem inşa hem imha eder.” diye bir makale kaleme almıştım.
Ayet-i kerimede şöyle buyruluyor: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin ki Allah sizin işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve Resulü’ne itaat ederse, muhakkak büyük bir başarıya ulaşmıştır.” (Ahzâb, 33/70-71) Adeta Cenab-ı Hakk, bütün amellerin düzeltilmesini dürüstlüğe ve dürüstlükte de söz doğruluğuna bağlıyor.
Ebu Said EI-Hudrî´den (r.a.) rivayetle Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “İnsanoğlu sabahlayınca, bütün azalar dile boyun eğip şöyle derler: Bizim hakkımızda Allah’tan kork; çünkü biz senden bir parçayız. Sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Sen eğrilirsen biz de eğriliriz.” Kalbin bile eğriliği dille oluşuyor. Mesela büyükler “Söz vücut bulur ya da söz bir varlık ortaya koyar.” derler. Hakikaten söz, dürüst söylenirse inşa edici bir özellik taşır. Dolayısıyla hedef kişiliği elde etmek için çocuklarımıza, neslimize, kendimize kazandırmamız gereken en temel vasıflardan bir tanesi doğru sözlülüktür. Çünkü doğru sözlülük, insanın bütün davranışlarını düzenli hale dönüştürüyor.
Üçüncüsü, adalet ve denge. Adalet, her hak sahibine hakkını vermek, kimsenin hakkını çiğnememek, zülmetmemek, zülme sapmamak. Denge de; itidal, orta yolu bulabilmek. Yüce Rabbimiz “Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun…” (Nisâ, 4/135) buyuruyor.
Mesela bir idarecisiniz. Personelinizin size saygı göstermesini istiyorsanız, sizin adil olduğunuza inanmalarını sağlamalısınız. Anne-baba için de bu böyle. Eğer çocuklardan bir tanesi, babasının ya da annesinin kendisine karşı adil davranmadığını, kardeşlerini kayırdığını düşünüyorsa o kişi, babalık veya annelik mevkiini kaybeder. Cenab-ı Hakk, en ince noktalara varıncaya kadar adil olmamızı emrediyor. Ancak duygularımızda, sevgide, merhamette adaletli olmak da çok kolay değil. Ama insan Allah’tan korkmalı. “Ben bu kadarını yapabiliyorum. Gerisini affet ya Rabbi.” demeli.
Efendimiz’in yaşadığı bir hadise var: Sahabenin biri Peygamber Efendimiz’in yanında otururken, yanına küçük oğlu geldi. O da çocuğu kucaklayıp öptü ve dizine oturttu. Az sonra küçük kızı da geldi. Adam onu dizine değil de yanı başına oturttu. Bunu gören Peygamber Efendimiz dayanamadı ve ona: “Çocuklar arasında adaleti gözetmeli değil miydin?” buyurdu.
Numan bin Beşîr (r.a.) anlatır: Babam beni Resulullah’a götürdü ve; “Ben, sahip olduğum bir köleyi bu oğluma verdim.” dedi. Bunun üzerine Resulullah; “Buna verdiğini diğer çocuklarına da verdin mi?” diye sordu. Babam: “Hayır, vermedim.” deyince Efendimiz; “Allah’tan korkunuz; çocuklarınız arasında adaletli davranınız!” buyurdu. Bunun üzerine babam bağışından döndü ve verdiğini geri aldı.
Gerçekten biz adaleti, çoğu zaman “adil devlet adamı” diyerek devlet başkanından bekliyoruz. Ama evimizde, okulumuzda ya da işimizde de adaleti gözetmek gerekiyor.
Dördüncüsü, cömertlik: “Şahsiyet Dili”mize güç katan ve onu bereketlendiren dördüncü dinamik, cömertlik iksiridir. Cerrahi tekkesinin mürşitlerinden rahmetli Muzaffer Özak Efendi, Karagümrük’te ilk defa dergâhta tanıdığı Tosun Bayrak isimli gence: “Evladım! Sen bizim Amerika’daki elimizsin, gider gitmez çalışmaya başla.” diye iltifatta bulunur. O güne kadar tasavvuf kültüründen uzak kalan Bayrak: “Nasıl olur Efendim, ben daha işin başındayım.” deyince, Özak Efendi: “Evini, sofranı ve gönlünü dostlarına gece gündüz açık tutarsın olur.” der.
Bu hadiseyi anlatan Nazif Gürdoğan Bey devamla şu tespiti yapar: “O günden sonra Tosun Bayrak evini, sofrasını ve gönlünü dostlarına açtı ve bugün New York’ta çok uluslu büyük bir sohbet halkası oluşturdu.”
Veren insan, etkin insandır. Çünkü etrafından daima saygı ve sevgi görür. İtibar ve izzet sahibidir. Bu bakımdan söze başlayınca sözü dinlenir, bir iş yapınca yaptığı işe değer verilir. Sosyolojik bir vakıa olarak denilebilir ki toplumlarda merkez insanların, toplayıcı şahsiyetlerin ve başarılı liderlerin ortak özelliklerinden birisi, istisnasız hepsinin cömert oluşudur. Bütün peygamberler, veliler ve büyük liderler, her zaman “alan değil veren bir kişilik” sergilemişlerdir.
Rabbimiz cömert şahsiyetleri bereketli bir tohuma benzetir; hem de yedi başak veren ve her başakta yüz tane barındıran bir tohuma. Bu benzetme, adeta bir insanın cömertlik sayesinde kendini kat be kat artırmasının güzel bir tablosu gibidir. Vermek gelişmektir, kendini başka gönüllerde, mekânlarda ve zamanlarda çoğaltma iksiridir.
Cömertlerin yüzü güleç ve gönlü ferahtır. Sözleri tatlı, islah edici ve huzur yükleyicidir. Bu özellikleriyle verici şahsiyetler, etraflarına daima pozitif enerji yayarlar. Bu enerji, söz ve davranışlarında ve hatta sükûtlarında bile ortaya çıkar ve muhataplarını etki altına alır. Nitekim kültürümüzde “Cömerdin yemeği şifa, cimrinin yemeği ise dert olur.” denilmiştir.
Verici bir kişilikte birçok güzellikler bir araya toplanır. Bolluk bilincine sahip olduğundan her şeye ve herkese güzel bakar. Herkesin iyiliğini ister. Başkalarının başarıları, artıları ve güzellikleri onu rahatsız etmez. Sevgi verir, sevgi alır; saygı gösterir, saygı görür. Gönül genişliğine sahip olduğundan gam ve keder onda kalıcı değildir. Herkes hakkında iyi düşünür.
Verici kimlikte huzur ve teenni hâkimdir. Telaş ve stres, bu bilinç karşısında tutunamaz. Böyleleri reaktif bir davranış sergilemek yerine, proaktif bir paradigmayla, hayatı değerler ve prensipler merkezli yaşar. Böyle bir hayat tarzı da “Şahsiyet Dili”nin gücüne güç katar.
Mal vermek, hizmet vermek, zaman vermek ve hatta ulvî bir dava uğruna can vermek, hakikatte vereni fakirleştirmez; aksine, kişiliğe pozitif bir değer, huzur ve kalite yükler. Esasen kişiliğin artması, malın artmasıyla kıyaslanamayacak büyük bir kazançtır. Mevlana der ki: “Hak yolunda ekmek verirsen sana da ekmek verirler; can verirsen sana da can bağışlarlar.” Kur’ân-ı Kerim, muhtelif âyetlerde, bir güzellik ikramının en az on misliyle sahibine geri döneceğine ve kişiliğin olgunlaşmasının ancak vermekle gerçekleşebileceğine işaret eder.
Vermenin zıddı olan cimrilik ise, kişiliğin kendi içinde kilitlenme halidir. Bu şekilde kendine kilit vuran şahsiyetlerde huzurdan eser yoktur. Daima streslidirler. Duygusal zekâları gelişmediğinden kendileriyle ve çevreleriyle barışık değillerdir. Yüzleri gülmez, asık suratlıdırlar; kıskançlık girdabına doğru hızla yol alırlar. Böyleleri ile hiç kimse dostluk, arkadaşlık, ortaklık ve aile hayatı kurmak istemez. Kalabalıklar içinde bile olsalar hakikatte yalnız yaşarlar. Zira paylaşmak onlara göre değildir. Kimsenin gönül evine misafir olamazlar.
El ve gönül tutukluğu, gönül kuruluğuna ve darlığına sebep olur. Kurumuş bir gönülde şefkat, merhamet, muhabbet, fedakârlık ve hizmetkârlık duygusundan eser kalmaz. Bu güzelliklerden mahrum bir kişilikte ise “şahsiyet dili” gelişmez. Gönül kuruluğu, sözlerinde ve davranışlarında kendini ele verir. Muhatabın gönlünü hoş edecek bir güzel söz bile çıkmaz dilinden. Yunus Emre’nin ifadesiyle “Nice yumuşak söylese sözü savaşa benzer.”
Şahsiyet Dilimizi cömertlik iksiriyle sulamadan; özde, sözde ve işte bereket beklentisi, ham bir hayalden ibarettir.