İnanma Özelliğimizi Doğru Kullanmak / Şenel İlhan Beyefendi'nin Sohbetinden

Rabbimiz, insanı inanabilme özelliği ve kabiliyetinde yaratmıştır. Dünya üzerindeki semavi veya beşeri dinlerin hepsinin nedeni ve çıkış noktası, insanın böyle programlanması ile alakalıdır. Rabbimiz insanlara doğru bir din göndermeseydi yine insanlar uyduruk dinler bulup ona inanacaklar ve huzurlu bir yaşam için gerekli olan bu eksikliği tamamlayacaklardı. Nitekim insanlık tarihi boyunca dini inanışların hiç eksik olmaması ve dinlerin insanlar üzerinde azalmayan ve kaybolmayan etkisi bu gerçekliği ortaya açıkça sermektedir. 

İşte insan inanabilme özelliği olduğu için iman eder. Bu özellik güzel bir şeydir ama maalesef insanın inanabilme özelliğini çoğu zaman hor kullandığını görüyoruz. Şöyle ki; insan aptalca şeylere mesela, 13 rakamının uğursuz olduğuna, baykuş ötmesinin uğur getirmeyeceğine, taşlardan ağaçlardan yapılan heykellerde ilahi bir güç bulunabileceğine, ineğin kutsal tapınılacak bir varlık olabileceğine… vs. de inanabiliyor. Hatta ineğe bu kutsallığı verenlerin içinde akademik kariyeri profesör olanlar da bulunabiliyor. 

Bu örneklerden anlıyoruz ki inanma o kadar güçlü bir şey ki hiçbir delile ihtiyaç hissetmeden de insan inanabilir. 

Gerek hadis-i şerifler ve gerekse Kur’ân-ı Azîmüşşân insanın yaratılıştan var olan bu güçlü özelliğine birçok yerde temas ediyor.

“Her doğan İslam fıtratı üzere doğar; ama anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” (Buhari)

“(Resulüm!) Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun...” (Rum, 30/30)

“Muhakkak ki biz insanı ahsen-i takvîm üzere (en güzel biçimde) yarattık.” (Tîn, 95/4)

Bu ayetler ve hadisten görüyoruz ki; insan inanma konusunda fıtraten kabiliyetli bir şekilde yaratılmış. Bu, insanın çok büyük ve üstün bir özelliği olmakla birlikte aynı zamanda büyük bir zaafıdır da. Çünkü bütün kandırılmaları, dolandırılmaları ve yanlış yola sapmaları bu merkezden olur. 

Kelâm âlimleri imana ulaşmanın üç yolu vardır demişler. İnsanlar üzerinde bu iman kabiliyeti üç şekilde tezahür edebiliyor. 

1- Taklidî iman: Aklı devreye sokmadan dogmatik bir yaklaşım tarzıyla yapılan iman.

2- Diyalektikle, cedelle iman: Salt akıl kullanılarak varılan sonuca göre imandır. 

3- Tahkikî iman:  Eleştirel akılla, yani akla akıl kadar değer vererek elde edilen iman. İçinde hem akıl hem bilim, araştırma hem de yerine göre sezgi, taklit ve dogma bulunan iman.

İmanın bu üç şeklinden başka bir de tecrübî deliller vasıtasıyla elde edilen ve özel olarak bu tecrübeyi yaşayan kişileri bağlayan iman vardır. Bu tecrübî deliller kelam âlimlerince kesin delillerden kabul edilir. Allah’tan gelen feyzler, yaşanan olağanüstülükler, kerametler, mucizeler, manevi haller, Rahmanî rüyalar, tecrübî delillerdendir. Tasavvuf yolu da aslında tecrübî deliller yoludur. Tasavvufla iştigal eden, bunun hakkını veren insanlar tecrübî delillerle, aklen ve kalben tam bir itminan haline ulaşır, bütün şüphe ve şirk kirlerinden arınır ve şu ayete muhatap hale gelebilirler.

“Ey nefs-i mutmainne (kâmil bir iman sahibi olarak huzura ermiş olan nefs)! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbin’e dön!” (Fecr, 89/27-28)

Taklidî iman, hiç delilsiz inanmaktır. 

Taklidî iman, hiç delilsiz inanmaktır. Yani aklı devreye sokmadan dogmatik bir yaklaşım tarzıyla yapılan iman. Gelenek ve kültür olarak gelen dinî inanışlara dededen babadan gördüğü ile iman eden ve bu kabul ettiği dinin doğruluğunu hiç araştırmaya ihtiyaç hissetmeyen kişilerin imanı buna örnektir. Böyle hiç delil getirmesen, ecdadını taklit etsen de bu imanın geçerlidir. Ama bu kişiler İslam’ın dışında bir dine mensup bulunsalardı ne yaparlardı, bu ciddi bir sorudur. Araştırmadan, tahkik ve tetkik etmeden, varlıklar ve yaratıklar üzerinde Allah’ın sanatını müşahede etmeden, bu kâinat Allah’ındır diye iman eden kişiler felsefe ve inkârcı fikir karşısında imanını muhafaza edemeyip kolayca şüpheye düşebilirler. Çünkü taklidî imanda; insanın en önemli yetileri olan akıl, kalp, ruh, vicdan, gibi melekelerinde iman perçinlenip kökleşemez. Bu yüzden, az bir şüphe ve inkâr karşısında dayanamayıp çabuk sönebilir. 

Bu nedenle kelam âlimlerinin hemen hepsi itikadî konularda akıl yürütmenin vacip olduğunu söylerler. Ancak Eşarîlere ve Maturidîlere göre, taklit yoluyla iman eden kimse, istidlali terk ettiği için günahkâr olmakla birlikte, mümindir. İslam’ın tasvip ettiği, önerdiği imanda biraz araştırma, biraz tahkik olmalıdır. Küçücük bir delil de olsa onunla iman eden, tahkikî iman sahibi olur ki bu hiç zor bir şey değildir.

Diyalektikle iman, İslam âlimlerinin reddettiği hoşlanmadığı imandır.

Diyalektikle iman, İslam âlimlerinin reddettiği hoşlanmadığı imandır ki her şeyi araştırarak imandır. Bu hoş olmayıp sapıklığa kadar götürür. Burada, istidlalî konuları, gaybî konuları, objektifmiş gibi ele aldığın için işi baştan kaybediyorsun. Sanki elektronun varlığını, atomun varlığını ispat gibi, soyut ve subjektif konuları ispat etmeye kalkıyorsun. Subjektif konuların belki varlığından söz edilebilir, mahiyetlerinden asla söz edilemez. Onun için bütün gaybiyat ya da bütün metafizik konular fizikleştirilemeyeceğine göre, yani imanî konular bilgi konusuna getirilemeyeceğine göre, bu ispat objektif ispat değildir. 

İman kalpte olur, akılda değil. Yani iman meselesi kalp ağırlıklıdır, bilgi meselesi akıl ağırlıklıdır. Eğer imanla bilginin farklı olduğunu anlayabilirsek, bilgi ağırlıklı değil de sezgi ağırlıklı iman ederiz. Ancak bu, imanda bilgi yok demek değildir. İmanda da bilgi vardır ve epistemolojik değer açısından da objektif bilgi olmasa da istidlali bilgi olduğu için kesin bilgi sayılır. Bu bilginin ampirik bilgiden tek farkı ucu açık, soruya açık bilgi türü olmasıdır. Buradaki ucu açıklık, istidlali bilginin kesinliğine asla zarar vermez. Tabiatı gereği ucu açıktır, zayıflığından değil. Öyleyse aklı yok saymayalım ama ona altından kalkamayacağı işi yüklemeyelim. Zira aklını istediğin büyüklükte bilgiyle donatsan bile yine de 2+2=4 gibi, imanî mevzuları ispat edemezsin. Zira iman mevzuları yapısı gereği akıl ile tam olarak ispat edilip soru kalmayacak şekilde kapatılamaz, bu sebeple inanç ve bilgiden ayrıdır. Bilgi başka inanç başkadır. Bilgi şudur: Ben şu kumandayı bilirim, karşımda duran kişiyi bilirim. Ama mutfakta kim var bilemem, ancak inanabilirim, bilmem söz konusu değildir. Bilmem için oraya gitmem lazım. Bundan dolayı inanç ile iman farklıdır. İnanç, test edilebilen imandır; iman ise test edilemeyen inançtır. Dolayısıyla İslam’ın imanı test edilemez. Ancak ahirette onun doğruluğunu objektif olarak görebiliriz. İmanın test edilememesi onun yanlış olduğunu göstermez. Bilakis İslam imanında istidlali bilgiyle beraber subjektif kesinlik vardır.

Nefs-i emmare inkâra meyillidir, tezkiye olmadan sorulardan vazgeçmez.

Şekerin tadını alamayan bir hastayı düşünün. Ona şekerin tadını anlatsanız da anlamaz, anlaması için tatması lazım. Şekeri tatmadığı için, içinden şekeri inkâr eder. Terbiye ve tezkiye görmemiş haliyle ham nefs, şekeri tatmayan adama benzer. Bu kişilerin nefsine “nefs-i emmare” denir. Bu Kur’ânî bir tabirdir ve ham haliyle bu nefs inkâra meyillidir. Nefs, tezkiye olup da Kur’ân’da bahsi geçen “mutmain nefs” haline gelene kadar da kâfirliğini devam ettirir. Peygamberlerin ve velilerin dışında tüm insanların nefsi, emmare karakterlidir. Böyle olunca istediğin kadar uğraşsan da delille nefsi tam ikna edemez, imanî hakikatleri ona daha soru soramayacak şekilde ispat edemezsin. Bu durumda kelâm âlimleri; o zaman boşuna salt delil yoluna girme, sana yetecek kadar delil bul yeter, diyorlar. İmam-ı Rabbani’nin görüşü de böyledir, ben de bu görüşteyim. Ayrıca bu konuda bütün görüşleri, delilleri ile bilirim.

“İstidlalî ispat” ne demek?

İmam-ı Rabbani “istidlalî ispat” diyor, ampirik (deneysel) ispat değil. “İstidlalî ispat” ne demek? Delillerin götürdüğü yere kadar gidip sonra küçük bir sıçrama yapmak. Bu yaklaşım asla dogmatiklik değil. Mesela pencereden giren güneşin ışığını görüyor, ısısını hissediyorsun. Ama pozisyonun gereği havadaki güneşi göremiyorsun. Bu durumda “Dışarıda hava güneşli, gökyüzünde güneş var.” demek dogmatiklik midir? Hayır, güneşin ışığı ve ısısı gibi iki güçlü delille “güneş var” demek dogma olmaz. Yani böyle delillerin ve araştırmanın olduğu yerde dogma olmaz. Tam tersi, bu örnekteki gibi bir durumda “dışarıda güneş var” diyen değil, bu güçlü delilleri görmezden gelerek güneşi inkâr eden veya agnostik (bilinemezci) yaklaşan kişi dogmatiktir. Tıpkı ateistlerin veya Agnostik ateistlerin yaptığı gibi… Evet, güneşi bu durumda kim inkâr eder? Her halde hastalıklı beyinler ve bir de aklı değil önyargıları devrede olan art niyetliler. İşte bu şekilde deliller ve araştırma ile yaklaşıma “istidlalî ispat” denir ve bu anlamda “istidlalî ispat” “ampirik (deneye dayalı) ispat” gücündedir. Kur’ân’da bu ispat şekline bazen “burhan” bazen de “sultan” deniyor. Dolayısıyla en yüksek düzeyde ispattır. 

“Ey insanlar! Size Rabbiniz’den burhan (kesin bir delil) geldi ve size apaçık bir nur (Kur’ân) indirdik.” (Nisâ, 4/174) 

“Celâlim hakkı için Musa’yı da ayetlerimizle ve bir sultan-ı mübîn (delil) ile gönderdik.” (Hud, 11/96) 

Burhan ve sultan kelimeleri görüldüğü gibi hak ile batılı, doğru ile yanlışı ayıran bütün şüpheleri gideren kesin delil, kanıt, hüccet anlamlarında Kur’ân’da kullanılmıştır. 

Güneş örneğinde olduğu gibi iman mevzuu şeylerin bir tarafı perdeli olup o ucu soruya açıktır. Yani yapısı gereği istidlalî ispatın bir ucu soruya açıktır. Bütün gaybî hakikatlerin bir ucunun soruya açık olması bundandır. Dolayısıyla boşuna uğraşma; kendi içinden gelen soruları da susturamazsın, karşıdaki kişinin sorularını da susturamazsın. Ancak delili ortaya koyar, sonra aklına gelen sorulara “Kesin sesinizi!” dersin. “Kesin sesinizi!” demen fanatiklik ve dogmatiklik değildir. Dogmatiklik, delilsiz inanmaktır. Sen istidlalî bilgiyle de olsa delil ortaya koyduktan sonra, karşı delil gibi duran istidlalin, delilin zayıflığıyla  alakası olmadığı halde istidlali bilgi türünün yapısından kaynaklanan  ucu açıklık sorularının epistemolojik değeri olmadığı için vehim ve vesvese hükmündedir.Vesveseye aldırmamak da dogmatiklik değildir. Karşı delilleri reddetmen, gerçek deliller olmadığı için gayet normaldir. Neden? Çünkü sen delil ortaya koydun ve inandın. İnanmak sana “subjektif kesinlik” duygusu verdi. “Subjektif kesinlik” duygusunda sen delille hareket ettiğin ve inancına zıt her şeyi saçmalık olarak gördüğün için başka şeyleri dinlememen dogmatiklik değildir. İnandığın şeylere delilsiz inanırsan duymazlıktan gelirsen bu dogmatikliktir.

Kur’ân dogmatikliği değil, tahkikî imanı tavsiye eder.

Kur’ân baştan aşağı, aklı kullanarak gerçeğe ulaşmaktan yani ispattan bahseder. Dogma, aklın ve araştırmanın karşısındadır. Bundan dolayı Müslümanlarda; “Bu konular nasıl olsa araştırılmış ve ispat edilmiştir.” diye bir inanç hâkimdir. Yani Müslümanlıkta güçlü bir şekilde “delilli bir din” duygusu vardır. Batılılarda böyle şey yok. İnanıyoruz, çünkü saçmadır mantığı bile vardır. Gerisini siz hesap edin... Batılıların da Allah’ın varlığı ile ilgili çok sağlam delilleri var. Allah’ın varlığını ispat, diğer semavî dinlerin mensuplarında da aynıdır. Allah’ın varlığının delilleri kâinatta çoktur. Ancak Hristiyanlar bilerek ya da bilmeyerek, Allah’ın varlığına olan güçlü delilleri sanki Hristiyanlığın varlığına delilmiş gibi algılayarak Hristiyanlık ve Yahudiliğe inanma konusunda  dogmatiklikten kurtulamamış, araştırmadan körükörüne inanmayı sürdürmektedirler ve bu yüzden diğer dinleri araştırmazlar  direkt geçerler. Elbette Allah varsa din de açık olarak vardır. Ahlâk kuralları dinsiz olmaz. Ahlâk ise hukuksuz, hukuk da ahlâksız olmaz. Buradan çıkan sonuca göre din şarttır. Din şart olduğuna göre; çok kolay bir şekilde, Allah’ın varlığını herkes ispat edebilir. İmâm-ı Âzam da böyle yaklaşıyor. Hanefiler bu yolla, nübüvvetin ve peygamberin gerekliliği çok kolay ispat edilebilir, bu açık diyorlar. Ancak İmâm-ı Âzam’ın dediği ispat herkesin anladığı ispat değil, “istidlalî ispat”tır.

Küçücük bir delil de olsa onunla iman eden “tahkikî iman” sahibi olur.

Tahkikî iman her şeyi ispat etmek demek değildir, bir delil yeter. Küçücük bir delil de olsa onunla iman eden “tahkikî iman” sahibi olur. Mesela gözleri ele alalım; gözlerin tesadüfen oluşması imkânsızdır. Bir gözün görebilmesi için 30-40 tane tesadüfî katkının bir anda olması gerekiyor. Sırayı beklersen göremezsin. Göz organının, böyle 30-40 tane tesadüfî katkının aynı anda olmasıyla oluşabilecek milyonlarca kompleks yapısı var; bunlara göre göz organı tesadüfen asla oluşamaz. Bunun gibi kâinatta binlerce delil var. Bunlardan biriyle inanan kimse “tahkikî iman” sahibidir, diyalektik imana ihtiyaç yoktur. Eski dilde dünyevî şeyleri ispat etmek için kullanılan yöntemlerle Allah’ın varlığını ve Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu ispat etmek saçmalıktır. Ben insanlara merhametimden onlara yardım için bilerek bu cedel yoluna girdim. Ama asla benim imanî kaybım olmadı. Çünkü Allah’ın yardımıyla benim çok özel önemli tecrübî delillerim vardı. Neticede hem çok güçlü bir mutasavvıf hem de çok güçlü bir kelâmcı olarak bu işin altından kalktım. Şu anda yemin ederim vallahi, billahi, tallahi; bırak insanları, bir stadyum dolusu şeytanla tartışır ve onları mat ederim. O kadar bilgime güveniyorum, yeter ki adaletli olsunlar. Rabbim’in yardımıyla ben yürüyen bir imanım. Bir şeye inanıyorsam etrafımdakiler o şeye inanmazlarsa acırım onlara. İşte açıkca söylüyorum: Benim inandığım bir şeye, sırf aklıma ve araştırmalarıma güvendiği için inanan bir Müslüman, taklidî iman sahibi değil tahkikî iman sahibidir. Çünkü aklını kullanmıştır. Aklını delillerle uğraşarak değil de ömrünü delillerle uğraşarak heder eden benim gibi bir insana inanarak en büyük akıllılığı yapmış ve tahkikî imanı elde etmiştir. O yüzden, Müslümanların taklidî imanının caiz olup olmaması taklit ettiği kişiye göre değişir. Buna rağmen İslam Tarihi, taklit etmeye değer iman ve ahlak kahramanlarıyla dopdoludur. Hristiyan ve Yahudilerde ise fanatik, dogmatik, körükörüne iman kahramanları vardır. İşte İmam-ı Rabbani diyor ki: “İslam dünyasında taklidî iman olmaz.” Nedeni ise Müslümanların arasında böyle adamların olmasıdır. Müslümanlar da bunun farkında, bunu biliyorlar. Kelâm âlimleri diyor ki: Hz. Muhammed mucizelerle gelmiş. Mucizelerle geldiğine göre getirdiği Kur’ân’ın varlığı, Allah’ın da delilidir. Aynı onun gibi aklına, ahlakına, ilmine şahit olduğun yakınlarından bir âlimi taklit et. Böyle düşünerek taklit etmek ise asla taklidî iman değildir. Bu tahkikî imandır. O zaman Şenel İlhan Beyefendi inanıyorsa ben de inanıyorum demek tahkikî iman sayılır, taklidî iman değil… İnsanın kendinden akıllı birine tâbi olması gayet normaldir, hatta akıllılık ve gerekliliktir.