Sahih Sünnet Kur’ân Gibi Korunmuştur / Şenel İlhan Beyefendi'nin Sohbetinden

İnsanların karakterli olanları yanlış fikirler içinde olsalar bile fıtratları gereği gelip doğruyu buluyor ve doğruyu görünce teslim oluyorlar. Yani nefislerine uyup yanlıştan yana tarafgir davranmıyorlar, vicdanları ve dürüstlükleri buna engel oluyor. İşte böyle dürüstlükten mahrum bir zümre ısrarla hadisleri inkâr ediyor ve “Bize yalnız Kur’ân yeter!” diyorlar ki hiçbir akıl ve vicdan böyle bir şeyi kabul etmez. Bu, dış dünya var mı yok mu tartışmasına benziyor. Dış dünya var ama hâlâ bunları marjinal bir kesimde tartışanlar var. Yine Darwin teorisi de çürütüldü ama ısrarla bir grup hâlâ bunları tartışıyor ve bilimsel bir bilgi gibi ortaya koymaya çalışıyor. Hadisleri inkâr edenlerin zihniyetleri de bunlar gibi; aynı pozitivist mantıklı adamlar hadisleri reddediyorlar. Yani “gözümle görmediğime inanamam” mantığı bunların ki. Sorun ontolojik değil, epistemolojik… Sünneti nasıl inkâr edersin? Şu bir gerçek ki Kur’ân’ın korunduğu gibi Kur’ân’ın anlaşılması için ihtiyaç olan sünnet de korunmuştur. “Kur’ân’ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr, 15/9) ayeti sünnetin de korunduğuna delildir. Uydurulmuş yüzlerce hadise rağmen İslam âlimlerinin bin bir emekle topladıkları sahih diye isimlendirdikleri hadisler ve sünnetler, korunarak günümüze gelmiştir; tıpkı Kur’ân’ın aynı ellerle korunarak günümüze gelmesi gibi...

Sünnetin Kaynağı da Vahiydir

Sahih olan hadis ve sünnetler Kur’ân’dan birer ayet değildir ama kaynağı Allah’tır. Sünnetler ve hadisler de vahiy yoluyla gelmiştir ki bunlara “gayri metlüv vahiy” denir. Evet, bunda şaşacak bir şey yok, kitap haricinde vahiy gelir, gelmiştir de… Nitekim bunun Kur’ân’da örnekleri çok… Kendilerine kitap verilmeyen peygamberlere gelen vahiy de bu türdendir. Hatta peygamber olmadığı halde kendisine vahiy gelen kişiler vardır. 

Mesela: “Musa’nın annesine şöyle vahyettik: Onu emzir. Onun başına bir şey gelmesinden korktuğunda onu (sandık içinde) denize bırak. Korkma ve üzülme! Biz onu tekrar sana kavuşturacağız ve onu peygamberlerden yapacağız.” (Kasas, 28/7)

Yine Hz. Meryem’e gelen vahiy de böyledir:

(Meryem), “Ey Rabbim! Bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?” dedi. Allah, “Öyle ama, Allah dilediğini yaratır. O, bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir.” dedi. (Âl-i İmrân, 3/47)

Diretmenin anlamı yok! Bu nedenle sünnet de bir vahiydir ve Hazreti Peygamber’e (sav) Kur’ân’da olmayan vahiyler gelmiştir. Dolayısıyla sahih olan sünneti reddetmek adamı küfre kadar götürür ki bunun şakası yoktur.

Biraz aklı ve vicdanı olanlar şu ayeti nasıl yorumlarlar acaba:

“O kendi hevasından konuşmaz. Onun konuşması kendisine İlka edilen bir vahiy’den ibarettir.” (Necm, 53/3-4) Evet, işte bu ayet açıkça gösteriyor ki Rasulullah’ın (sav) dinle alakalı bütün konuşmaları vahiydir. O kendi heva ve arzusundan İslam’a bir şeyler katmamıştır... Eğer kendinden bir şey katsaydı bakın ayetle nasıl tehdit ediliyordu:

“Eğer Muhammed kendinden bazı sözler uydurup da bizim söylediğimizi iddia etseydi biz onu kuvvetle yakalardık. Sonra onun, kesinlikle şah damarını keser atardık. İçinizden hiçbiri de buna engel olamazdı.” (Hakka, 69/44-47)

Bu konuyla alakalı bir başka ayette de: “...Muhakkak ki ben, ancak bana vahyolunana tabi oluyorum. Ve ben apaçık bir uyarıcıyım.” (Ahkaf, 46/9) buyrulmakta...

Neticede, bu ve benzer ayetler açıkça gösteriyor ki, Allah Rasulü’nün (sav) dinle alakalı gerek konuşmaları gerekse uygulamaları, tavsiye ve tembihleri vahiy yoluyla gelmiştir. Çok az olarak da kendi içtihatları vardır ki bu durumda da hatası varsa Rabbi tarafından düzeltilmiştir... Dolayısıyla bu sünnetlere uymak ve tâbi olmak yalnız Rasulullah’a tâbi olmak değil, aynı zamanda Allah’a da tâbi olmak demektir.

Sünnet ve hadisin eş anlamlısı olan haber, takip ettiği yol itibarı ile “Mütevatir haber” ve “Âhâd haber” olmak üzere iki kısma ayrılır. Hz. Peygamber’den, Sahâbe’den ve Tâbiûn’dan nakledilen bir haber, ilk kaynağından itibaren her nesilde yalan üzere birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir kalabalık tarafından rivayet edilmişse buna “mütevatir haber” denir. Mütevatir haberin şartları ağırdır. Ancak bu şartları yerine getiren haber “mütevatir” olur. Bu yüzden “Mütevatir Haber” yüzde yüz kesinlik ifade eder. Ve mütevatir haberi inkâr o nedenle insanı küfre götürür.

Mütevatir haber iki kısma ayrılır: 

1. Lafızlarıyla Mütevatir: Aynı lafızlarla rivayet edilen hadislerdir. Mesela: “Bile bile bana yalan isnat eden kimse cehennemdeki yerini hazırlasın.” hadisi böyle bir hadistir. Bunlar gibi, mest üzerine mesh ile ilgili hadis, şefaat hadisi ve namazda elleri kaldırma hadisi gibi hadisler, havz hadisi, lafızlarıyla mütevatir hadislere örnektirler.

B. Manasıyla Mütevatir: Hz. Peygamber’in abdest alışını, namaz kılışını, nasıl oruç tuttuğunu, nasıl hac yaptığını anlatan ibadetlere dair hadisler böyledir. Yine, Allah Rasulü’ne cennette Kevser Havzı’nın verileceğine dair rivayetler ve güzel ahlakını bildiren farklı lafızlarla gelmiş pek çok hadis mânen tevâtür derecesine ulaşmış rivayetlerdir. Âlimler sayılarında ihtilaf etmişlerse de pek çok sayıda Mütevatir hadis rivayet edilmiştir.

Âhâd Haber…

Hz. Peygamber’den nakledilen haberlerin râvi sayısı en az üçe düşerse “meşhûr” veya “müstefiz”; ikiye düşerse “azîz”; bire düşerse “garîb” veya “ferd” adını alır. Mütevatir dışında kalan bu haber çeşitlerinin hepsine birden hadis âlimleri “âhâd haber” demişlerdir. Hadis âlimleri, sıhhat dereceleri ne kadar güçlü olsa da sadece zan ve galip zan ifade ettiklerinden dolayı âhâd haberleri, akidede delil olarak almayı doğru bulmamışlardır. Dolayısıyla eğer akide ile ilgili bir konuda delil âhâd haber ise bunu inkâr eden kâfir olmaz. Ama âhâd haberlerle fıkhî ve ahlâkî konularda amel edilir... Ancak burada en önemli şart, haberin Hz. Peygamber’den sudûr etmiş olması, yani hadisin her türlü illet ve kusurdan uzak olmasıdır.

Bir meselede, sıhhatinden şüphe olmayan âhâd haberle amel etmek bence bir müçtehidin içtihadından önde gelir. Zira içtihat da zannî bir çıkarımdır ve içtihat zannî olunca selefin görüşünü ifade eden âhâd habere uymak içtihattan daha makbul olur. Daha açıkçası, âhâd haber bize seleften geldi, selef o habere inandı ki bize aktardı. Onların aktardığı şey onların inandığı şeydir… O zaman, bu âhâd haber sahih ise ben kendi adıma, içtihatla amel caiz olunca onun yerine seleften gelen âhâd haberle amel etmeyi tercih ederim, bunda ne sakınca var?

Günümüzde bu konulara ilişkin tartışmalara gelince, Allah’ın varlığı, sıfatları vs. gibi akideyi ilgilendiren konular zaten Kur’ân’da açıkça var, bu meselelerde problem yok. Biz cennet ve cehennemin varlığını tartışmıyoruz, bununla ilgili ayet var, nas var… Bu konuda zaten sorun yok ama cennet ve cehennem ehlinin ahvali, miraç hadisesinin teferruatı, kabir ehlinin halleri vs. gibi tali konular âhâd haberle gelmiş… Bu konularda âhâd haberle amel olur ama bunun için yukarıda anlattığımız üzere bazı emareler gerekir. Mesela 3-5 âhâd haber bir araya gelirse “hads” oluşur ki “hads” demek “sezgi” demektir. Batı bilim dünyasında da sezgi kesin bilgidir. Bizdeki radikallerin bu konulara yaklaşımı ise aslında psikolojiktir. Sonuçta bu konulara inanırsan inan, inanmazsan zaten küfür değil. O zaman bir bardak suda fırtına koparmanın anlamı ne?

Akla, mantığa biz de önem veriyoruz, bu konuyu tartışmayız bile… Nitekim sahih hadis kitaplarında mantığa uymayan bir hadis olsa bunu da tartışır sorgularız… Bu konu tamam da her akla uymayanı reddetmek ne demek? Mesela, sembolik dil var, mecazi anlatım var… Bu tür kriterlere göre hadisler değerlendirilmeden peşinen mantıksız deyip atmak akılcılık mıdır yani? Orta bir yol yok mu? İşte orta yol her zaman akl-ı selimin peşinde gitmek, ifrat ve tefritten uzak olmaktır.

“Rical-i Gayb” Vardır ve Belli Ölçülerde Tasarrufları Haktır

Ahmed bin Hanbel’in (r.aleyh) naklettiği bir hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

“Bu ümmet içerisinde kırk kişi İbrahim meşrebi üzerinde, yedi kişi Musa meşrebi üzerinde, bir kişi de Muhammed (sav) meşrebi üzerinde bulunur. Bunlar mertebelerine göre insanların efendisidir.” (Bu hadis, İmam Ahmed bin Hanbel’in “Kitabü’z Zühd”ünde sahih, hatta mütevatir olarak belirtilmektedir.) Bu sahih hadiste de işaret edildiği üzere kim ne derse desin ben biliyorum ki “Rical-i Gayb” denilen gizli veliler vardır. Belirli zamanlarda ve belirli yerlerde toplanmaları bir araya gelmeleri doğrudur. Kerametleri, keşifleri ve dahi insanlara yardımları dahi gerçektir. İçimizde yaşayan bu veliler ordusunun, belirli sınırlar içinde tasarruf yetkileri de vardır ve özellikle ahir zamanda bunların tasarrufları artacaktır. Yalnız bunların yetkilerini hâşâ Allah’ın yetki sınırlarına çıkarmak şirk ve günah olur. Hiç tasarrufları yok demek de gerçek dışı bir yaklaşımdır. İtirazcılara verilecek en güzel cevap Kur’ân’da vardır. Kur’ân’da Belkıs’ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar getiren kendisine ilim verilmiş birisinden bahsedilir. Cin taifesinden bir ifrit de bu tahtı getirmek istemiştir. Bu konu Kur’ân-ı Kerim’de şöyle geçer:

Süleyman, “Ey ileri gelenler! Onlar bana teslim olmadan önce hanginiz bana onun (kraliçenin) tahtını getirebilir?” Cinlerden bir ifrit, “Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm ve şüphesiz ben, buna güç yetirecek güvenilir biriyim.” dedi. Kitaptan bilgisi olan biri, “Ben onu, gözünü kapayıp açmadan önce sana getiririm.” dedi. Süleyman, tahtı yanında yerleşmiş halde görünce şöyle dedi: “Bu, şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek için, Rabbim’in bana bir lütfudur. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse (bilsin ki) Rabbim her bakımdan sınırsız zengindir, cömerttir. (Neml, 27/38-40)

Görüldüğü gibi bu ayette ifritlerin neler yapabileceğine işaret edilmekle beraber salih bir zâtın da onlardan daha seri olarak böyle işleri yapabileceği anlatılmaktadır. İbni Abbas’ın görüşüne göre bu kişi, Hz. Süleyman’ın vezirlerinden Asaf b. Berhıya’dır.

Aradaki mesafenin o dönemlerdeki bineklerle iki aylık bir mesafe olduğu düşünülünce yapılan işin büyüklüğü ortadadır. İşte Süleyman aleyhisselamın bir mucizesi olarak veziri böyle bir keramet göstermiştir. O zaman Muhammed aleyhisselamın ümmetinden olan velilerin de böyle tasarruflarının, kerametlerinin olmasından doğal ne olabilir? İçimizde bir zümre tarih boyu böyle şeyleri inkâr edip anlamak istememiştir. Ama elhamdülillah bizler, bu tasarrufları, keşif ve kerametleri hemen her gün bizzat görüyor, şahit oluyor ve yaşıyoruz. Sonra veliler bilirler ki böyle şeyler kimsenin kendi malı mülkü değil, Rabbimiz’in sevdiği kullarına ikramıdır. Neticede kitabımıza da uyan şey niye aklımıza uymasın?