FEYZ: Efendim, gelenekçi müslüman ve yenilikçi müslüman kavramlarına nasıl bakıyorsunuz?
Prof. Dr. Mehmet AYDIN: Yenilikçi müslüman bir mütefekkirdir, kendi çapında bir mütefekkirdir, bir münevverdir. İçinde yaşadığı toplumun problemlerini bilir. O problemlerin çözümüyle ilgili, İslami açıdan, İslamın ışığında çözümüyle ilgili fikirleri olan insandır. Bunları yazıp çizen insandır, bunları savunan insandır. İslam dünyasının yazıp çizenleri tarafından, bu kavramlar kullanılıyor. Ama doğrusunu isterseniz, çok da öyle, arada kalın bir çizgi yok. Yani öyle çok da tanımlanmış kavramlar değil bunlar. Geleneksel müslüman deyince veya yenilikçi müslüman deyince, bunlarla ilgili literatüre bakacak olursak, daha çok geleneğin, iki anlamda kullanıldığını görüyoruz. Dolayısıyla geleneksel müslümanın iki anlamda kullanıldığını görüyoruz. Birincisi, işte hepimizin bildiği anlamda gelenek; tarihin bize getirdiği, tarihin bize sunduğu dini anlayış ve davranış içerisinde olmak nedir bu?
Yani asırlardır bizim bir namaz kılma usulümüz var ve din deyince aklımıza gelen şeyler var. Oruç var, zekat var, tesettür var ve bir sürü başka şeyler var. Geleneksel olarak biz, dini hayatımıza baktığımızda İslam dünyasında bunun önemli ölçüde hakim olduğunu görüyoruz. Diyelim ki, işte namazın belirlenmiş vakitleri vardır. O vakitten bir saniye önce bile olsa caiz midir, değil midir veya bir dakika olsa caiz midir değil midir diye, bir tartışmanın ortaya çıktığını biliyoruz. Bunu niye söylüyorum. Çünkü öbür tarafta, yenilikçi dediğimiz tarafa geldiğiniz zaman, mesela çok rahat bir biçimde diyor ki, efendim işte, sabah namazı, güneşin doğuşundan evveldir ve akşam namazı güneşin batışından sonradır.
Şimdi evvela yaşama tarzında çok önemli bir farkın olmadığını söyleyeyim. Yenilikçi müslümanla geleneksel müslüman arasında, öyle elle tutulur gözle görülür bir fark yok, yaşama bakımından. Ama entellektüel, fikri hayata geldiğimiz zaman, zaten orada bir fark var. Orada da doğrusunu isterseniz, o geleneksel dediğimiz şeyin ikinci kısmına bakmamız lazım. "Geleneksel müslüman aydını" dersek mesela, aklımıza daha çok, Seyyid Hüseyin Nasr gibi -o ekolde olan epeyce insan var, şahsen tanıdığım 15-20 insan var ve bunların çoğu da muhtedidir, ihtida etmiş insanlardır - Onlar, geleneği zaten din anlamında kullanıyorlar. Geleneği büyük harfle yazıyorlar ve din anlamında kullanıyorlar. O, geleneğin, gelenekçiliğin farklı bir yoruma tabi tutulması, farklı bir şekilde anlaşılması...
Onu bizim günlük dilde kullandığımız gelenekten ayırmak lazım... Yani onlara göre, aslında her büyük dini geleneRte hakikat vardır, dolayısıyla biz, bu modern hayatın bozduğu, dejenere ettiği fikir dünyamızdan, his dünyamızdan, eylem dünyamızdan uzaklaşmayı bilir, geriye doğru gider ve bu otantik, sahih, halis geleneğe varırsak, pek çok problemimizin çözüldüğünü görürüz. Çünkü orada, büyük ölçüde, vahyin belirlediği -bu, hris-tiyanhk için de yahudilik içinde sözkonusudur - veya büyük ölçüde etkili olduğu bir otantik gelenekle karşı karşıyasınız. Dolayısıyla bugün bizim problemlerimizin, önemli bir kısmı, bu modern hayatın ortaya çıkardığı bölünmüşlükten, parçalanmışlıktan, materyalizmden, dünyaya bağlı olup kendimizi aşkına mu-taal olana kapatmamızdan kaynaklanıyor. Oysa geleneksel olan, böyle değil...
Gelenek, daha doğrusu büyük harfle yazdığımız gelenek böyle değil. O geleneğe gittiğimiz zaman, önemli ölçüde dinler arasında da bir yakınlığın, hatta bazılarına göre bir birliğin olduğunu görürüz. Mesela, Türkçeye çevrilmiş olan Shoun'un meşhur, "Dinlerin Aşkın Birliği" kitabının tezlerinden bir tanesi bu... Yani aşkın boyutta gittiğiniz zaman, dinler arasındaki, büyük dinler arasındaki farklar da o kadar önemli olmuyor. Yani şimdi, kısaca toparla yacak olursak, birincisi, geleneği iki şekilde anlamak mümkün. Geleneksel müslüman, yenilikçi müslüman. Burada geleneksel müslümanı, sıradan insanlarımızı, annelerimizi, babalarımızı, camiye giden cemaati kastediyorum. Bunlar İslam'ın fikir dünyasıyla doğrudan alakalı değildirler. Bunlar İslam'ın fikir dünyasının problemlerine aşina değildirler. Onun için de, onlar rahatsız eden, onların zihinlerini meşgul eden problemler değil bunlar. Ya da en azından büyük ölçüde değil demek lazım. Belki hissedebilirler bazı sıkıntıları, İslam dünyasında olup bitenler canlarını sıkabilir.
Ama yine de içinde bulundukları fikri atmosfer gereği, islam dünyasının problemleriyle alakalı değiller. Yenilikçi dediğimize gelince, onların da hayatlarının önemli bir kısmının, geleneksel tarzda devam ettiğini biliyoruz. Yani ameli hayatta çok büyük farklar görülmeyebilir. Ama eğer biz yenilikçiliği, biraz böyle Mehmet Akif merhum gibi, Said Halim Paşa gibi insanların savundukları, en azından açıkladıkları ve savundukları din ve dini hayat açısından değerlendirecek olursak, burada çok önemli şeylerin olup bittiğini görüyoruz. Yani bu insanlar, bu yenilikçi müslümanlar ve artık mecburen yenilikçi müslüman aydınlar diyeceğimiz insanlardır. Çünkü başta söyledim, bu yenilikçilik bir fikri akımdır. Yeni elbise giydikleri için bunlara yenilikçi demiyoruz. Son model araba kullanan müslümanlar oldukları için bunlara yenilikçi müslüman demiyoruz.
Veya modern hayatın içinde oldukları için yenilikçi demiyoruz. Dini yeniden düşünme zaruretini hissettikleri için ve yeni projeler öne sürdükleri için, problemlerin çözümünde yeni teklifler ortaya attıkları için bunlara yenilikçi müslümanlar diyoruz. Ve dediğim gibi yine bunu, büyük ölçüde bizim ikinci meşrutiyet döneminden itibaren, yakın tarihimizde sürüp gelen, bir ihya hareketi olarak daha çok düşünüyorum, yenilikçilik deyince... Herşeyden evvel tabii, yenilikçi müslüman bir mütefekkirdir, kendi çapında bir mütefekkirdir, bir e yaşadığı toplumun problemlerni bilir. O problemlerin çözümüyle ilgili, İslami açıdan, İslamın ışığında çözümüyle ilgili fikirleri olan insandır. Bunları yazıp çizen insandır, bunları savunan insandır.
Dolayısıyla, ikisi arasında ki bağı belki şöyle söyleyebiliriz. Yenilikçi müslüman, gelenekçi müslümanı, bir bakıma günümüze getirmeye çalışan insandır. Geleneksel müslümanın hayatına bu yeniliğin neşesini üflemeye çalışan bir insandır. Doğrusunu isterseniz, büyük ölçüde de başarılı oldukları söylenebilir. Belki arzu edilen düzeye gelmemiş olabilir bu başarı. Ama bugün pek çok, İslam dünyasında dini hayatta önemli oluşumlar var, önemli gelişmeler var. Bunun arkasında muhafazakar merkezde hareket etmek isteyen, etmeye de çalışan yenilikçi müslüman mütefekkiri görüyorum. Aradaki farkları kısaca belki böyle düşünmek mümkün.
FEYZ: Efendim, bir müslümanın günlük hayatında modernizmin yeri nedir?
Prof. Dr. Mehmet AYDIN: Şimdi tabii evvela, modernizm kelimesini biraz açmak lazım. Biliyorsunuz, birbirine yakın üç kelime kullanılıyor daha çok günümüzde. Üçü de aynı kökten geliyor. Modernizm, modernleşme ve Modernite... Modernizme Türkiye ve İslam Dünyası açısından baktığımızda, bir bakıma yine iki şekilde görmek lazım. Birincisi, modernleşme süreci olarak görülen modernizm dediğimiz...
Bir de, buradaki şekliyle "izm" olarak görülebilir diye düşünüyorum. Ve modernleşme dediğimiz, hayatımızda yenileşme dediğimiz, zaten, tarihi belli olmayan bir süreç... Her toplum, yeni bir takım unsurları içine alarak geliyor. Yani bugün, geriye doğru gidip bakarsak mesela, İslam'ın 9. yüzyılı, belki de yenileşme açısından, İslam tarihinin en parlak, en önemli yüzyılı sayılabilir. Yine, Osmanlının Anadolu topraklarında yerleşmeye başladığı sırada, pek çok şey; yani Bizans'tan görüp beğendiklerini almış, İran'dan görüp beğendiklerini almış, başka kültürlerin görüp beğendiklerini almış, kendi toplumu içerisinde, yönetimi altında bulunan kültürlerin, İslam'a aykırı olmayan unsurlarını almış, almış vs...
Bütün bunların hepsi, bir kültüre, başka unsurların yeni girmesidir. Bu giren unsurlar, bir başka kültür için yeni olmayabilir günkü için yeni. Orada olmadığı, yani daha önce olmadığı anlamında yeni kabul edilebilir. Dolayısıyla hiç bir toplum yoktur ki, o toplumun hayatında, bir yenileşme, bir modernleşme olmasın. Şimdi, modernleşme kelimesi hoşa gitmiyorsa, onun yerine "yenileşme" kelimesi söylenebilir. Çünkü kelimenin İngilizcesini veya Türkçesini kullanmak, çok da büyük bir değişiklik getirmiyor ortaya. Ama bizim hayatımızda tabii, modernleşme çok farklı bir süreç takip etmiş. Evvela uzun süre, yeterince modernleşme-miş bir toplumsal yapımız olmuş bizim.
Yani en azından 300-400, Muhammed İkbal gibi düşünürseniz 500 senedir yeterince yenileşmenin olmadığı bir toplumsal yapı içindeyiz biz. Yani o toplumsal yapının içinde entellektüeli var, entellektüel çatısı var bunun. Ve günlük hayatımızı alakadar eden şeyleri var. Dolayısıyla özellikle Osmanlı İmparatorluğu, batıyla sınır olduğu için, batının içinde olduğu için, coğrafya itibariyle büyük ölçüde batı olduğu için, batı modernleşmesi dediğimiz hadiseyle ilk karşı karşıya gelen ülke olmuştur. Ve ne yazık ki bu da, savaş meydanında olmuştur. Acı mağlubiyeti gördüğü zamanlar olmuştur. Ve o mağlubiyetin de bir yerde, modernleşmeyle ilgili olduğu görülmüştür. Yani bir ordu düşününüz ki, modern silahları kullanıyor, modern bir nizama sahip, düzene sahip...
Bir ordu da düşününüz ki, geleneksel... Ve bir yerde hakikaten aynı zamanda savaş meydanında, gelenek ile modernin kapışması olmuştur. Özellikle Karlofca ve Pasarofça anlaşmasından sonra, Osmanlı yönetiminin ve Osmanlı askeri hayatının büyük ölçüde bu mecrada hareket ettiğini görüyoruz. Ve pek tabii, kendine güvenen, asırlarca dünyanın önemli bir kısmına hakim olan, cihan hakimiyetini kurmuş olan bir devlet, savaş meydanlarında yenilmeye başlayınca, çekilmeye başlayınca, beraberinde bu, korku getirmiş, huzursuzluk getirmiş v.s.
Bizim modernleşme hayatımızın köklerini taa oralara götürmek ve o huzursuzluk döneminden başlatmak gerekiyor. Modernleşme es asında, yani başta askeri hayatımız olmak üzere, idari mekanizmayı ve öteki ilgili alanları yenileştirme çabası karşısında çok ciddi bir tepkinin olmadığım görüyoruz. Ama evvela bir plansızlığın ve pro-gramsızlığın olduğunu, yeterli derecede meselenin ciddiye alınmadığını görüyoruz. Ve bu arada belki toplumun geniş kesimlerine kadar uzamp gidebilen bir modernleşme ihtiyacının, bir eğitim ve öğretimle götürülmediğini görüyoruz. Çünkü bir toplumun kalkınması, önemli ölçüde genelin kalkınmasıyla doğrudan doğruya ilgidir. Ama yine de dediğim gibi, mesela ulemanın, modernleşmeye, en azından bilimsel ve teknolojik modernleşmeye karşı, ciddi bir tepkisinin olmadığını görüyoruz. Halkımızın zaten genelde alındığında, büyük bir tepkisi olmadığı ortadadır. Çünkü halkı ikna ederseniz, asrın nimetlerini ki, -muasırlaşma bir bakıma odur zaten- asrın nimetlerini geri tepmez, onlara karşı çıkmaz...
Ama yeteri kadar zaten yapabilseydik, o modernleşme sürecinde başarılı olabilseydik, herhalde Türkiye, bugün bir modernleşme sıkıntısı İçinde olmazdı. Sıkıntı devam ettiğine göre, modernleşmiş, bilimsel ve teknolojik bakımdan dolayısıyla ekonomik bakımdan v.s., kalkınmış ülkelerden çok geri olduğumuza, onlara hala muhtaç olduğumuza, hala onların bir bakıma dolaylı veya dolaysız direktifleriyle yönetildiğimize göre, ortada henüz modernleşmesini tamamlayamamış bir dünya ile, bir toplum ile karşı karşıyayız. Modernizm daha farklı olabilir ve modernleşme anlamında da kullanılabilir. Ama modernizm ayrıca bir "izm" olarak da düşünülebilir.Belli bir modernleşme anlayışı adeta kalıplaştırıhr, doldurulur ve o, bir topluma empoze edilir. "İşte modernleşme budur ve bunu kabul edeceksiniz" denir. İslam dünyasının pek çok yerinde böyle olmuştur.
Özellikle Türkiye'nin bazı dönemlerinde, yakın tarihimizin bazı dönemlerinde böyle olmuştur, modernleşme nedir? dendiğinde, efendim modernleşme, sadece modern bilgileri ve teknolojiyi almak değil, ama aynı zaman da Avrupalılar gibi giyinmektir, onların müziğini almaktır, onların selamını almaktır, onların kelamını almaktır, onların cenaze merasim törenlerini almaktır, onların nikah merasim törenlerini almaktır vs. denmiştir. Modernizm, bir izm olarak kendini tanımlıyor ve dayatıyor.
Onun dışında kalanları da gerici, ortaçağcı ilan ediyor, kafa gönül olarak ortaçağa mensup ilan ediyor. Onu mahkum ediyor, onu sıkıştırıyor, onun tepesine biniyor. Dolayısıyla modernizm deyince, o, izm ile genellikle bunu anlıyor. Ama birisi, bir sosyolog çıkar da, modemizmi modernleşme anlamında kullanıyorum derse, daha önce söylediğim şeyler, onun hakkında da söylenebilir. Ama bizim tarihimizde özellikle modernleşme, belli bir dönemden sonra, bir modernizm olarak çıkmıştır. Ve o modernizm, öteki izmler gibi, kendisini çok katı bir şekilde tanımlamaya çalışmıştır ve neticede de bir çok ciddi problemi çözmek bir yana, bir çok ciddi problemin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Geldiği yerle tenakuz halinde midir?... Evet, bu şekilde bir modernizm, toplumu çelişkilere sürükler. Niye?..
Çünkü siz öyle bir modernizmi, Ankara'nın Kızılayına, Çanka-yasına, İzmir'in Alsancağına, İstanbul'un Beyoğluna götürürsünüz, geniş kitleler, sizin dağıttığınız o izm'i zaten kabul edecek durumda olmaz ve bunun arkasından, bir toplumsal çelişki doğar. Evvela o çelişki zihinlerde olur, pek çok "modernim" diyen insanın, kendini modern sanan insanın, kafasını açtığınız zaman, modernlikle uyuşmayan, bağdaşmayan o kadar çok şey görüyorsunuz ki, hayret ediyorum. Ben her yerde söylüyorum, burda da söylemekte bir sakınca görmem, kendisini modernleşmiş zannedenlerin pek çoğu, aslında bir ortaçağ kafası gibi düşü-nebüiyorlar... İnsan için bugün modern kavramı bakımından bir prototip arayacak olursanız, orada; diyelim ki ne görürsünüz, bir rasyonellik görürsünüz. Yani pek çok şeyi, gidebildiği kadar, akılla, düşünmeyle izah eder, aklın eleştirel gücüne dayanan eldeki bütün verileri, bilgileri kullanan bir insan tipi...
Ben modern insanı evvela böyle görüyorum. İşte görüyorsunuz. Türkiye gibi bir ülkede kendine modern diyen insanlar, meseleye böyle rasyonel açıdan bakmıyorlar. Rasyonel bir eleştiri sunmaktan ziyade, şu sıralarda mesela gidip, büyük şehirlerde duruma bir bakacak olursanız, diyelim ki bir parti iktidara gelecek, oturup da bu parti ekonomiyi nereye götürür diye, bir hesap kitap yapılmıyor. Ama biraraya geliniyor, bir yerlere gidiliyor, ağlanıyor, sızlanıyor... Bu, tipik, irrasyonel, modernlik dışı bir tavırdır. Yani bunu yapan insan, Oxford'daki gibi giyinse de, Paris'teki gibi makyaj yapsa da, bu insanın kafası modern kafa değildir. Demin söylediğim gibi modern kafa, evvela o eleştirel zillin gücünü ortaya koyan, bilimsel verilerle yol alan insandır.
O yönüyle bir bakarsınız, adamın başında sarığı -Türkiye için söylemiyorum, öyle bir durum yok da- ama Mısır için mesela, başında sarık vardır, yüzünde uzunca bir sakal vardır, ama pırıl pırıl bir modern kafaya sahiptir. Öbürü papyonludur, ama kafa son derece ilkeldir. Bir yönüyle evvela zihinlerde bir çelişki oldu ve bu çelişki ister istemez toplum hayatında da ortaya çıktı. Yani tekrar diyorum, bir taraftan mesela "gelenekçiyim" diyor veya ben geleneklerime bağlıyım diyor ama yaşadığı hayat, tipik bir modern hayattır. Öbür taraftan "ben modernim" diyor, halbuki kafa yapısı oldukça postmoderndir, tabir yerindeyse, modern öncesi bir kafa yapısına sahiptir. Şimdi, toplumsal çelişkinin böyle çok açık bir biçimde İslam dünyasında bulunmasının sebeplerinden biri de, demin anlattığım o modernizmin bir ideoloji olarak dayatılmasıdır. Tabii seyri içinde gelmediğinden dolayı, birileri onun peygamberi oluyor, modernizmin, birileri de onun düşmanı oluyor. Yani birileri Hz. Ali'si oluyor, öbürleri Ebu Leheb'i oluyor. Ve bir kavga gürültü başlıyor.
FEYZ: Post modernizmi açikiar mısınız? İslam ve Müslümanlar açısından post-modernizmi değerlendirir misiniz?
Prof. Dr. Mehmet AYDIN:Postmodernizm daha farklı bir şey. Evvela, postmodernizm var mı, yok mu, uzun uza-dıya bunların üzerinde durmak lazım. Benim kanaatimce, postmodernizm kavramını o kadar da çok ciddiye almamak lazım. Açıkça söyleyeyim. Şimdi, mo-dernizme karşı çevrilmiş bir eleştiri silahı ise postmodernizm, doğrusunu isterseniz, modernizmin kendisi zaten başından beri bunu üretiyor. Yani modern-izm, kendi kendisini veya modernleşme, kendi kendisini eleştiren silahı, kendi içerisinde üretiyor. Batıyla ilgili hayran olunacak, belki en önemli şeylerden biri budur. Yani batıda bir liberalizm olur, ama o liberalizm, kendi eleştirisini kendi içinde üretmeye başlar.
Hatta Marksizm, mesela komünizm, Batıya geçer. Rusya'dan, stepten, gelişmiş Batı dünyasına geçer ve orada bir Avrupa Marksizmi, bir "Euro komünizm" şeklinde ortaya çıkar. Niye? Çünkü Batıya geçtiği zaman, o kendi eleştirel yapısı içinde, kendi zıddını da üretebiliyor. Ve bu yönüyle de postmodernizm, öyle modernizm gibi tanımlanabilecek bir akım değil... Peki, postmodernizm bir anlam ifade etmiyor mu? Tabii ki ediyor. Yani modemizmin bir takım iddialarının geçerli olmadığını öne sürme ve modemist kafanın tekrar bir bakıma, beşeri birikimler ışığında bir eleştiriye tabi tutulmasıdır. Bir iki örnekle anlatayım. Mesela demin bir rasyonellikten bahsettim. Eğer siz, rasyonelliği, akılsallığı, makuliyeti, eski deyimle, diyelim ki sadece mantıkla ve bilimle sınırlandırılanız, o zaman pek çok beşeri tecrübe dışar-da kalıyor. Yani onlar ya irrasyonel ya nonrasyonel yani akıldışı ya da akılla ilgili olmayan bir anlamda dışarda tutuluyor. Postmodernizmin, modemizme en büyük eleştirilerinden biri de budur. Postmodernizm diyor ki, bu şekilde bir rasyonellik, rasyonel değil... Neye benziyor bu?.. Siz gözleri belli büyüklükte olan bir ağ atıyorsunuz denize, sonunda çekiyorsunuz onu, bir takım balıklar onun içine geliyor. Siz diyorsunuz ki, işte denizde olan balıklar bu kadardır...
Oysa ağınızın ölçüsü neyse, aldığınız balıklar odur. Eğer siz, gözleri iri olan bir ağ atmışsanız, onun içine iri balıklar girer, öbürleri girer de, çıkıp giderler onlar. Bunun gibi, modemizmin rasyonelliğini bu şekilde dar tutarsanız, din dışarda kalıyor, ahlak dışarda kalıyor, sanat dışarda kalıyor. Ve o zaman da insan, kendi hayatını izah edemez hale geliyor. Ama postmodernizm diyor ki, hayır, makuliyet de, aydınlanma döneminin ve pozitivizmin öne sürdüğü anlamda dar bir çerçeve içinde durmuyor. Eğer benim için, dini hayatım, bir anlam ifade ediyorsa ve o anlam ifade eden hayat için bilim.onu ortadan kaldıracak ölçüde birşeyler söylemiyorsa; mesela bilim Allah'ın (c.c) var olmadığını ispat etme gibi durumda değilse ve bilim, ahiret hayatı yoktur deyip, bilimsel kanıtlar göstermiyorsa; o zaman benim, Allah'ın (Celle Celalühu) varlığına ve ahiret hayatına inanmam makuldür.
Halbuki geriye doğru giderseniz, genelini söylüyorum -istisnalar kuralı bozmaz- bir pozitivist döneme, kendinizi o fikir potası içine yerleştirirseniz, orada bunların pek de makul görülmediği, kabul edilmediği anlaşılır. İşte postmodernizm bu yönüyle de bazı konulara büyük ölçüde itiraz ediyor. Ayrıca sosyal yapıyla ilgili bir yanı var, postmodernizmin... Modernizm biliyorsunuz, sanatta bir dizi akımları birarada tutan bir anlayışı da beraberinde getiriyordu. Postmodernizm buna da karşı...
Mesela diyelim ki, tipik bir modern sanatta, siz getirip de böyle bir binanın yanına, içinizden geliyor diye, estetik zevkiniz sevkediyor diye, oraya bir başka bina ekleyemezsiniz. Halbuki post modemizme göre, hoşunuza gidiyorsa yapın diyor. Postmodernizme göre küçük de hoştur, siyah da hoştur, ekleme de hoştur. Yani insan hayatı bir cendereye sokulmamalıdır, öyle sıkı bir simetri içinde düşünülmemelidir. Çünkü hayat zaten öyle sıkı bir simetri içinde durmuyor. O yönüyle gerek sanatta, gerek edebiyatta, şiirde, romanda ve gerek felsefede ve sosyal bilimlerde postmodernizm, bir bakıma, modemizmin bize giydirdiği elbiseyi genişletme çabasıdır. Ve bu yönüyle belki, postmodernizmi teşvik etmek lazım, postmodernizmi iyi bir iş yapıyor gibi görmek lazım. Amma, İslam dünyası açısından söylüyorum bu "amma"dan sonra söyleyeceğimi...
Biz modemizmden, o katı modemizmden çok çektik, yani o dayatılan modernizm bizi, hiç de rahat edemeyeceğimiz bir konuma getirdi. Şimdi korkarım postmodernizme de, zaten modern olmamış bir toplum, bir de postmodernin içine yuvarlanırsa, daha ciddi problemler çıkacaktır. Yani bunlar, modernizm de, postmodernizm de Avrupa fenomeni... Bugün, bu dünya, kendisine bir elbise biçmiş, bugün o dünya diyor ki, bu elbise dar... İyi ama, o elbise zaten benim üstüme hiç gelmedi ki... O elbise zaten benim ülkeme ihraç bile edilmedi pek... Ben o elbisenin kolunu aldım, ben o elbisenin pantolonunu aldım. Ben o elbiseyi tamamiyle alabilecek durumda olmadım zaten. Yine yukarda, sosyal hayatımızdaki çelişkilerden bahsederken anlatmak istediğim de buydu. Yani zaten Türkiye, Batıda olduğu anlamda modernleşmiş değil ki, postmodernizmi ahp onunla yol yürüyesiniz.
Onun için Batanın etkilerinin bir kısmım ortadan kaldırmakta, postmodern tutum yararlı olabilir. Zaten biz, istesek de istemesek de modernizm nasıl geliyorsa, post-modernizm de gelir. Ama meseleye çok da bizim kültürümüzün meselesi olarak bakmamak lazım. Çünkü postmodernizmin aşın kanatlarının getirdiği çok ciddi tehlikeler var. mesela postmodernizm, insanı, bir rölativizme sürükleyebilir. Yani-efendim şurada, bir grup insan var ve biri öteki kadar farklı, bir öteki kadar tatlı, biri öteki kadar güzel...
Eee, siz bir fikir söylüyorsunuz, ben bir fikir söylüyorum. Eğer ben dersem ki, arkadaşım sizinki de benimki kadar güzel, benimki de sizinki kadar güzel; o zaman aklı tatile göndeririz biz. Eğer bu fikirler birbirinden farklıysa, oturup bunu konuşmamız, tartışmamız, aklımızı kullanmamız lazım. Oysa postmodernizm, genelde değerlendirmiyorum ama, aşırı uçlarını -ki-, gelenler de daha çok, nasıl modernleşme, aşırı bir şekilde modernizm olarak geliyorsa- korkarım bu postmodernizm de bize aşırı uçlarıyla gelir. O zaman hakikaten biz, entellektüel olarak tenbelliğimizi de, bu postmodernizm içinde, yanlış bir şekilde gerekçelen-direbiliriz. Az düşünmemizi dahi çok rahat ve makul ölçüler içinde görürüz. Bir bakıma bir rölativizm içinde kendimizi buluruz. Ve o da benim kanaatimce, zaten yeterli ölçüde kullanılması bir akıl gücünün, dejenere olması gibi bir sonucu ortaya çıkarabüir.
Yani eğer bizim bir takım müslüman mütefekkirlerin kullandığı bir tabiri kullanacak olursak, yeterince kullanılmamış bir İslami akıl, postmodernizm batağına düşerse, o zaman İslam dünyasının işi çok daha kötü olur, farklı olur. O halde ne yapmak lazım, çaresi ne? Çaresi bence meseleye evrensel boyutta ve bizim kültür tarihimizin bize sunduğu, akıl açısından bakmak lazım. Evvela modernleşmekten korkmamak lazım. Postmodernizmden de korkmamak lazım.
Ama kendi kültür tabanımız, kendi mahiyeti ruhiyemiz, Mehmet Akif merhumun söylediği gibi, güçlü olursa eğer, o açıdan meseleye bakabilirsek, o zaman bizim, -milletin hoşuna gitmiyor ama, ben söylemek durumundayım. Nasıl ifade ederlerse etsinler, tabirlere benim çok fazla itirazım da yok, hayranlığım da yok-bir İslam modernleşmesini ortaya çıkarmamız lazım. Yani bir İslam modernleşmesi demek, İslamın temel inanç umdeleriyle ve dünya görüşüyle bağdaşan, onlann ışığından ışık alan bir hayat... Bu hayatta akıl, olabildiğince ve alabildiğince güçlü bir biçimde kullanılır. Ve o hayatta duygu son derece güçlüdür ve bu akılla, bu duyguyla tutarlılık arzeden bir eylem felsefemiz vardır. Bir aksiyon planınız, bir stratejiniz vardır. Dünyayı görme ve dünyayı idare etme - siyasi anlamda demiyorum bunu- dünyayla kendi aranızdaki ilişkileri düzenleme...
O noktaya gelmezse, modernizm nasıl yıkıcı hale geldiyse, tahrip edici olduysa, postmodernizm de bizim için, öylece tahrip edici olabilir diye düşünüyorum.
FEYZ: Efendim, İslam, 21. yüzyıla neler vadediyor, neler verebilir?
Prof. Dr. Mehmet AYDIN: 21. yüzyıl bizi, büyük ölçüde sürprizlerle bekliyor. 20. yüzyıldan daha iyi bir durumda olacağımızı tahmin ediyorum. Çünkü şu anda onun zemini hazırlanıyor. Yani İslam dünyası bundan 15-20 sene öncesine nazaran daha geniş sayıda bir bilim adamı sayısına, kitlesine sahip. Bugün Batıyı, tarihimizin hiçbir döneminde olmadığı anlamda bir yakınlıkla tanıyoruz. Pek çoğumuz zaten, eğitim evveliyatımız itibariyle batıdan geliyoruz. Ben dahil...
Dolayısıyla batı bizim için ne öyle hayran kalınacak bir dünya, ne taklit edilecek bir dünya, ne de korkulacak bir dünya. Aslında Pakistan'da, Malezya'da, Türkiye'de, Mısır'da, zannediyorum önemli, bugün artık, belli ölçüde eğitimde ve öğretimde hatta hayatın başka alanlarında, söz ve kalem sahibi olan pek çok insan var. İslam dünyasında. Ve bunların 20. yüzyıla daha serinkanlı gireceklerini zannediyorum.
Ama yine de 21. yüzyıl, İslam dünyası ve Türkiyenin problemlerini çözmek için, boğuşmak zorunda olan bir dünya olacak... Çünkü dünyanın öteki yanları da durmuyor. Bir yeni dünya düzeni var, bir tek kutupluluk var. Bir de hakikaten dünyanın belli güçler tarafından yönetilisi var. Onların siyasetlerinin belli taraflara sevkedilmeleri var. Ve bu siyasetlere göre İslam dünyasında belli yönetimler var, idareler var, oluşumlar var. Bunlar birden bire kesilecek ve biz 21. yüzyıla, bize yakışan bir izzet ve şerefle gireceğiz demek safdillik olur. Ama bu izzet ve şerefin mücade-leşinin 20. yüzyılla mukayese edilmeyecek ölçüde daha derin ve daha yüksek bir düzeyde yapılacağına inanıyorum. Unutmamak lazım, 20. yüzyıl daha çok fiziki esaretlerden kurtulma yüzyılı olmuştur. Cezayir'in, Tunus'un istiklale kavuşmaları daha dün gibi diyebileceğimiz bir tarihte oldu. Benim bile hatırladığım, böyle bir mücadelede başarılı olmaları için, müslümanlara dua ettiğim dönemi hatırlıyorum ben.
Ben 53 yaşındayım. Kendim bile, o acıları yaşayarak bir bakıma çocukluğumu ve gençliğimin ilk yıllarım geçirdim. O bakımdan, birdenbire tabii İslam dünyasının herşeyinin düzelmiş olduğunu beklemek, biraz tarihsel süreç açısından baktığımızda yanlış olur. İslam dünyası, yaptığından daha fazlasını yapabilirdi. Başarısından daha fazla başarılı olabilirdi. Ama şu anda bile geldiği durum, beni kötümser kılacak kadar kötü değil. Fakat tekrar ediyorum; bana öyle geliyor ki, çalışmamızı genişletir ve derinleştirirsek, genişletmeyle şunu kastediyorum, artık öyle, bir grup insan gelecek, toplumu refaha, feraha götürecek, mümkün değil!..
Bir bakıma, toplumun her kesimine ulaşan ciddi eğitim ve öğretim sürecini başarabilirsek ve kendi kendimizi idare etme bilincine erişebi-lirsek, kendi haklarımızı koruma şuuruna sahip olabilirsek ve bu arada her gün biraz daha küçülen ve birleşen bir dünyada, kendi inanç dünyamızın mensuplarını bir bütünlük içinde görebilirsek, -bunu, siyasi ümmetçilik anlamında katiyyen söylemiyorum-bir kültürel evveliyat ve bir kültürel beraberlik ve aynı zamanda bir işbirliği bakımından söylüyorum.
Öyle görebilir ve kendi kültür zenginliğimizi, tabii ve beşeri güç ve zenginliklerimizi kullanabilirsek, 21. yüzyıl İslam dünyası için çok daha iyi, çok daha parlak bir yüzyıl olur.