Molla Ahmet el-Vani Hz. İle Muhammed Raşid Hz.nin Ahlakını Konuştuk

  Şeyh Seyyid Muhammed Raşid (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) Hz.'nin Halifelerinden Şeyh Ahmet el-Vani Hz. ile Yaptğıımız Mülakat; 

FEYZ: Efendim Seyda Hz. hakkında bahsedermesiniz?

ŞEYH AHMET EL VANİ HZ.: Elehmdülillahi rabül Alemin essalatü vesselemü ala hayrihi ve halkıhı Muhammedin ve alihi eshabihi ecmain. Seyda (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) çok büyük bir zatti. O herkes tarafından Menzil mürşidi olarak bilinen alim bir zattı. alem onu öyle tanıyordu. Lakin, filhakikat Seyda Hz.'nin (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) yaptığı ameller, hareket, sekanetlar Resulü Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Hazretlerinin ahlakına benziyordu. Kur'an-ı Kerimin ibaresine benziyordu.

Tabii insan orda, onun yanında kalmadığı zaman tam hakkıyla onu tanımıyor. Allah (Celle Celalühu) lütfu keremiyle, saadetın himmetiyle biz orda, onun yanında çok kaldık. Küçükken hayatımız orda geçti. Ben 1948 doğumluyum. allah'ın (Celle Celalühu) lütfu kremiyle onunla ilk karşılasmamız 1957-58'de nasip oldu. Küçük yaşta 11-12 yaşında Gavsın (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) dergahına gittim. O zaman Sultanımız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) talebyedi. Medresede tasil görüyordu. Gavsın dergahında o zaman 30-40 tane talebe vardı. Bu talabeler işerisinde Seyda Hz. (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) tej şahıs olarak gözüküyordu. O kadar halim o kadar muttaki, o kadar sukünetliydi ki, çok harikaydı. Yani insan diyordu ki bu insan değli melektir.

Seyda Hz.'nın (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz), Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Hz.'ne çok mutaabatı vardı. Resulullah'a (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 40 yaşındayken risalet gelmişti. Sultanımız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) ona mutabaat yapmış, 40 yaşında halifelik icazetini gavsımız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) ona vermiştir. Halifelik emri tabi manevi bir emirdir. bu manevi emir, Cenab-ı Rebbül alemin tarafindan, Resulü Ekrem'in ve Saadat-ı Kiram'ın mürşide bildirmesiyle oluyor. Mürşidin haberi oluyor ve bazen o zatın, o halife olan kişinin de haberi oluyor. yinye Saadat-ı kiram yoluyla veya rüyayı sadıkla haberi oluyor. Sultanımız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz)'a halifelik emri geldiğinde, gavsımız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) Suriye'de vefat etmiş mürşidinin yanı şeyh Ahmed-el Haznevi'nin (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) yanına götürmüş. Tabi Şahı Hazne (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) o zaman hayatta değil, onun oğlu Şeyh Alaaddin irşad yapıyordu, o zaman hayattaydı.

Gavsımız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) demiş ki: "Kurban Seyyid Muhammed Raşid'e böyle emir vardir, Saadetların işasetleri vardır, Resulü Ekrem'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) işareti vardır, halife olmak için, ben sizin kapınızın dergahına getirdim. Şah-ı Hazne'nin dergahına getirdim, onun merkadına getirmişim. Siz bu halifeligi tebliğ edeceksiniz, icazeti vereceksiniz". Şeyh Alaaddin (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) demiş ki: "Seydam, (Gavsımız Şehy Seyyid Abdulhakım (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) ona da ders verdiği için Seyda demiştir) senin oğlun Şeyh Muhammed Raşid (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) öyle büyük bir evliya, öyle bir erkek, öyle bir Allah dostu ki, burada böyle halifelik vermeği ben layık görmüyorum. Ancak bunu Resulü Ekrem'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) yanına görüreceksin, Ravzayı Mutahharanın yanında, orda manen de Resulü Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ona tebliğ edecek, zahiri olarak da siz orda vereceksiniz. Ancak öyle layık görüyorum". o zaman Gavsımız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) onun emrini yerine getirmek için Cenab-ı Rebbül alemin için, Resulü Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hatırı için daha fazla feyz, daha fazla maneviyat vermek için onu aldı götürdü. Medine-i Münevvere'de Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'ın, Ravzayı Mutahharanın yanında halifelikk tebliğ etti.

Bu halifelik almak tam Resulü Ekrem'e (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) mutabaat olmuştur. 40 yaşındayken halifeklik icazeti almıştı. Ondan sonra irşada başlamıştır. bilindiği gibi Resulü Ekrem'e (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 40 yaşındayken risalet gelmiş ve risalet irşadına başlamıştır. İkincisi Sultanımız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz), Resulü Ekrem'e mutabaat yapmıştır. Hicreti, aynı Resulü Ekrem'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hicreti, Kasrik'ten Menzil' e hicret etti. Yine İslamiyet için, bu tarikatı yaymak için, İslamiyeti yaymak için tam Türkiye'nin ortasındaki bütün müslümanlar her tarftan gelsinler menfaat alsınlar diye o niyetle (niyeti Allah (Celle Celalühu) rızası için yaptı) oraya gitti. Adıyaman Kahta ilçesi Menzil köyünü seçti ve orada para ile köy aldı. Orada ev yaptılar. Tabi bazı şeylerde oldu. Akrabalar da komşular da eziyet verdiler. Münkirler de eziyet verdi. Aynı Resulü Ekrem'e (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) mutabaat olarak nasıl akrabaları, müşrikler eziyet verdiği gibi. Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Cenab-ı Rabbül aleminin emriyle hicret etti. Menzil'in eski ismi de Menzil'di... sonra Sultanımız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) Menzil ismini Buhara olarak değiştirdi. Resulü Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Mekke'yi Mükerreme'den hicret edip, Medine'ye gittiği zaman; Medine'nin ismi Yesrib'di. Resulü Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu ismi Medine-i Münevvere olarak değiştirdi. Sultanımızın (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) Menzil ismini Buhara olarak değiştirmesi Resulü Ekrem'e (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) mutabaattı. Sultanımızın üçüncü mutabaatı Resulü Ekrem'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 63 yıl yaşaması iledir. Sultanımız da O'nun gibi 63 yıl yaşadı.

Hatta Sultanımız vefatından bir gün evvel, Allah-u Alem, dayımız Seyyid Hacı Nureddin'e sordu; "Resulü Ekrem'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) yaşına girdim, tamam oldu. Ben yaşımın Resulü Ekrem'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) yaşını geçsin istemiyorum" dedi. O akşamın ertsei günü, cuma günü, Sultanımız vefat etti. Resulü Ekrem'e (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) başka bir mutabaatı, Cenab-ı Rabbül alemin öyle lütfu ihsan etmiş ki nasıl Resulü Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bütün aleme inen rahmetti. Cenab-ı Rabbül alemin O'nun hakkında Kur'an-ı Kerim'de şöyle emretmiştir: Estauzubillah "Vema erselnake illa rahmetellil alemin" sadece bizim alemimize değil. Ey benim Habibim, seni bütün alemlere rahmet olarak gönderdim. Çok alem vardır. Binlerce alem vardır. Alemi insan vardır, alemi kübra var, alemi hayvan var, çeşit çeşit cemadat var, kafir bir alemdir, müslüman bir alemdir.

Resulü Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) herkese rahmetti. Herkes Resulü Ekrem'den (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) menfaat almıştır. canlı cansız, müslüman kafir herkes menfaat almıştır. Resulü Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) meşrebi amdır (umumidir). Lakin başka peygamberler bir memlekete, bir kavme, bir köye gelmiş, bir şehre, bir eve gelmiş, kendi nefsine peygamber olmuş. Resulü Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bütün aleme Peygamber olmuştur. Şimdi mürşidde öyle. Çeşit çeşit, sayılamayacak kadar evliyalar, mürşidler, alimler gelmişler, halife olmuşlar, irşad sahibi olmuşlar. Herkes kendi çevresine göre, kendi evini, kendi köyünü, kendi memleketini irşad yapmışlar. Tabi dereceleri Cenab-ı Rabbül aleminin yanında, kimse bilmiyor hangisi daha büyüktü.

Diyelim ki misal olarak Gavs Seyyid Sıbgatullahi Arvasi (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) büyük bir zat idi, çok acayip keramet sahibiydi, çok takva idi. O nereliymiş, Hizanlı. Hizan Bitlis'e bağlıdır. İkincisi Seydayi Tahi (Şeyh Abdurrahmanı Tahi) (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) ariflerdendi, çok büyük bir zatdı, o da oraya bağlıydı, yine Hizan'a, Gavs'a bağlıydı, Oda Bitlis'e. Üçüncüsü Şeyh Fetullah Verkanisi (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz), o da çok büyük zat, o da oraya bağlıydı. Hazret (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) da aynı öyle, bu dört şahıs büyük zatlar büyük mürşidler. Bunlar bir memleketi tamam ve ihya etmişler, çok geniş bir kasime hitap etmişlerdir. Cenab-ı Rabbül alemin, hidayet yetkisini bu zatlara o kadar çok vermiştir.

Seyda Hz.'ne (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) gelince; Resulü Ekrem'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) irşadı amdı (umumi), bizim Sultanımızın (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) irşadı amdı (umumi). Kendi memleketi değil, kendi çevresi değil, kendi devleti değil, bütün dünyanın devletlerine onun irşadı amildi. Herkes ondan menfaat buldu. Şimdi sen kime sorarsan sor, ister askeriyeye, ister emniyete, ister sivile, ister kafire istersen müslümana sorduğun zaman Adıyaman'daki zatı herkes tanıyor, herkes işitmiş herkes tanıyor. Herkes ondan menfaat almıştır. Sultanımız irşadında da Resulü Ekrem'e (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) mutabaat yapmıştır.

Resulü Ekrem'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ahlakı çok halim, Sultanımız da çok halimdi. Resulü Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) çok çalışkandı, Sultanımız da çok çalışkandı. Hiç durmadan çalışıyordu. Tedrisat zamanı tedrisat yapıyordu, sohbet zamanı sohbet yapıyordu, irşad zamanı irşad yapıyordu, hatme zamanı hatme yapıyordu, okumak zamanı Kur'an-ı Kerim okuyordu. Ondan sonra ek işlerle uğraşıyordu, dergah işleriyle uğraşıyordu. Evi de temizliyordu. Resulü Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) nasıl ki kendi evini, kendi odasını süpürmüş, temizlemiş yatağını kaldırmış, Sultanımız da aynen öyle. Hiçbir zaman bu iş, kadın işidir, bu iş çocuk işidir, işçinin işidir demiyor her işe koşuyordu. camiden çıktığı zaman, değirmen nasıl çalışıyor, fırın nasıl çalışıyor, hayvanların yemi nasıldır, hayvanlara işçiler nasıl bakıyorlar, harman nasıl oldu, buğday nasıl oldu, mercimek nasıl oldu, bütün bu işleri önce kendisi yaparak gösteriyor ve işlerin yapılmasını sağlıyordu. Sultanımızın (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) gerek dünya işlerinde, gerek ahiret işlerinde niyeti sırf Allah (Celle Celalühu) rızası idi. Sofilere de böyle emretti. Dedi ki, "Ben akıl baliğ olduktan bugüne kadar ne iş yapmışsam dünya ve ahiret niyetim Allah (Celle Celalühu) rızası idi". Onun için bizim Sultanımız methetme bitmiyor. O çok harikaydı. Resulü Ekrem'e (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) çok mutabaat yapmıştı, eli çok rahmetli, çok şefkatliydi.

  Kimsesizlere, yetimlere çok düşkündü, çok seviyordu, çok yardımcı oluyordu. Bilhusus akrabalara, çok sahip çıkıyordu. Herkesin ihtiyacına göre veriyordu. Buğday zamanı, akrabaları, komşuları, fakirleri çağırıyordu, soruyordu, "senin ihtiyacın ne kadardır? Sana ne kadar buğday lazım?" Onlar diyorlardı "Kurban 20 teneke lazım". O diyordu "al sana 20 teneke götür." Senin ne kadar yiyeceğin var?" derdi. Bunlarla Resulullah'a (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) mutabaat yapıyordu. Onun yanına alimler, şeyhler geliyorlardı. Onlara çok kıymet veriyordu. Onlara çok muhabbet yapıyordu. Onlara diyor ki; "Gayemiz Allah (Celle Celalühu) rızası için olsun. daima insan hizmet yapacak." Hatta böyle bir gün alimler, şeyhler geldiler, Seydamız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) dedi ki: " Resulü Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle sölemiş hadisi şerifte 'Küllüküm rain küllüküm mesulin' hepiniz çobansınız, hepiniz kendi sürünüzden mesulsünüz. Ümmeti Muhammed için çok çalışmak lazım. Her ne kadar hidayet veren Cenab-ı Rabbül Alemin ise de; herkes çalışmak mecburiyetinde. Çalışacak ki Resulü Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in huzurunda perişan olmasın. Gavsı Hizani (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) zamanında bir sofi varmış ismi Ali. Ali devamlı bal çalarmış.

Herkes demiş ki sen bu balı nereden getiriyorsun, elalemin malını niye yiyorsun, sen Allah'tan (Celle Celalühu) korkmuyor musun? O zaman Ali gitmiş, oturmuş, düşünmüş. Demiş ki bu millet haklıdır. Ben kendime bir petek, bir arı alacağım evime bırakacağım, herkes bilsin bizim peteğimiz, arımız vardır, ondan sonra bol bol bal çalarım ve soranlara diyeceğim ki, 'bak benim arım var, peteğim var'. Ondan sonra Ali gitmiş, kendine arı, petek almış gelmiş, evine bırakmış. Arıya demiş ki; 'Ey arı, vız vız senden, bal benden.' Seyda Hz. dedi ki 'hocalar, alimler size de vız vız lazımdır. Siz vız vız yapın Cenab-ı Rabbül alemin bal gönderecek. Bal nerede olacak, bal nereden gelecek siz düşünmeyin. Siz yeter ki vız vız yapın". Seydamıza (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) birgün şöyle soruldu; "Kurban bazı alimler vardır, bazı şeyhler vardır birbirini sevmiyorlar, birbirine haset yapıyorlar, niye böyle oluyor?". Seyda Hz. dedi ki: "Ben de acaip karşılıyorum. Halbuki mürşidi kamil öyle olacak, hakiki alim öyle olacak ki, isteyecek ki böyle on tane yirmi tane mürşid olsun.

Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ümmetine hizmet yapsınlar. Ben diyorum ki iki mürşid bir yerde bir memlekette birbirini sevmediği zaman demek ki onların yaptığı iş hakikat değildir. Hakikat olsa birbirlerine çok yardımcı olacaklar. Birbirine çok muhabbetli olacaklar, birbirini çok sevecekler. Zaten bu islamiyetin adabıdır. Şayet bir alim Resulü Ekrem'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) varisi ise, mürşidi kamil ise, daha daha birbirine yardımcı olacaklar ki, bu dine hizmet olsun diye."

Sultanımız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) kendini hiç görmüyordu. Demiyordu ben şeyhim, ben alimim, ben mürşidim, bu kadar alim gelmiş benim dergahıma. Anamız bir gün sordu; "Kurban olayım Seydam ne yaptın, kıyamet koptu, bizim oturacak, yemek yiyecek, yatacak yerimiz kalmadı, her taraf misafir doldu, hiç bir yer kalmadı, ne dışarıda, ne içeride, bu nasıl olacak?". Seyda Hz. dedi ki "Hani ne olmuş, ne oldu". Annemiz dedi "Kurban daha ne olacak?". Seyda Hz. dedi ki "Bana ne, ben ne yapmışım, ben çağırmıyorum.

Bunlar Gavs (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) hatırı için, babamın markadının hatırı için geliyorlar, benim için gelmiyorlar. Kimse beni sevmiyor, benim için de değil, bende birşey yoktur." Kendinde hiçbir şey görmüyordu. Bazen analarımız diyorlardı. "Kurban olayım hoş cübbeler vardır, hoş taç vardır, sargı vardır, Sultanımız giysin, millet onu güzel görsün." Seyda Hz. diyor ki; "Şeyhlik sargıyla, cübbeyle olmuyor, elbiseyle olmuyor." Kendini hiç görmüyordu, kendini sofi olarak, alim olarak da görmüyordu, çok muazzamdı. Seydamızın (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) ahlakı tam Resulü Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ahlakı idi. Herkese cevap verirdi, binlerce millet soru sorar, herkese cevap verirdi. Hiç kimsenin kalbini kırmadı, aciz olmadı, herkese de kulak veriyordu, herkesin sözünü dinliyordu. Herkesin aklına ve anlayışına göre cevap veriyordu.

Burada Resulü Ekrem'e (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) mutabaat yapıyordu. Devamlı evine, çoluk çocuğuna, ehline, akrabalarına, cemaatine vasiyette bulunuyordu: "Hiçbir zaman haktan ayrılmayın, takva olun, emri marufu yerine getirin, nehyi münkere de mani olsun". Derdi ki: "Eğer bir insanın bütün dünya malı olsa, emri marufa uygun olmazsa hiç kıymeti yok, illa emri maruf. Ne yapıyorsanız emri maruftan çıkmayacaksınız, münkerlerden de kaçacaksınız. Öyle olmazsa fayda olmaz. İnsan ne kadar büyük olsa ne kadar alim olsa, ne kadar mürşid olsa eğer emri marufa uygun olmazsa faydası yok."

Hatta birgün Sultanımız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz): "Bir insan gaybı bilse kıymeti yoktur. Haşa şeytan da gaybı biliyor.Bir insan havada uçsa, kerameti o kadar çok olsa, bütün memleketlerde gezse, yine kıymeti yoktur, illa şeriati garraya uygun olacak, illa emri marufa uygun olacak, kuş da havada uçuyor ama kıymeti yoktur. Hatta ki suda geziyor, yine hiç bir zarar görmüyor, onun da kıymeti yoktur. Balık gece gündüz sudadır, hiçbir zarar da olmuyor. İlla insan şeriatı garraya uygun olacak, hareketleri, hep halleri, takvaları tüm şeriatı garraya uygun olsa o zaman insan bilecek ki bu ehildir, layıkdır, bu hakkıyla evliyadır. Öyle olmasa keramet ile havada uçmayla, suda gezmekle bu Allah'ın dostudur veya bunun büyük kerameti vardır denilemez. En büyük keramet şeriati garraya uygun olmaktır."

Gavsımız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) çok büyük bir zattı, çok alimdi. Gavsımız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) Sultanımızı (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) çok seviyordu, tabii baba olarak çok şefkatli, çok merhametliydi. Sultanımız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) evlat olarak onun karşısında hiç bir gün görmedik ki edebini bozmuş olsun. Gavs (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) hayatında herşeyi Seydamıza (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) bıraktı. Gavsımız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) darul fenadan darul beka olmadan dört sene evvel Seydamıza halifelik verdi. Sultanımız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) onun hayatında irşada başladı, herşeyi onun eline verdi, yani bir çok nadir mürşidlerin zamanında çok nadir olaylardan biridir bu. Bu harika bir şey. Bu sadece Sultanımıza (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) mahsustu. Yani onun babası, mürşidi hayattaydı, aynı evde, aynı köyde, aynı dergahta irşadı onun eline verdi, dört yıl önce halifelik verdi,ona icazet verdi ve ona irşad emri verdi, irşad yaptı, teveccüh yaptı,alanen. Hatta bir gün Menzil'e geldiği zaman tabii Gavsımız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) hayattaydı ben onun yanında okuyordum. Ben zahiri ilmi Gavsımızın yanında okudum. 1957-58'de başladık, 1970'e kadar Gavs (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) yanında kaldık, okuduk, tedrisat gördük. Menzil camisi bazı sofiler tarafından yapılıyordu bazı mühendisler, müteahhitler, inşaatçılar Gavsımıza (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) dediler ki: "Kurban biz projeyi yapacağız, malzemeyi getireceğiz, camiyi biz yapacağız". Gavs (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) "Peki" dedi. Kendilerine süre tanıdılar zaman bıraktılar. O süre içerisinde onlar gelmediler. Sultanımız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) geldi, ben de orada hazırdım, dedi ki "Kurban, Ankara'dan gelecekler gelmediler. Öyleyse camimizi biz yapalım, zaman geçti."

Sofiler camisiz idare etmiyorlar. Yani Menzil'e geldiklerinde cami yoktu, küçük bir mescid vardı. Dedi, peki başlayın! Başladılar. Bir kaç tane usta, 6-7 tane işçi çalışıyordu. Sultanımız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) onların başında, Allah-u alem temeli bir veya bir buçuk metre taş yapmışlardı. Baktım sonra müteahhitler geldiler, büyük iki araba da kereste ve demir doluydu. O inşaatçiler gelince "kurban niye bizi beklemediniz?" Seyyid Muhammed Raşid öyle istedi dediler. Neyse, gittiler ölçtüler. Dediler ki, bu proje olmadı, bu camiyi yıkacağız, tekrar kendimize göre yapacağız. Gavs (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) "Siz bilirsiniz" dedi. Onlar gittiler. Temelin üzerinde iken Sultanımız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) "kurban siz ne emrediyorsunuz, şimdi bunlar kabul etmiyor. Bunlar diyor ki bu cami büyük olmuş. Bence bu cami Gavsa (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) anca kafi gelir. Bu cami küçük olur" dedi. Gavs Hz. (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) Muhammed Raşid'e (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) "siz bilirsiniz. Siz kendi dediğinizi yapın." O da gitti. ( Allah (Celle Celalühu) rahmet etsin) Hacı Ömer diyorlar, Batmanlı Ömer Usta geldi. O da taşaronluk yapıyordu. Gavs Hz. 'ne dedi "kurban, bu inşaatçıların dediğini mi yapalım. Onlara siz bilirsiniz, dediniz. Bir de Seyyid Muhammed Raşid'e (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz), siz bilirsiniz dediniz. Bu inşaat nasıl olacak?". Gel sana söyleyeyim, dedi. "Türkiye değil bütün dünyanın mühendisleri müteahhitleri biraraya gelse Raşid gibi bilmiyor.

Cenab-ı Rabbül alemin öyle bir kamil akıl vermiş, öyle bir bilgi vermiş ki, onun ki gibi kimse de yok. Onun dediği olacak. Evet bu cami anca bana kafi gelecek. Benim zamanım geçtikten sonra onun zamanında bu cami kafi gelmez, Muhammed Raşid isterse bu tarafta bahçe tarafını da ilave edebilir. İsterse güney tarafından ilave edebilir. İsterse doğu tarafından ilave edebilir." Gavs (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) bunu söylediği zaman Sultanımız orada değildi. Tabii o cami Gavsa (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) kafi geldi. Gavs'tan (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) sonra Sultanımız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) Gavsımızın (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) işaret ettiği gibi duymadığı halde doğu tarafından, güney tarafından, camiye ilave yaptı. Bu gördüğünüz cami Gavs'ın (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) işaret ettiği gibi Seydamıza (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) kafi gelmedi, tabii. Şimdiye kadar yine devam etmişler ilave etmeye, Şeyh Seyyid Abdulbaki (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) zamanında da. Büyük keramet; odur ki Resulü Ekrem'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sünneti seniyyesine çok uygun hareket ediyordu. Hem evinde, hem dışarıda, hem misafirlere hem de işçilere karşı.

Seyda'nın (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) sofilerine tabii büyük vazife düşüyor. Sofiler kendilerinin ahlaklarını çok hoş edecekler. Madem ki Sultanımızın (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz), mürşidimizin ahlakı Resulü Ekrem'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ahlakı idi. Herşey; İslama uygundu. Demek ki onun elinden tutan, onun yanında biat eden, ahlakı onun gibi ahlaklı olacak. Resulü Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) diyor ki: "Müslümanlar ahlaka bakıyor". Bir müslümanın ahlakı uygun oldu mu, herşey uygun oluyor. Ahlak çok mühim, ahlak çok mühim, madem ki mürşidimizin, Sultanımız'ın (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) ahlakı çok hoştu, İslamiyete göreydi, bizim ahlakımız da bütün sofilerin ahlakı da çok hoş olacak. Bu büyük bir vazifedir, çok güzel ahlaklı olmak için sünneti seniyeye uyacaklar.

Yani hiçbir zaman hakaretli, zulümlü olmayacaklar, haramlara yanaşmayacaklar. Emri marufa uygun olacaklar. İşte mürşidi kamilin büyüklüğü o zaman belli oluyor. bu sofidir veya sofi değildir, ne zaman belli oluyor? Güzel ahlakta ve sünneti seniyyeye uyma da belli oluyor. Zaten bizim mürşidimizin, Sultanımızın (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) daima vasiyeti öyleydi. Sofi odur ki ahlakı Resulü Ekrem'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ahlakına benzeyecek, ahlakı tam İslamiyete uygun olacak ve sadık olacak, ihlaslı olacak ve çalışkan olacak. Tertemiz olacak, hem zahiri hem manevi. Zahiri öyle temiz olacak ki hiç necis birşey olmayacak Haksız kazanca, günaha, harama yanaşmayacaklar. Bunlar zahirde olacak. Bir de içinden kalbi tertemiz olacak, haset, kibir, nefis, ucub içinde hiç bir şey bırakmayacak. Bu İslamiyet ahlakıdır. Bir insan, sofiliğe kast ederse buna mecbur olacaktır. Nasıl zahiri tertemiz olacak, bir de içi tertemiz olacak. Hatta kibir, ucub, riya, nefs diye hiç bir şey kalmayacak. Öyle olmazsa insanın maneviyatı artmıyor, yani zahiri olarak insan ibadetle Allah'a (Celle Celalühu), Allah'ın (Celle Celalühu) rızasına yetişmiyor. İnsan illa ahlaken tertemiz olacak.

Nasıl Cenab-ı Rabbül Alemin Resulü Ekrem'e (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) emretmiş; "Sen kendini tahir et, elbiseni de tahir et", ayetini bazı müfessirler Allah'ın (Celle Celalühu) lütfu keremiyle mürşidi kamilin yanında tövbe ettiği için, ahlakını sünneti seniyeye uygun hale getirmek için hem içini tertemiz edecektir hem de zahirini temiz edecektir. Yani, hasetten, kibirden. Ve öyle olacak ki kimseye muhtaç olmayacak, çalışkan olacak, cesaretli olacak ve ticarette, memuriyette her ne olursa olsun sadık olacak, ihlaslı olacak, zahir olarak da çalışacak, kalbinden de, manen Allah'tan (Celle Celalühu) rızkı isteyecek, bilecek ki bu iş Allah (Celle Celalühu) 'ın emridir. Allah (Celle Celalühu)'ın emriyle yapıyorum ve Cenab-ı Rabbül Alemin o sebeple bana helal rızk verecek. Razıkı mutlaka Allah'tır (Celle Celalühu).

Biz öyle istiyoruz ki, tabi mürşidimiz öyle emrediyordu. Bir insan Allah (Celle Celalühu)'ın lütfu keremiyle biat ettiği zaman ahlakını güzelleştirecek, düzgün olacak, sünneti seniyyeye uygun hareket edecek, kendi ailesiyle, çoluk çocuğuna iyi davranacak, onlara helal rızk kazanacak, helal yedirecek ve ilk olarak din adabını, din emri neyse onları anlatacak. Namaz nasıl kılınır, abdest, gusül nasıl alınır, ahlak nasıl olacak, Resulü Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) kimdir, nerede doğmuş, nerede vefat etmiş, sünneti seniyyeler nelerdir onları anlatacak. Ailesinden, evlatlarından hiç bir gayri meşru hareket olmaması için gayret sarfedecek ki, o zaman onun tövbesi kabul olmuş anlaşılacak. Onun mürşidi, onu kendine kabul etmiş ve defterine yazmış, kaydetmiş demektir. Eğer bir insan tövbe ettikten sonra aynı eski hareketleri yaparsa, o şahıs demek ki tövbeyi hakiki yapmamıştır. İnsan tövbe ettikten sonra, önceden tam sünneti seniyyeye uygunken tövbe ettikten sonra daha fazla dikkat ederse bu alamettir ki tövbesi kabul edilmiştir.

Eğer önceden hiç bir yaşantısı yokken, düzelip yaşarsa tabii o daha iyidir. Fakat yok aynı eski adamsa, lazım ki bir daha tövbe edecektir, bir daha biat edecektir, mürşidine halini bildirecektir. Efendim, ben tövbe ettim, sekiz şartı yerine getirdim. Bana verdiğin adap talimatını yerine getiriyorum ama artık olmuyor, benim muhabbetim Allah'a (Celle Celalühu) çok fazla olmuyor, ne yapayım? O zaman mürşidi onun durumuna göre muamele yapacak. Hatta Seydamız (k s.) Gavs (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz)'tan sonra irşada başladığı zaman dedi ki; "Ey millet, eğer siz benim yanıma Allah (Celle Celalühu) rızası için geliyorsanız gelin, yoksa seyyid olduğum için, alim olduğum için, Gavs'ın (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) oğlu olduğum için benim yanıma gelmeyin, eğer siz o niyetle gelirseniz ben kıyamet gününde Resulü Ekrem'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) huzurunda sizden davacı olacağım. Niyetinizi Allah (Celle Celalühu) rızası için yapın, öyle gelin. Geldiğiniz zaman, tövbe ettikten sonra eğer ki bu dergahta menfaat görmediyseniz başka mürşide gidin. Belki Cenab-ı Rabbül Alemin size hidayeti burada vermemiştir. Eğer burada hidayetiniz olmadığı takdirde siz başka yere gitmezseniz yine kıyamet günü ben sizden davacı olacağım". Sultanımız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) insan, niyetini Allah (Celle Celalühu) rızası için yapmalı diyor. Bakın Resulü Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "El hubbi lillah vel buğzu lillah" diyor yani muhabbeti de Allah (Celle Celalühu) rızası için, buğzu da Allah (Celle Celalühu) rızası için yapacaksın.

İnsan önceden ibadet yapıyor, beş vakit namaz kılıyor, oruç tutuyor, zekat veriyor, hacca da gidiyorken, mürşidi kamilin yanına gittiği zaman amelleri de maneviyatı da artacaktır. Kalbinde gaflet bırakmayacak, malında haram varsa o haramı çıkartacak, hukuk varsa üzerinde bırakmayacak, küsmüşse barışacak, aldığı malı iade edecek, velhasıl sünneti seniyyeye uygun olacak. Sultanımız (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) diyordu ki; bizim ibadetimiz bittikten sonra, zikirlerimiz, evradlarımız bittikten sonra biz ne yapacağız, ne yapmak gerekli denildiği zaman devamlı dilinizi damağınıza yapıştıracaksınız, Allah Allah diyeceksiniz, Allah (Celle Celalühu) zikri yapacaksınız, derdi. İnsan mürşidi kamile bağlandı mı, ehli tasavvuf oldu mu gece ibadeti yapacak, o zaman sünneti seniyyeye uygun olur.

Gece ibadeti Resulü Ekrem'e (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) vacibdi. Onun için ona mutabaat etmek için gece ibadeti yapacaksın, bu ekseriyetle böyleydi. Hatta Sultanımızın (Kaddesellâhü Sirrahül Azîz) adetiydi, geceyi üçe ayırırdı. Bir kısmında, tövbe veriyordu, sohbet yapıyordu, bir kısmında yatıyordu, üçüncü bölümünde ibadete kalkıyordu. Devamlı Sultanımız ibadete kalkıyordu.

Eğer insanın maneviyatı artarsa gece ibadetinden ayrı kalmaz, gece ibadeti yapar ve çok sadık olur, dilinde sadık olur, ibadetinde ihlas olur, yaptığı ibadeti böyle halis olunca Allah razı olur.