“Hani, Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’ demişti. Onlar, ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.’ demişler, Allah da, ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim.’ demişti.
Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, ‘Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin.’ dedi.
Melekler, ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin.’ dediler.
Allah, şöyle dedi: ‘Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.’ Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, ‘Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?’ dedi.
Hani meleklere, ‘Âdem için saygı ile eğilin.’ demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.” (Bakara, 2/30-34)
İnsanoğlunun yaratılış hikmetini, meleklerden üstün oluşunu ve şeytanın niçin lanetlendiğini bu ayetlerle yüce Rabbimiz kısaca özetler. Levhi mahfuza bakıp insanlığın bugünkü vahşi halini gören melekler; şükürsüz, ahlaksız, tesbihsiz ve duasız ayrıca birbirinin kanını acımasızca döken insan denen varlıkları bir bakıma küçümseyerek, “Biz varken bunları yaratmaya ne gerek vardı, Allah’ım?” diye sormadan edemezler. Rabbimiz âdemoğlunun ilim cihetiyle üstün yanını bizzat gösterince, melekler saygı ile eğilmekten de geri durmazlar. Ama şeytan bu gerçeği görmesine rağmen hazmedemez, ırkçı insanlar gibi, yaratılış maddesini gerekçe gösterip, ateşin toprağa üstün olduğu iddiası ile isyan bayrağını çeker.
Peki, Âdem’i meleklerden üstün kılan ilim nedir? Bu ayetlerin tefsirini tefsirciler kısaca şöyle yaparlar: “Allah Âdem’e, yaratılışa ve değerlerine uygun, varlıklara verdiği isimleri, isimlendirilen varlıkları, varlıklar hakkındaki bilgileri, varlıklarla bilgilerin irtibatını; harfleri, kelimeleri, lafızları, mânaları, cümleleri, lehçeleri; davranışları, ferdin ve toplumun ihtiyaçlarını, uyum kurallarını, gerek duyacağı tüm bilgileri öğretti. Sonra da onları meleklerin önüne koydu.”
“Yeryüzünde Âdem’e ihtiyaç olmadığı iddiasında haklı iseniz, bana bunların isimlerini, varlıklar hakkındaki bilgileri, varlıklarla bilgilerin irtibatını; harfleri, kelimeleri, lafızları, mânaları, cümleleri, lehçeleri; davranışları, ferdin ve toplumun ihtiyaçlarını, uyum kurallarını, tek tek ortaya koyun buyurdu.”
Bu ayetlerden anlıyoruz ki, insanın meleklerden üstün bir şerefinin olması ilimledir. Âdem’e saygı secdesi aslında Âdem’deki Allah’ın ilâhi ilim sıfatınadır, sıfat da zâta delâlet ettiği için sıfata secde eden zaten zâta secde etmiş olur. İşte şeytan bunu anlayamadı secdeden kaçındı, hakikat kendisine söylendiğinde de kıskançlığı devreye girdi, tevbeye yanaşmadı ve lanetlendi.
Tefsir âlimleri, şeytanın aldanmasına sebep olan şeyin, onun ilm-i bâtından nasibi olmayışıdır derler. Yine devamla: iki türlü ilim vardır, birincisi kafa ilmi yani ilm-i zâhir; ikincisi kalp ilmi, ilm-i bâtın. Şeytandaki ilim kafasındaydı, kalpteki ilim olsaydı o da secde ederdi. Nitekim kafadaki ilimde hikmet bulunmaz, bu ilim ezber cihetindendir. Her şeyi tahlil eden, onların hikmetini öğreten ve hakikatlere yol veren ilim kalpteki ilimdir. Onun için şeytan ilâhi emirdeki hikmeti göremedi, secde edemedi, derler.
Anlıyoruz ki insanın şerefi ilimledir. İlim ise bir kafada, yani beyindeki hafıza merkezinde hıfz olunur, bir de kalpte. Kafadaki ilim mahduttur, sınırlıdır, kalbin ilmi ise sınırsızdır. İlmi kafasında saklayan bir gün gelir unutur, çünkü âlimler “ilmin afeti unutkanlıktır” demişlerdir. Bir kimse devamlı bir şeyler öğrendiğinde ilk öğrendikleri unutulmaya mahkûm olur. Bu akıl ile kafa ile elde edilen ilimdir, hâlbuki kalpteki manevi ilimde unutkanlık olmaz.
Büyük veli Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri, bir gün âlimlerin toplantısında ulemaya şöyle seslenmiştir: Sizin ilminiz ölüden ölüye nakille gelmiştir, siz ilminizi ölülerden alıyorsunuz. Bizim ilmimiz ise Hay olan, ebedi olan zattandır. Siz unutmayalım diye ilminizi devamlı tekrar etmek ve mütalaa etmek zorundasınız, bu konuda telaşa düşersiniz. Dolayısıyla siz ilmi taşırsınız, bizi de ilim taşır. Biz hangi mecliste bulunursak bulunalım, hangi seviyede bir meclis olursa olsun, onlara sohbet etmekte zorluğumuz olmaz. Çünkü bize, ilham-ı rabbânî olarak o mecliste bulunan kişilerin ihtiyacına göre ilim gelir, biz sadece tercümanlık yaparız. Hâlbuki sizin, herhangi bir mecliste konuşmak için belki günlerce hazırlanmanız, notlar almanız lazımdır. Nitekim konferans verecek kimse, günlerce haftalarca hazırlanır, notlar alıp sonra insanlara konuşur. Konuştuğu zaman da konuştuğu mevzunun orada bulunan insanların her seviyesine hitap edip etmediğini bilemez. Lâkin ilmini kalbinden alan kimseler için bir mecliste isterse yüz kişi bulunsun, isterse yüz bin kişi orada bulunan bütün kimseleri alâkadar edecek şeyleri söylemeye selahiyet vardır. Rabbânî âlimler cemaate ne diyeceğiz diye telaş etmezler, çünkü onlar haktan alıp halka verirler.
Kalp yolu ile verilen ilim kalbe girer, kalp yolu ile geldiği için herkesi alâkadar eder. Kafa yoluyla elde edilen ilim kafadan gelir, kafaya girer. İnsana yük olur ve en sonunda unutulur. Nitekim o kişi gün gelir âlim iken cahil olur. Hâlbuki ilmi kalp yolu ile alan kimse ne kadar yaşlanırsa yaşlansın, ilim şerefinden mahrum kalmaz. Kalbe verilen ilim kişiden ayrılmaz, kabirde de beraberdir, mahşerde de… O zaman akıllı insana daima kendisine refakat edecek, kendisinden ayrılmayacak, ona her zaman şeref verecek ilmi araması vâciptir; o da kalpteki ilimdir. Kalp ilmi kalpteki mânevi latîfeleri çalıştırmak yoluyla elde edilir. Bir kişi kafasında bir sürü ilim tutabilir, lâkin biz ona âlim demeyiz. Âlim bildiği ilmi ruhaniyetine işleyen, hiçbir zaman unutmayan kimselere denir.
Vücudun yetenek ve kabiliyetleri bir sınır içerisindedir, ruhun kabiliyetleri ise sınırsızdır. İnsan, aklı ile öğrendiği şeyleri hafıza kapasitesine göre bir sınır içerisinde tutabilir. Bu sınır aşılınca bilgiler unutulur. Ruhun bilgiyi saklama kapasitesi sınırsızdır. Ruh bu âlemde mecburen vücuda bağlı hareket eder. Bu nedenle vücudun kapasitesi ruhun kapasitesini sınırlar. Mesela ruh bu âlemde gözlerden görebilir, kulaklardan işitebilir, dilden söyleyebilir, burundan koku alabilir, eller vasıtasıyla tutabilir, ayaklar ile yürüyebilir. Ruhun bütün hususiyetleri hep bu sınır içerisine hapsolunduğundan dünyadaki görüşümüz sınırlıdır, işitmemiz, koku almamız, zevk almamız sınırlıdır.
Bunun aksine mücerret hakikatiyle ruhun görmesi, işitmesi, söylemesi bütün işleri sınırsızdır. (Beşeri bir formatta sınırsızdır. Mutlak sonsuzluk ve sınırsızlık Allah’a mahsustur.) Çünkü ruhun hakikati zaman ve mekânın içinde değildir, dolayısıyla da zaman ve mekân ruhun varlığı üzerinde hüküm sahibi değildir. Eğer zaman ve mekânın ruhun hakikati üzerine tesiri olsaydı ruhun ebedi hayatı olmazdı.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, bize hem bu dünyada hem de ahirette büyük bir şeref olacak ve bizden hiç ayrılmayacak olan faydalı ilimlere önem vermek, bu ilimleri ihmal etmemek gerekir.
Allaha emanet olun.