Tarihsel olarak geçmişten günümüze doğru yaklaştıkça bilgiler netleşir ve ayrıntılı hale gelirler. Bunun sebebi zamansal terakkiyle bilgi, belge ve dokümanları arşivleme sistematiğinin gelişmesidir. Fakat geçmişimizde bunun bir istisnası yaşanmıştır; Osmanlı Tarihinde 17. yüzyıl, 18. yüzyıldan daha net ve ayrıntılı olarak bilinmektedir. Bu vakıanın dünyada ikinci bir örneği yoktur. Çünkü 17. y üzyılda Evliya Çelebi gibi bir fenomen şahsiyet hüküm sürmektedir. Akıllara durgunluk verecek bir enerjiyle kıtaları dolaşmış, gezip gördüğü yerlerin tüm özelliklerini kaydetmiş, savaş ortamlarında bazen bir muhabir bazen de bir muharip olarak bulunmuştur. Çelebi’nin kaleme aldığı Seyahatname adlı eserinde gezdiği memleketlerdeki yaşantıyı, o coğrafyada yaşayan dilleri, dinleri, kültürleri ayrıntılı bir biçimde dercettiği görülür. 51 yıl süren seyahat hayatında topladığı bilgiler 17. yüzyıl dünyasıyla ilgili tarih, kültür, coğrafya, folklor, gelenek ve görenek hazinesidir. Tüm tespitlerini sevabıyla, günahıyla, saklamadan, gizlemeden kayıt altına almaktan çekinmemiştir. Gördüğü sadık bir rüya üzerine seyahatlerine başlamış ve rüya gereğince uzun yıllar Osmanlının vurucu gücü olan Kırım ve Tatar askerleriyle birlikte yaşamıştır. Onun tüm bu serüvenlerinin başlangıcında bir sadık rüya vardır. Kendisi anlatıyor, dinleyelim:
Rabbimin hikmetiyle; ben hakir ve fakir, seyahat ederek çok yerleri görmekle şereflendim. Ben Derviş oğlu Mehmet, insanoğlunun aciz bir kölesi ve daima kusurları olan bir gezginim. Elbette ki bu serüvenimin bir başlangıcı var. Şöyle ki: Bir gün Yüce Kur’an’ın inayeti ve bereketi ile bütün gönlümle Cenab-ı Hakk’a dua ettim. Doğum yerimiz olan İstanbul’daki evimde, yuvarlak yastığıma uyumak için yaslanmıştım. 20 Ağustos 1630 Muharrem ayı’nın Aşure gecesiydi. O halde uyumuşum. Çok açık ve seçik olarak şu rüyayı gördüm: İskele yakınındaki Ahi Çelebi Camii’nin içindeyim. Bu cami helal para ile yapılmış olan, duaların kabul edildiği eski bir camidir. Derhal caminin kapısı açıldı. Nurlu caminin içi baştan başa silahlı asker ve nurlu cemaat ile doldu. Gelen nûrâni şahsiyetler sabah namazının sünnetini kıldıktan sonra salavat-ı şerife okumaya başladılar. Ben hakir ise minber dibinde oturuyordum. Bu nur yüzlü cemaati hayranlıkla seyrediyordum. İçlerinden ay yüzlü birisi gelip yanıma oturdu. Ben ona seslendim:
“Sultanım! Sizler kimlerdensiniz? İsminizi lütfediniz.” dedim. Cevap verdi:
“Aşere-i Mübeşşere’den okçuların pîri Sa’d İbni Ebi Vakkas’ım” deyince hemen mübarek ellerini öptüm... Yine sordum :
“Ey sultanım! Bu sağ tarafta nura bürünmüş sevimli cemaat kimlerdir?”
-Onlar bütün peygamberlerin ruhlarıdır. Geri saftakiler velilerin ve sufilerin ruhlarıdır. Bunlar da Sahâbe-i Kiram’ın, Muhacirlerin, Ensar’ın, Ashab-ı Suffa ve Kerbela şehitlerinindir. Mihrabın sağındakiler Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ömer’dir. Mihrabın solundakiler Hazreti Osman ve Hazreti Ali’dir. Mihrabın önündeki Hazreti Veysel Karani’dir. Caminin solunda, duvar dibindeki siyah örtülü kimse senin pirin, Hazreti Peygamber’ in müezzini Bilal-i Habeşi’dir. Bu ayakta duran, cemaati saf saf düzene koyan kısa boylu adam var ya, işte o Amr-i Ayyar’dır. İşte bu kızıl renkli elbiseler giyip sancakla gelen askerler, Hazreti Hamza ve bütün şehitlerin ruhlarıdır.” diye cami içinde bulunan bütün cemaati birer birer bana anlattı. Onların hangisine baktıysam ellerimi göğsüme koyup derin derin süzdüm ve baktıkça can buldum.
- “Ey sultanım! Bu cemaatin bu camide toplanmalarının sebebi nedir?” diye sordum.
“Azak taraflarında Müslüman Tatar askerleri sıkıntıya düşmüşlerdir. Hazreti Peygamber’in himayesinde olanlar İstanbul’a gelip buradan Tatar Hanı’na yardıma gideriz. Biraz sonra Hazreti Peygamber de İmam Hasan ve İmam Hüseyin ile birlikte gelecekler. Sabah namazının sünneti kılınacak. Sonra sana “kamet getir” diye işaret buyururlar. Sen de yüksek sesle kamet getir. Selamdan sonra Ayetel Kürsi’yi oku. Bilal (Sübhanallah) desin, sen (Elhamdülillah) de; Bilal (Allahu Ekber) desin, sen (Amin) de. Sonra bütün cemaat hep birden tevhid ederiz. Sonra sen “Ve salli ala cemiül enbiya-i vel mürselin vel hamdülillahi Rabbi’l-âlemin” deyip kalk. Mihrapta Hazreti Peygamber otururken mübarek elini öp. “Şefaat ya Resûlallah!” de ve yardım iste.” diyerek Sa’d İbni Ebi Vakkas bana talimat verdi.
Aniden cami kapısından bir nûr-u mübîn parladı. Caminin içi zaten nur dolu iken, nur üstüne nur oldu. Bütün sahabe-i kiram, nebi’ler ve evliyaların ruhları ayakta hazır durdular. Hazreti Peygamber yeşil sancağın altında, yüzünde örtüsü, elinde asası ve belinde kılıcı ile, sağında İmam Hasan ve solunda İmam Hüseyin olduğu halde göründü. Mübarek sağ ayaklarını “Bismillah” diyerek cami içine koydu. Mübarek yüzünden örtüsünü açtı ve; “Esselamu aleyküm Ey Ümmetim!” diye selam verdiler. Bütün camide bulunanlar hep bir ağızdan “Ve aleyküm selam Ya Resûlallah” diye selam aldılar. Hazreti Peygamber, hemen mihraba geçip sabah namazının iki rekat sünnetini kıldılar. Bana bir korku ve vücuduma titreme geldi. Hazreti Peygamberin bütün görünüşünü baştan aşağı süzdüm. Aynen Hilye-i Şerif’te anlatıldığı gibiydi. Yüzündeki örtü al şal idi. Mübarek sarığı on iki kolanlı ve beyaz renkteydi. Hırka-i Şerifleri deve yünündendi. Boynunda sarı renkli sof şalı vardı. Mübarek ayaklarına renkli çizmeler giymişti. Mübarek başlarındaki sarığı üzerinde bir misvak sokulmuştu. Selam verdikten sonra, bana bakıp sağ eliyle mübarek dizlerine vurup: “Kamet getir!” buyurdu. Ben hemen Sa’d İbni Ebi Vakkas’ın öğrettiği gibi segah makamında kamet getirip tekbir ettim. Hazreti Peygamber de segah makamında hazin bir sesle Fatiha-i Şerif’i ve arkasından (Ve Vehebna) aşr-ı şerifini okudu. Böylece bütün cemaate imamlık etti. Selam verdikten sonra ben Ayete’l-Kürsi’yi okudum. Sonra Bilal ile sırayla müezzinlik yaptık. Duadan sonra bir sultâni tevhid oldu ki Allah aşkı ile kendimden geçtim. Rüya, rüya olmaktan çıktı.
Sa’d İbni Ebi Vakkas’ın öğrettiklerini birbir yapıyordum. Hazreti Peygamber mihrapta yanık bir sesle uzzal makamında, bir Yasin-i şerif, üç Nasr suresi, Felak ve Nas surelerini tamamen okudu. Bilal “Fatiha’’ dedi. Hazreti Peygamber mihrapta ayak üzere dururken, Sa’d İbni Ebi Vakkas Hazretleri beni elimden tutup Hz. Peygamber’in huzuruna götürdü. Hz. Peygambere “Bu sadık aşığınız, hasret çeken ümmetiniz Çelebi’dir Efendim!” dedi. Bana da yavaşça; “Mübarek ellerini öp!” diye fısıldadı. Ben o an ağlamaklı oldum. Hz. Peygamberin mübarek ellerine günahkar dudaklarımı dokundurdum. “Şefaat ya Resûlallah” diyeceğime, O’nun heybetinden şaşırıp kekeleyerek “Seyahat ya Resûlallah” dedim. Hz. Peygamber hemen tebessüm edip “Ya Rabbi! Şefaati seyahat eyle, ziyaretlerini sıhhat eyle ve selametle kolay eyle.” diye dua buyurup “Fatiha!” dediler. Bütün sahabe-i kiram Fatiha’yı okudular. Ben çevremdeki nûrani zatların mübarek ellerini öperek hayır dualarını aldım elhamdülillah. Kiminin eli mis gibi, kiminin anber, kiminin menekşe ve kiminin eli karanfil gibi kokuyordu. Ama bilhassa Hz. Peygamberin mübarek elleri zağferan ve kırmızı gül gibi kokuyordu. Sağ elini öptüğümde sanki pamuk gibi kemiksiz bir et idi. Yanımdaki yöremdeki herkesin ellerini öptüm. Hz. Peygamber, sonra yine “Fatiha!” dedi. Bütün ashab-ı güzin yüksek sesle Fatiha okudular. Hz. Peygamber mihraptan; “Esselamu aleyküm ey kardeşler!” deyip camiden çıkıp gittiler.
Hemen Sa’d Hazretleri belinden ok muhafazasını çıkarıp benim belime kuşattı ve tekbir getirip:
“Sen de bizim peşimizden gel. Bu oklarla sen de savaş. Allah’ın muhafazasında ve emanetinde ol. Sana müjdeler olsun ki bu toplulukta ne kadar ruhlar ile görüşüp mübarek ellerini öptünse onların hepsini ziyaret etmen nasip olacak. Dünyayı gez ve seçkin bir insan ol. Ama gezip gördüğün ülkeleri, kaleleri, beldeleri, nâdir eserleri, her ülkenin güzel işlerini, yiyecek ve içeceklerini, yazıp güzel bir eser meydana getir ve ahiret oğlum ol! Hak yolunu elden bırakma. Gönül huzursuzluğundan uzak ol. Sadık dost ol. Yaramazlarla yar olma. İyilerden iyilik öğren.” diyerek nasihatte bulundu ve alnımdan öpüp Ahi Çelebi Camii’nden çıkıp gittiler... Ben şaşkın bir halde uykudan uyandım. “Acaba, bu benim hâlim midir, yoksa güzeller güzeli bir rüya mıdır?” diye mest oldum. İçime anlatılmaz bir rahatlık gelip gönlüme neşe doldu. Sevincimden bastığım yeri bilmiyordum. Uzun zaman kendimi kaybettim. Sonra sabahleyin temiz bir abdest alıp sabah namazını kıldım. İstanbul’dan Kasımpaşa tarafına geçtim. Rüya tabircisi İbrahim Efendiye gittim. Rüyamı tabir ettirdim. Bana; “Dünyayı gezip dolaşan bir seyyah olacaksın, işin iyi bir sonuçla tamama erecek. Seyahat görevin bitince Hz. Peygamberin şefaati ile cennete girersin.” diyerek müjde verdi. Oradan Kasımpaşa Mevlevihanesi Şeyhi Abdullah Dede’ye gittim. Ellerini öpüp rüyamı ona da tabir ettirdim. Bana “Aşere-i Mübeşşere’nin ellerinden öpmüşsün cennete girersin. Dört halifenin ellerinden öpmüşsün, bütün padişahların şerefli sohbetlerine katılıp sevdikleri kimselerden olursun. Madem ki Hz. Peygamberin temiz yüzlerini görüp mübarek ellerini öpüp hayır duasını almışsın, iki cihanda da mutluluğa erersin. Yürü, işin rastgele.” diyerek hayırlı duada bulundu.
Bundan sonra hazırlığımı yaparak Azak diyarına, Macarlar karşısında zor durumda bulunan Tatar Hanlığına doğru yollara koyuldum. Rabbimin inayetiyle rüyamın sadık olduğu tahakkuk etti. Allah yolundaki azim hizmetleri hürmetine Tatar kardeşlerimiz lehine çok büyük bir zafer hasıl oldu.
Buraya kadar hazırladığım yazının bir çıktısını alarak çalışma masamın üzerine koydum. Birkaç kez okuyarak imla hatalarını düzeltmeyi düşünüyordum. Bu esnada kapı çaldı. Bir dostumuz küçük oğluyla birlikte ziyarete gelmişler. Buyur ettik içeri. Biz babasıyla sohbet ederken küçük Hakan hararetle masa üzerindeki yazıyı okuyordu. Biraz sonra dönerek “Amca!” dedi. “Peygamberimiz ve arkadaşları cennetten kalkmış gelmişler ya! Hani savaşan Tatarlara yardım etmek için!” “Evet Hakancığım!” dedim. “Aynen öyle olmuş!” “Peki” dedi gülümseyerek “Şimdi niye gelmiyorlar?...” Bu masum ve çocuksu merakı anlamak için “Niçin gelecekler ki!” dedim. Hakan devam etti: “Şimdi gâvurlar Müslümanlara daha çok kötülük ediyorlar. Peygamberimizin daha çok gelmesi gerekmez mi?...” dedi. “Anladım!” dedim… Bir an bir sessizlik oldu…
İçimden şu düşünceler geçiyordu: Lübnan’da sağcı Hristiyanlar solcu Müslümanlarla çarpışıyor! Ne demekse! Irak’ta Sünni Saddam zinde güçlere sırtını dayayarak İran’lı Şiilere saldırıyor. Daha sonra kendisi gibi Sünni olan Kürt Halkına karşı korkunç bir katliama girişiyor. Ardından Kuveyt’e saldırıyor. Filistin’in bağımsızlığına odaklanmaları gerekirken Hamas ve El Fetih, birbiriyle boğuşarak İsrail’e harcayacakları enerjiyi birbirlerini yok etmede kullanıyorlar. Rusya’ya sırtını dayayan Suriye’li Nusayriler, Sünnilerin kanına ekmek doğruyor. Afganlı kardeşlerimiz conilerle savaştığından daha fazla birbirlerinin kanını döküyor. Olup bitenler tuzu kuru Müslümanları hiç mi hiç ilgilendirmiyor; dolar zengini Suudlular son model araçlarla çöllerde ralli turnuvası düzenlemekle meşgul. Mukaddes İslam topraklarında seller gibi kardeş kanı akıyor. Şehirlerimiz tarumar. Asırlara mal olan medeniyetimizi kendi ellerimizle bir bir yıkıp harabeye dönüştürüyoruz. Yıkmakta üstümüze yoktur! Birbirini tekfir edenler, lanetleyenler gırla gidiyor! Atalarımızı küçümsüyor, geçmişimize lanet okuyoruz. Bu kabus dolu traji komik sahnenin gerisinde aniden şeytanın sırıtan çehresi beliriveriyor. “Nasıl diyor; nasıl da düşürdüm birbirinize!...” ve siliniyor o mel’un hayal… Perde kapanıyor… Ama kâbus hiç bitmiyor. Uyanamıyoruz bu kâbustan. Birbirimize yaşattığımız bu kâbustan bir türlü uyanamıyoruz. Ariel Şaron’a gazeteciler şu soruyu sormuşlar: “İslam kaynaklarında kıyamete yakın Müslümanların tüm Yahudileri ortadan kaldıracağına dair bilgiler var. Bu konuda ne söylemek istersiniz?” Şaron şu cevabı vermiş: “Bizler o Yahudiler değiliz! Bu Müslümanlar da o Müslümanlar değil!”
Hakan’ın minik elleriyle dizlerimi tuttuğunu hissettim. Israrla bir kez daha sordu:
“Peygamberimiz bize yardım etmeye gelecek mi?” Boynumu büküp kollarımı çaresizce her iki yana açtım; “Bilmiyorum Hakancığım!” dedim. “Bilmiyorum!..”