Ahlak, İnsan Olmamızın Özündeki Değerleri İfade Eder / Prof. Dr. Ali Bardakoğlu

Ne mutlu bizlere ki Rabbimize itaat, Efendimiz Muhammed Mustafa’ya (sav) ittibanın onurunu yaşayan Müslümanlarız ve 21. yüzyılda daha iyi Müslüman olmanın yollarını araştırıyoruz. O nedenle aradan bu kadar zaman geçtikten sonra 21. yüzyılda biz ne durumdayız, bunun üzerinde duracağım:

İSLAM FITRAT DİNİ

21. yüzyıla gelmeden önce Müslümanlıkla söze başlayalım, İslam tabii ve fıtrî bir din. Ne demek fıtrî bir din? Allah kâinatı, varoluşu ve bütün varlığı hikmeti ile yarattı ve insanı yarattı. İnsanoğlunu yaratırken de insanoğluna kendi mesajını, kendi davetini kabul edecek bir kıvam, bir öz, bir maya verdi. Şöyle söyleyebiliriz ruhlar âleminin Bezm-i Elest (Elest Meclisi), Kâlû Belâ dediğimiz sahnesi aslında insanoğlunun yaratılışındaki ve ruhundaki varoluşta ve yaratanda olan uyumu anlatır bize. İnsanoğlu dinle ve yaratanını tanımayla uyum içerisinde yaratıldı ve İslam âlimlerinin ifadesiyle Allah insanlara iki peygamber gönderdi; birinci peygamber akıl, ikinci peygamber de nebilerdir. İnsana akıl, fıtrat, vicdan verdi ve bu kâinat içerisinde insan aklıyla düşünerek, tefekkür ederek huzur içerisinde yaşasın, yaratanını tanısın, bilgiyle hakkı hukuku gözetsin ve mutlu bir hayat sürsün diye… Bir de insanoğluna bir imkân verdi, düşünme iradesini gerçekleştirme, özgürce davranma yetkisi salahiyeti verdi. Böyle olduğu için dünyaya gelen insan dünya hayatının çeşitli engebeleriyle, sorunlarıyla, zaaflarıyla, iç dünyasındaki veya dış dünyadan gelen çeşitli etkilerle karşılaştı ve aklının, vicdanının, ruhunun çizgisini zaman zaman unuttu. Peygamberler de insanoğlunun fıtrî yaratılışını, fıtrî özelliklerini korumak, hatırlatmak üzere gelmişlerdir. İslam âlimlerinin, kadîm ulemanın iki peygamber demesi burada, akıl ve kitap, akıl ve din birbiriyle çelişen değil birbirini destekleyen ve birlikte insanoğluna huzur ve sükûn vermeyi, bu dünyada mutlu bir şekilde yaşamayı öğreten ve bunu hedefleyen kaynaklardır. Onun için İslam, suyun akışı kadar kolay bir din.  Biz dindarlığı İslam bilginlerinin bize telkin etmesi sayesinde bulmayız; dindarlık, onlar telkin ettiği için var değildir. Daha doğrusu biz, İslam âlimleri vaazlar, hutbeler, ezanlar olduğu için dindar değiliz. Dindarlık bizim özümüzde olan bir cevherdir, bir arayıştır, hamurumuzda olan bir mayadır. Dünya hayatında bunu biz en iyi şekilde gerçekleştirmek için hem peygamberlerin davetine, hem onların bize aktarımını sağlayan kanallara ihtiyaç duyarız. Nitekim İslamiyet de öyle. Peygamber Efendimiz (sav) de son peygamber olarak geldi. Aslında Allah dünyaya tek bir din gönderdi; İslam dinini gönderdi. Hz. Âdem’in getirdiği ile son Peygamber Muhammed Mustafa (sav)’in getirdiği aynı din, aynı davet, aynı vahiy. Sadece zaman geçmesiyle, zamanın değişimiyle, şartlara göre yeni ilaveler, yeni açıklamalar, yeni beyanlar geldi; eski davetlerden sapma varsa onlar düzeltildi. Efendimiz Muhammed Mustafa (sav) Allah’tan vahiy aldı ve kendisi onu açıkladı. Böylece din iki temel üzerine oturmuş oldu; birincisi Allah’ın kelamı yani vahiy, ikincisi de onu getiren Hz. Peygamber Muhammed Mustafa (sav)’in açıklamaları, uygulamaları, yorumları, sözleri, emirleri, tavsiyeleri… Biz birincisine Kur’ân, ikincisine de sünnet diyoruz. Kur’ân ve sünnet birbirini destekleyen, birbiriyle ahenk içinde Müslümanlığı anlatan iki kaynaktır. Birbiriyle çelişemez çünkü zaten Kur’ân’ı getiren de Hz. Peygamberdir, onun Kur’ân olduğunu bize öğreten de Hz. Peygamberdir. Allah’tan aldığı kelamı, vahyi bize tanıtan da Hz. Peygamberdir ve biz Hz. Peygambere güvendiğimiz için Kur’ân’ın Allah kelamı olduğuna inandık. Neye nasıl inandığımıza dikkat ederseniz, Müslümanlar Hz. Peygamberin sözüne güvendikleri için, getirdiği kelamın Allah kelamı olduğunu beyan ettiği için Kur’an’a inanırlar. İnanmamızın, Müslüman olmamızın temelinde Peygamber Efendimize olan güven vardır. Bunun aslında çok açık bir rasyonel izahı da pek yok, diğer Peygamberler için de aynı şey geçerli. Bugün Batılıların anlamakta zorlandıkları veya anlayamadıkları bir nokta da budur. Mekke’de Abdullah’ın oğlu Muhammed çıkıyor “Ey Mekkeliler, ey insanlar, bu yaptıklarınız yanlış, Allah’ın davetine gelin” diye nida ediyor. Önce üç beş, sonra onlarca, daha sonra milyarlarca insan bu davete icabet ediyor. Aynı şey Hz. İsa için de, Hz. Musa için de geçerlidir. Yani peygamberlerin davetine bütün insanlığın koşuşu, rasyonel izahı olan veya herhangi beşerî kelamla, davetle, propagandayla, beşeri bir projeyle mukayese edilebilir cinsten değildir. “Çok iyi şeyler söyledi, çok güzel şeyler söyledi, çok mantıkî şeyler söyledi de davet bu kadar kabul gördü.” diyemezsiniz. Çünkü Peygamberlerin daveti ta ruhlarımızın yaratılışında devraldığımız, içimize sinmiş olan o ahitleri ve hatıraları bize hatırlattı. Ruhumuzda, varlığımızla varoluşumuzla dünyaya gelirken getirdiğimiz o değerleri, o aslı bize hatırlattı; asla dönüşü bize hatırlattı. Onun için de Kur’ân-ı Kerîm sık sık; “Ey insanoğlu Allah’a verdiğin sözü hatırla… Aslından aldığın emaneti hatırla, bu senin omzunda bir yüktür, ona sakın aykırı davranma…” uyarısı yapar. Yani biz aslında dini, yüce yaratanı tanımaya peygamberlerle başlamadık, bizim özümüzde o vardı da dünya hayatının meşgalesi ve dünya hayatının zevkleri, zaafları, şartları içerisinde biz onu unutmuştuk; peygamberler bize onu hatırlattı. Hatırlattığı için de biz tıpkı annemizi babamızı tanır gibi peygamberleri tanıdık; onların davetine kulak verdik ve böylece aklımızı vicdanımızı, ruhumuzu peygamberlerin davetiyle birleştirdik. Bunun için de hem akıl-din paralelliği vardır; hem vahiy-sünnet paralelliği vardır. Vahiy sünnet paralelliği şu anlama gelir; Allah vahiyle temel esasları belirledi ve Hazreti Peygamberin beyan edici vasfını bize anlattı. Dedi ki: “Din budur, bu dini size Muhammed Mustafa getirecektir, açıklayacaktır. Siz hem bu vahye, hem onun beyanlarına, gösterdiği yola uyun.” talimatını verdi. Onun için de İslam dinini anlarken aklı, vahyi ve sünneti birbirinden ayıramayız, bu üçü arasında tam paralellik vardır. İslam dini tabii ve fıtrî bir dindir, derken bunları kastediyoruz. 

Ancak hayat şartları bizi bazen suyun akışından dışarı çıkarıyor ve bizi sarp yamaçlara götürüyor. Hayatımız tabi seyrinden uzaklaşıyor. Çoğu zaman da biz kendi ellerimizle, yapıp ettiklerimizle kendi hayatımızı zorlaştırıyoruz; böyle olunca da o tabiî ve fıtrî dindarlık zor bir ideal ve çetin bir yol olmaya başlıyor. Yeni bir sistemin nesnesi oluyoruz, suyun mecrasının dışında, tabi akışının dışında hayat tarzları benimseniyor. Bazen de din kendi tabii seyrinden uzaklaştırılıp başka kanallarda akıtılmaya zorlanıyor, bizden uzaklaşıyor. Yani bazen biz uzaklaşıyoruz, bazen dinin algısı uzaklaşıyor.

İslam dininin fıtrî bir din oluşunu açıkladıktan bugüne gelirsek; İslam dünyası tarihte iki büyük travmayla, iki felaketle yüzleşti; birincisi Moğol İstilası, ikincisi Haçlı Seferleri. Her ikisinde de, bilhassa Moğol İstilasında tüm kültür mirası, tüm kültürel hazineler, kitaplar, bilgiler tarumar oldu ve daha önemlisi özgüveni sarstı. Haçlı Seferleri hem Doğu Bizans Ortodoksluğuna bir saldırıydı hem de İslam dünyasında büyük yaralar açtı. 21. Yüzyıl ise belki bunlardan daha derin etkileri olan üçüncü büyük kırılma dönemi. Biz şimdi bunu pek hissedemeyebiliriz, çünkü içinde yaşıyoruz. Bir şeyin içinde yaşarsanız bütünü algılamak zor olabilir. Bizlerin 20-21. yüzyıl İslam dünyasının geçirdiği değişimi bütüncül olarak kavraması epey zor. Buna rağmen İslam dünyasının bir kırılma, bir travma yaşadığı, ciddi bir sarsıntı geçirdiği de aşikâr. İslam dünyası, İslam medeniyetinin o parlak dönemlerindeki bilgi arayışını, düşünce ufkunu daha sonra yitirmeye başladı. 20-21. yüzyıla bilimde, fende, teknolojide oldukça geri kalarak girdi. Sömürgeler oluştu. Birçok İslam ülkesi gelişmiş ülkelerin hegemonyası altında buldu kendini ve bunlara karşı bağımsızlık mücadeleleri verildi. Bu bağımsızlık mücadelelerinde en kuvvetli söylem milliyetçilik ve ulusalcı söylemdi. Bazen dinî değerler ile milliyetçi söylem baş başa yürüdü ve kendilerini birbiri üzerine ifade etmeye başladı. İslam dünyasında oluşan siyasal iktidarlara karşı her muhalefet hareketi de kendini dinî söylemle ifade etti. Böylece İslam dünyasında hem ulus devlet oluşumundaki bağımsızlık hareketlerindeki milliyetçi söylem İslamî söylemle iç içe oldu hem de yeni ulus devletlere karşı oluşan muhalefet kendini dinî söylemle iç içe geçirerek ifade ettiler. Öte yandan 20. Yüzyıl, ideolojiler mücadelesine sahne oldu ve Müslümanlar da bu ideolojiler karşısında, kendilerini bu ideolojilerle yarışır bir şekilde ifade etme yoluna girdiler. Bütün bunlar dinî algımızda belirgin izler bıraktı. Bunları biraz açacak olursak, mesela ideolojik düzlemde İslam konuşulmaya başlandı, kapitalizm, sosyalizm karşısında İslam üçüncü bir ideoloji tarzı olarak, onlarla mücadele edecek, onların üstesinden gelecek bir ideoloji olarak algılandı, konuşuldu ve ona göre anlatılmaya başlandı. Bunlar, günümüzde İslam’ı algılamamızda izleri olan etkiler meydana getirdi. Şunun hemen altını çizelim, biz bir şeyi algılarken nelerin etkisi altında kalıyoruz, bu çok önemli. Biz İslam’ı anlarken, anlamaya çalışırken hangi duyguların etkisi altında kalarak bu anlayışa varıyoruz? Bizim bunu fark etmemiz çok zor. İnsanın kendi bilgi kaynaklarını, algı kaynaklarını, etkisi altında kaldığı şeyleri tahlil etmesi çok zordur. Her insan zanneder ki ben çok selim, arı-duru düşünüyorum ve bu sonuca varıyorum. Hâlbuki her birimizin bir çevresi vardır, her birimizin okuduğu kitaplar, tesiri altında kaldığı fikirler, görüştüğü kimseler, kızdığı, nefret ettiği, sevdiği, sempati duyduğu kişiler ve görüşler vardır. Bunlar farkında olmadan bizde çok derin izler bırakırlar. Gençken daha çok iz bırakırlar. Yaş biraz ilerledikçe o izlerin her birinin gerçek olmadığını görürüz, zayıf yerlerini keşfetmeye başlarız. Aynı konuda gençler daha keskin cümleler kurarken yaş ilerleyince o cümleler biraz daha yumuşar, sosyal bilim mantığıyla ihtimaller artmaya başlar. İslam dünyasındaki milliyetçi söylem, iktidara karşı muhalefet dili olarak İslam’ın kullanılması, İslam üzerinden muhalefet yapılması, ideolojik düzlemde İslam’ın siyasal, ekonomik bir ideoloji, kamu düzeni olarak algılanması, sunulması… Bu mücadele, bu ortam farkında olmadan bizi başka bir din algısına götürdü.

Buna bir husus daha eklemeliyiz; İslam dünyasındaki iktidarların kendi meşruiyetlerini sağlamak için dini önemli bir araç olarak kullanmaları da Müslümanların zihninde etkileri olan ayrı bir husustur. Bugüne kadar İslam dünyasında birçok totaliter rejim kendini hep İslam üzerinden, İslam’a bağlılık üzerinden ifade etti ve İslam’la meşruiyet sağlama yolunu seçti. Dindar toplumlarda bu kaçınılmazdır, hatta her bir dindar birey için bile bu zaman zaman olur. Kişiler iyi dindar ise dinin geleneksel öğretisine uygun düşmeyen bir şey yapıyorsa, ya yaptığını dine onaylatmak ya da yaptığını terk etmek durumundadır. Yaptığımızı terk etmeyi pek yeğlemeyiz. Çoğu kez yaptığımızı dine onaylatma gibi daha kolay bir yolu seçeriz ve kendimize göre bir yol, bir yorum, bir tarz buluruz. Zengin ve çoktan seçmeli mirasımıza bu gözle bakarız ve geniş yelpazeden bir şeyler seçeriz, böylece kendimizi mutlu ederiz. Hem dinle barışık hem tercihlerimizden vazgeçmemiş halde hayatımızı, mutluluğumuzu kurmaya çalışırız. İktidarların yaptığı da sonuçta aynı kategoride bir şeydir.

Ulus devlet ve bağımsızlık mücadelesi, rejim ve ideolojiler kavgası süreciyle birlikte demokrasi ve özgürlük rüzgârı da İslam dünyasında canlı bir gündem maddesi olarak yerleşti. Totaliter rejimlerden yılmış, onlara karşı mücadele etmiş, onların İslam’ı meşruiyet aracı olarak kullanmasına karşı durmuş muhalefet de kendini elbette İslam üzerinden ifade edecekti ve böyle bir dünyada demokrasi ve özgürlük İslam dünyası için adeta can simidi oldu. Bir kısmı zihninde soru işaretleri taşırken genel yekûn demokrasiye ve özgürlüğe alabildiğine kucak açtı. Çünkü mevcut duruma göre demokrasi ve özgürlük ortamının Müslüman birey ve Müslüman toplum için daha iyi olacağını düşünüyordu. Bu tercihlerin, bu görüşlerin arka planlarını irdelemeden o görüşlerin neden benimsendiği, toplumda neden yayıldığı veya neden tepki gördüğünü fazla anlayamayız. Ben fıkıh hocasıyım, mezheplerin, farklı fıkhî görüşlerin, ekollerin ortaya çıkması ve yerleşmesinin arka planını fark ettiğim vakit taşlar yerine oturuyor. Sosyal bilimler bize çok yönlü düşünmeyi, çok alternatifli düşünmeyi, bir şeyin sebebini bire indirmenin çoğu zaman yetersiz kalacağını, birden fazla noktayı göz önüne almayı öğretti. Soruların cevabı çoğu zaman tek değildir. Birden fazla unsur, birden fazla etki, birden fazla izah söz konusu olabilir. İslâm dünyası bugün de duygusal bir atmosfer içerisinde demokrasiye özgürlüklere koştu ve koşarken cılız bir düzeyde biraz tartıştı. İslam’ın hoşgörüsünü, özgürlükçülüğünü öne çıkararak demokrasiye ve özgürlüğe kucak açtı ve adeta ön kabulsüz benimsedi. Tabi, 21. yüzyılda İslam algısını düşündüğümüz vakit bu köşe taşlarını hep zihnimize getirmek durumundayız.

SEKÜLERLEŞME / DÜNYEVİLEŞME VE AHLAK

Sekülerleşme, dünyevileşme ve laiklik konusu da 20-21. Yüzyıl İslam dünyasının zihninde önemli bir yerde durmakta. Aslında sekülerleşme ile laikliği birbirinden ayırmak lazım. Sekülerleşme daha genel daha felsefi bir kavram, laiklik ise toplum, siyaset açısından bir yönetim biçimidir. Sekülerleşme, dünyevileşme, bireyin kendi değerler dünyasından, kendi davranış çizgisinden dinin etkisini, dinin müdahalesini, dinin yönlendirmesini çıkarması ve hayatını kendince, özgürce belirleme alışkanlığı veya tercihi demektir. Sekülerleşme, dünyevileşme Batıda bu, kiliseye karşı verilen mücadelenin sonucunda gelinmiş bir noktaydı. Kilisenin hegemonyasına karşı, skolastik düşüncesine karşı, baskısına karşı, siyasete müdahalesine karşı, kilisenin kendi çıkarlarını her şeyin üzerinde tutmasına karşıydı. Batıda bir tepkinin ve arayışın oluşumu uzun bir süreçtir ve o tepkinin içinde birçok şey vardır. Bu Reform ve Rönesans hareketleriyle at başı yürüdü ve Batı belli bir noktaya geldi. Bazen bu tip uzun soluklu hareketleri tahmin ettiğiniz yerde tutamazsınız, devam eder. Nitekim Batı “din ve siyaseti birbirinden ayırmalıyız” teziyle başlattığı bu süreç sonunda adeta din ile hukuku, ahlak ile hukuku da birbirinden ayırdı. Bugün Batıda hukuk ile ahlak ilişkisi üzerine binlerce kitap, binlerce tez yazılmıştır ve ciddi bir sorun olarak devam etmektedir. Çünkü ahlak da bizim insan oluşumuzun özündeki temel değer; ahlak bize başkaları tarafından telkin edilmiyor ki, ahlak da bizim kendi doğamızdır, kendi tabiatımızdır, kendi aslî ihtiyacımızdır. Ahlakı ne siyasetin, ne dinin, ne hukukun dışında düşünemezsiniz; aile hayatının dışında düşünemezsiniz. Çünkü ahlak insan olmamızın özündeki değerleri ifade eder. Ahlakın bulunmadığı her şey kuru ve aldatmaca kurallardan ibarettir. Ticarette, siyasette, eğitimde, aile hayatında, dindarlıkta ahlakı yitirirsek geriye hiçbir şey kalmaz. Batıda siyasî yönetimlerde dinin, kilisenin etkisini en aza indirme çabasının sonuçta ahlak ile hukukun ayrışmasına yol açmış olması da Batıda ciddi sorunlar oluşturdu. Bunlar bize yansıdı. Çünkü Osmanlı bilimde ve dünyevi gelişmede geride kaldığını fark etmeye başlayınca genç beyinlerini Batıya gönderdi. Gidin orada eğitim alın, ilmini, fennini, sanatını öğrenin, bize getirin diye…  Tabii ilim, sanat, fen gönderdiğiniz elçilerle çuvala konulup getirilecek bir şey değil. Bir toplumun hayat tarzını, şehirleşmesini, mimarisini, ticaretini birçok şeyini aldıktan sonra artık değerlerini, ahlakını, insanî ilişkilerdeki kıstaslarını almam diyemezsiniz, o kendiliğinden gelir. Bir şeye başladığınız vakit neyi alıp neyi almayacağınıza o şeyin kendi mantığı, kendi süreci karar verir. Biz bunu pek fark edemedik. Biz şunu alırız, şunu almayız diye düşünmüştük ama aldığımız şeyler, beraberinde başka nelerin geleceğine kendisi karar verdi ve farkında olmadan, istemeyerek de olsa hesapta olmayan ithalatlar oldu. Türk modernleşmesinin ciddi bir sorunu da budur. Şehirleşmesini, teknolojisini, hayat tarzını ve birçok şeyini aldıktan sonra geri kalan kısmını almam diyemezsin. Çünkü ahlakî değerler, insanî kıstaslar o ortamla beraber var olmuş, o ortamı burada kurduktan sonra onun ürettiklerini almamazlık edemezsiniz. Sekülerleşme ve dünyevileşme İslam dünyasına çok ağır bir sorun olarak, kara bulut gibi çöktü. Pozitivizmin bunda ağır bir etkisi var; yani bireyler yavaş yavaş dinî değerlerini, dinin müdahalesini, dinin yönlendirmesini kendi özel hayatlarından, kendi değerler dünyasından dışarı çıkarmaya başladılar. Dini dar bir alanda, hatta vicdanda kalan bir inanış ve hümanist bir tercih olarak görmeye başladılar. Yani hayat devam edecek, ama bazı zamanlar ana gövdeyle ilgisi olmayan ikincil bir hayat ve anlayış olarak orada din duracak. Halbuki din öyle değildir. Din fıtrî bir hadisedir ve insanın insan olma vasfıyla özüyle alakalı bir hayat tarzıdır, bir anlayıştır, zihniyettir ve davranıştır. Sekülerleşme İslam dünyasında ciddi bir sorun oldu.  Dünyevileşme yani bireylerin kendi hayatlarını ticaretlerini, eğitimlerini, günlük hayatlarını, yirmi dört saatlerini dolduran işlerini düzenlerken dinin rehberliği yerine kendi tercihleriyle serbestçe karar verme gibi bir anlayış derin bir sorun olarak İslam dünyasının iç meselesi haline geldi. 

GÜNÜMÜZÜ DOĞRU DEĞERLENDİRMEK

Tabii bu, sadece sekülerleşmeye yönelen, bu tercihi yapan insanların sorunu da değil. Biz dini nasıl anlattık, nasıl öğrettik, din deyince neyi anladık konusunu da masaya yatırmak, tartışmak gerekir. Şayet biz din diye çok eski asırlarda yaşanmış hayat tarzlarını, mesela kapalı dar ekonomik ilişkiler içerisinde oluşmuş teorileri, düşünceleri, kuralları bu güne getiriyor ve insanlara “dindar olmak istiyorsan bu kurallara uyman gerekir” diyorsak yani hayatı tabii mecrasından dışarı çıkararak insanları eski asırların kalıpları içinde yaşamaya zorluyorsak, haliyle insanları dolaylı olarak sekülerleşmeye sevk etmiş de oluyoruz. Bazen bir şey doğrudan teşvik ederek olmaz, öyle bir yol gösterirsiniz ki insanlar kendiliğinden onun gidilemez ve yürünmez olduğunu görür, ikincisine razı olur. 20. yüzyıla İslamî ilimler de sorunlu olarak girdi. İslamî ilimler deyince neyi biliriz; tefsir, hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf, ahlak gibi birçok ilim. Yani İslam’ı anlamanın yolları, değişik alanlardaki İslamî düşünce ve davranışla ilgilenen ilimler. Bunlar da bu yüzyılı okumakta gecikti ve hâlâ eski bilgileri, eski geleneklerden devraldıklarını tekrar ederek dini anlattıklarını düşündüler, hâlbuki hayat değişmiş ve 21. yüzyıla gelinmişti. Bu hayatın ihtiyaçları şartları vardı ve bu 21. Yüzyılda Müslüman’ca düşünmeyi davranmayı, bu çağda Müslüman olmanın yollarını bulmamız, üretmemiz, tartışmamız gerekiyordu. Bir bakıma İslamî ilimlerin klasik yapısıyla hayatın akış yönü arasındaki makas bu yüzyılda hayli açıldı. Böyle olunca da sadece sekülerleşme (dünyevileşme) akıntısına kapılanları itham etmek yerine insanları buna mecbur bırakan, sevk eden, dini hayatın içinden çıkarıp ulaşılamaz, anlaşılamaz bir ideler yumağı şeklinde takdim eden ulemanın da bunda mutlaka belli bir payı vardır.

Osmanlının son döneminde biraz Batıdaki gelişmeleri, İslam dünyasının gidişatını gören İslam âlimleri, Osmanlı mütefekkirlerinin önemli bir kısmı “dinli hayat, hayatlı din” demişti. Çok güzel bir ifade “dinli hayat”, yani dini yaşadığımız hayattan dışarı çıkararak değil, dini hayatın içine katarak ve dinin güzel değerlerinden, insanî ilkelerinden, daha mutlu toplum kurmaya yönelik hedeflerinden hepimiz istifade edelim. Çünkü bu din bizim dünyada birey olarak, toplum olarak daha mutlu olmamız için geldi, ondan yararlanalım, hayatımızın içine katalım. Ama “hayatlı din” de olsun, bu çağda yaşandığını, bu çağın şartlarını, ihtiyaçlarını bilen tanıyan ve onlara cevap veren bir din anlayışı olsun. Maalesef ikisini de yeterince sağlayamadık. İslam dünyası olarak ne “dinli hayatı” yeterince sağlayabildik ne “hayatlı dini” yeterince sağlayabildik. Aslında sekülerleşmeye karşı çıkanların önemli bir kesimi de sekülerleşme sürecinin içindeki insanlardır. Sekülerleşme sürecine kapılmadığını, kendisinin fevkalade dinî bir tercih içinde olduğunu düşünen birçok insan da aşırı dünyevileşmenin girdabı içindedir, ama yaşadığının aksine bir söylemle kendini mutlu eder. Böyle bir İslam dünyasında Müslümanlık algısı artık dar bir alana, mekâna, zamana hasredildi. İslam dünyasında dini algılamada görsellik çok öne çıktı, simgeler çok öne çıktı. Mesela kendimizden test edelim, İslam dünyasından test edelim; Kur’ân-ı Kerim deyince ya onun güzel hattını anlarız ya da okunmasını, kıraatını anlarız. Kur’ân-ı Kerîm deyince getirdiği mesaj, bize verdikleri, bizden istedikleri, Kur’ân’la bütünleşen bir hayat pek aklımıza gelmez ve hat ve kıraat sembolleri, görselliği Kur’ân ile ilişkimizi kurmaya yeter diye düşünmeye başlarız. Böyle bir izlenim bırakır bizde. Hâlbuki Kur’ân’ın gönderilmesindeki hedef Kur’ân’ın içiyle bizim dünyamızın buluşmasıdır. Bu açıdan Kur’ân’ın muhtevasıyla, getirdikleriyle bizim hayatımızın buluşmasını düşünürsek, hat ve kıraat çok daha tâlî konulardır. Hz. Peygamber (sav)’in sünneti deyince belli şekiller hep akla gelir oldu. Mesela dikkat ederseniz İslam dünyasında hac ve umre çok öne çıktı. Çünkü görsel dindarlık kolay dindarlıktır; zor olan o dindarlığın içini doldurmaktır. Ne ile doldurmak? Allah’ın dedikleri, Resulünün dedikleri istikametinde yirmi dört saati hayatın her alanını doldurmaktır. Bu şu anlama gelmez: bütün davranışlarınızı din tek tek belirlemiş de size hiç soluk alacak yer bırakmıyor… Hayır. Dindarlığın özü Allah’ı tanımadır, Allah’ı sevmedir. Dindarlığın özü Allah’ın bizi yarattığını, bizi sevdiğini ve her an onun gözetimi, lûtfu, murakabesi, rahmeti altında olduğumuzu hissetmek ve bu bilinçle yaşamaktır, dindarlık budur. Zaten bu bilinçten sonra diğer davranışlar kendiliğinden gelir. İslam dünyası bu bilinci yitirmeye başladı.  Şekiller bu bilinci sağlamaz, şekiller sadece bu bilince açılan kapıyı zorlar, biz kapıdan içeri girmek o muhteva ile buluşmak, o muhtevayı içimize sindirmek durumundayız.

Ben İslam dünyasını, son on yılda, izleme, yerinde görme, konuşma, tartışma imkânı bulduğum için, olup bitenin bende bıraktığı izlenimler bunlar; tabi bu söylediklerim elbette tartışılmaz kesin bilgiler değil, bunlar sadece izlenimler, intibalardır. Tartışılabilir, aksi de düşünülebilir, ben de aksine kail olabilirim.