Tasavvuf hiç şüphesiz, normal ya da normalitesi yüksek insana hitap eder. Daha doğrusu, okuduğunu doğru anlayan, söyleneni fark eden, iyiyi kötüden ayırt etme kabiliyetine sahip, aklı başında insana söyleyecek çok şeyi vardır tasavvufun. Şöyle denebilir; tasavvuf, normal insanın, kendi nefis hastalıklarını kabul edip, bunların tedavisine soyunmaya niyet etmesiyle başlayan, tabir yerindeyse, bitmez tükenmez bir çabanın hayata taşınmasıdır. Bu tespit de hiç şüphesiz doğrudur; işin aslıdır, özüdür, özetidir. Normallik görüntüsüne rağmen, hatalı ama hatalarını gören ya da görmeye aday bir insan. Yani her ikisi de nihai hedef değil, başlangıç özneleridir, yani genel özellikleri itibariyle insan…
Bu iki tespitin ortak noktası, nefsini tanımak, kendini tanımak ve bu vesileyle Allah'ı (Celle Celalühü) tanımak isteyen insanın, tasavvuf deryasından nasibi ve kabınca istifade etmesi demektir ki; insanın kirli, pis, habis taraflarının üzerini örtmek, görmemezlikten gelmek gibi sahte, yanıltıcı bir eğilimin yerine; gördüğü pisliği temizlemeyi tercih eden bir yapılanmayı ve böyle net bir ruh halinin korunmasını ve geliştirilmesini öngörür tasavvuf… İnsanın ne tür bir canlı olduğunun doğru bir şekilde tanımlanması ve bu doğru tespit üzerinden insanın geliştirilmesi, hatalarından arındırılması, kötü ahlâkların yerine güzel ahlâkların yerleşmesi tasavvufta temel süreçtir. Bu süreçler, temel doğrular üzerinden isimlendirilir ve kavramsallaştırılır. Bu arada insanı etkileyen en önemli belirleyici, insanın duygu dünyasının alabildiğine geliştirilmesi ve insanın doğru ölçülerle doğru bir biçimde duygularının, hakikat adına alabildiğine derinleşmesidir. Zamanla insan kalbi, ilahî hakikatlere ayna olur ve hiç bilmediği, tanımadığı duygularla, düşüncelerle, bilgilerle tanışır. Bu süreç, gelişmiş insanı tanımlar, ortaya koyar. Tasavvufun belirleyici değiştirici ve dönüştürücüsü, inikas dediğimiz müsbet etkileşimdir.
Gül bahçesine girenin üzerine güzel gül kokularının sinmesi buna örnek gösterilir. Marangoz dükkânına girenin üzerine ateş ve benzeri şeylerin sıçrayacağı gerçeği de tersinden bir okumayla bu nevidendir. Yani iyiyse iyi, kötüyse kötü etkiler bırakır bu beraberlik. O nedenle, tasavvufta ölçü denen ve davranışlara yansıyan düzenlemeler çok önemlidir. Bu vesileyle müsbet etkileşim öznesi olan eğitmen ve öğretmene, yani mürşid-i kâmile benzemeye, ondan yararlanmaya kapı açılır; yararlılık, yeterlilik ve istifade kapısında yavaş yavaş, iyi bir öğrenci, ruhî gıdalar ve manevîyat adına temiz, tertemiz bir havayla tanışır, tanıştırılır. Tasavvufî yapılanma içindeki insanın en önemli sermayesi, duygularıdır. Duygu adına sevgi, merhamet, tevazu, cömertlik, aidiyet, iffet, ruhun hürriyeti ve huzurda bulunmak gibi ahlâkın en temel ölçüleri, köklü bir biçimde insanın ruh dünyasına taşınır. Tüm bunlarda gözyaşı gerçek bir meyvedir. Tüm bu duyguların semeresi olarak gözlerden buharlaşır adeta gözyaşı. Aslında akan, gözyaşı değil, yürek yangısıdır. Kalpte olan değişikliklerin manevî yansıması olarak gözyaşıyla ödüllendirilir insan. Kalp ise, temelde bütün anlamlı değişikliklerin nadide ve nezih bir mekanı olarak kabul edilir; sonuç olarak düşünce, duygu ve fiillerin geliştirilerek sığdığı bir kap ve ilahî güzelliklerin yansıdığı bir ayna haline gelir.
Asıl konumuza gelmek gerekirse, insan, bu mükemmel, muhteşem ve zorlu yürüyüşünde, hiç durmaksızın duygularıyla boğuşur, bu vesileyle sevgiyi, tevazuyu, merhameti, içtenlik ve samimiyeti, idraki, empatiyi, akl-ı selim olmayı öğrenir; bilir, bulur, gerçek kendisiyle buluşturulur ve sonunda olması gerektiği gibi olur. Bu son, belki bir son değil, belki de ortalarda bir yerdir, fakat her insan için bunu tesbit etmek ve rasyonalize etmek, rakamlaştırmak ya da bir sınır belirlemek mümkün değildir. Çünkü, başı da, ortası da, sonu da ilahî bir lütuftur, ilimdir, irfandır, hikmettir…
İnsanın bu esrarengiz ve ilginç yolculuğunda genelde duygunun, özelde duyguların en büyük sermaye olduğunu, bitmez tükenmez bir hazine olduğunu söylemiştik. İnsanlık tarihi ise günümüzde ilmi disiplinlerle tanımlanan ve yeni yeni dillendirilen, insana ait huzursuzluk ve sıkıntıların ayyuka çıktığı, insan kadar eski hastalık türleriyle dolu. Hiç şüphesiz, bütün güncelliğiyle aleksitimi de bunlardan biri. Aleksitimi, kısaca duygu körlüğü ya da duygu sağırlığı… 1970'li yılların başında psikanalist Bsifneos tarafından geliştirilen aleksitimi kavramının Türkçe karşılığı "duygu körlüğü" ya da "duygu sağırlığı". Aleksitimi, kişilerin kendi ve diğer insanların hislerini algılama yetisinden yoksun olmasına deniyor.
Aleksitimi konusunda Türkiye'de çalışmalar yapan az sayıdaki uzmandan birisi olan Doç. Dr. Kemal Sayar, aleksitiminin üç boyutu olduğunu söylüyor. Birincisi, duygularını tanıma ve ayırt etme konusunda zorluk yaşamak; ikincisi duyguların ifade edilmesinde zorlanmak, üçüncü boyutu da düşlem yaşamında kısırlık ve somut düşünmek. Aleksitimiyi üç boyuta ayıran Sayar'a göre duygularının ne olduğunu anlamadığı gibi ayırt etmede de zorluk yaşayan bireylerin yanı sıra, duygularını karşı tarafa ifade etmede kelimelere dökmede zorluk yaşayanlar ve hayal dünyası kısır olan bireylerin aleksitimik olma olasılığı çok yüksek. Aleksitimikler ne tür bir duygulanım içinde olduklarını fark edemedikleri için hislerini bedensel duyumlarından da ayırt edemiyorlar. Sayar, buna öfke nedeniyle içinde kabarma hisseden aleksitimiklerin bu durumunun öfkesinden olacağını anlamadığı için midesinde bir sorunu olduğunu düşünerek doktora gitmesini örnek gösteriyor. Aleksitiminin neden olduğu sağlık sorunlarını; strese bağlı rahatsızlıklar başta olmak üzere; baş dönmesi, ülser, yüksek tansiyon, spazmik bağırsak sendromu, karın ağrısı ve kaynağı bilinmeyen ağrılar olarak sıralayabiliriz. Uzmanlar tarafından çok kesin olarak söylenmese de aleksitiminin insan ömrünü kısaltıcı etkiye sahip olabileceği konuşuluyor.
Peki aleksitiminin ortaya çıkış sebepleri nelerdir? Aleksitiminin tedavisi var mıdır? Birisi aleksitimik olduğunu nasıl anlar? Bireylerin duygularını ifade edebildiği ölçüde onların kendisine verdiği yükten, kasvetten, gerilimden kurtulduğunu söyleyen Sayar, psikiyatristler olarak herkese her fırsatta duygularını paylaşmalarını önerdiklerini belirtiyor. Sayar, insanların duygularını ifade etmediği zaman o duygunun bir kar topunun dağdan yuvarlanması gibi giderek büyüyeceğini ve bir çığa dönüşebileceğini söylüyor. Bu durum sevinç için de öfke için de geçerli. Paylaşılmayan, içe atılan duyguların insanlara fiziksel ve ruhsal hastalıklar olarak aksedeceğinin altını çizen Sayar, duyguların uygun üslûplarla ifade edilmesi gerektiğini söylüyor. Duyguların ifade imkânı bulmadığı durumlar duygulara karşı bireyin sağırlaşmasına neden oluyor. Bu da duyguları tanımayı, ayırt etmeyi engelliyor. Yani birey aleksitimik oluyor. Sayar, aleksitiminin başlı başına bir hastalık olmadığını vurgulayarak, ruhsal ve fizyolojik birçok rahatsızlığın tetikleyicisi olduğunu belirtiyor.
Bu sorunun çözümünün psikoterapiyle olabileceğini söyleyen Sayar, ehil birisi ile bireyin sorunlarını tartışarak konuşmasının tedavi edici olduğunu belirtiyor. Bireye içgörü kazandıracak bir psikoterapiyle duygu sağırlığından kurtulabileceğini söylüyor. Sayar, toplumumuz için şu tespiti yapıyor: "Erkeklerinin ağlaması ayıplanan, kadınlarının ise sünger gibi her derdi emen, bütün sıkıntıları sinesine çeken ama bunu asla dışarı aksettirmeyen, ailenin temel direği olduğu bir doğu toplumuyuz. Paratoner gibi sıkıntıları çeken ama hislerini dışarıya asla yansıtmayan bay ve bayanların buna karşılık nedensiz sağlık sorunları ortaya çıkıyor. Sık sık depresyona giriyor, panikatak oluyor.
Ülkemiz de ani kalp krizi oranı oldukça yüksektir." Aleksitimi oranı psikiyatrik hastalıklarda % 31. Sayar, buna ek olarak sokaktaki her 10 kişiden birinin aleksitimik olduğunun altını çiziyor. İlginç olan nokta ise aleksitimide eğitim seviyesinin önemli bir etken olması. Bireyin kelime haznesi ne kadar düşük ise aleksitimik olma ihtimali o kadar yüksek oluyor. Çünkü duyguların ifade edilmemesi ve duyguların ayırt edilememesi olarak tanımlanan aleksitimi, duygularını anlatacak ne kadar çok kelime bilinirse o kadar duygular ifade imkânı bulur. Dolayısıyla aleksitimide eğitimsizlik daha baskın bir etken. Sayar, ailelerin çocuklarının aleksitimik olmaması için duygularını ifade edebilecekleri imkân ve ortamları sağlaması gerektiğini söylüyor. Sayar, "eğer anne çocuğun duygusal ihtiyacına karşılık ver(e)meyen bir anne ise örneğin altını ıslattığında, karnı acıktığında ya da okşanmak istendiğinde hemen karşılık vermiyorsa çocuk bir süre sonra anneye karşı güvenli bir bağlanma duymuyor ve anneye karşı duyarsızlaşıyor.
Çocukluk döneminde sevilme ihtiyacı yeterli ve iyi karşılaşmamışsa çocukların aleksitimik olma ihtimali fazla. Çocuklukta travma yaşayan ya da yeterli ilgi ve sevgi gösterilmeyen çocuklar bu duygusal örselenmelerle baş edebilmek için duygu dünyasının kepenklerini indiriyor. Duygusal açıdan dünyaya kapalı bir birey oluyor. Doç. Dr. Kemal Sayar, modern çağın toplumları olarak yalnızlaştığımızı ve paylaşımlarımızın her geçen gün azaldığını söylüyor. Gündüz işte kısır iletişim ortamında geçen hayat gece ise televizyon karşısında yine duyguların ifade edilme imkânı bulamadığı bir ortamda geçiyor. İnsanlar kalabalıklar içinde tek başlarına yaşıyorlar ve başkalarıyla hiçbir paylaşımları olmuyor. Sayar, duygularını tek başına paylaşmadan yaşayan bireylerin giderek kendi duygularına karşı sağırlaştığını belirtiyor. Bu durumda insanlar öfkesiyle sevincini ayırt edemez duruma geliyor. Bu da her türlü psikolojik ve psikosomatik sorunlara zemin hazırlıyor. Hiper tansiyon, kalp krizi, bağırsak ve astım hastalıkları, nedensiz baş, sırt, karın ağrıları, baş dönmesi...
Doç.Dr. Kemal Sayar gibi gayet akademik ve yetkin bir ağızdan, kültürün, insanın kendini ifade edebilmesinde aleksitimiklerin tedavisinde anlamlı bir yeri olduğunu ve insanın mevcut duygularını ifade edebilmesine yaradığını öğreniyoruz. Anne-çocuk ilişkisindeki duygusal kopma ve yetersizlikler, oluşan güven sorunları sonucunda gelişen duyarsız -laşma, sevgi eksiklikleri çocukların aleksitimik olma ihtimalini artırıyor. Duygusal açıdan dünyaya kapalı bir birey oluyor. Bu da işin temeli. Bireyin zaman içinde yaşadığı sıkıntı, travma ve depresyonlar da cabası. Yani tamı tamına günümüz insanını tanımlanıyor.
Tüm bu yetişme bozukluğu içinde, insanı o aciz haliyle bulunduğu yerden ayağa kaldıracak müşfik bir el gerekiyor. O el ki, insanın insanla, insanın kâinatla, insanın yaratıcısı olan Allah'la (Celle Celalühü) bağını kurmalı. Kurmalı ki, insanın hayatla olan, hayatın anlamıyla olan, hayatın yaratıcısıyla olan bağlarını artırsın, insanı 'insan' kılsın, aslına döndürsün. Aksi halde insan, korkunun, öfkenin, elemin ve hazzın nerede ve nasıl kullanılacağını, aralarındaki denge unsurunu asla çözemeden kendisiyle ilgili tüm gerçeklere gözü kapalı bir tiyatrocu edasıyla hayatın perdesini de kapatacak ama iş işten geçmiş olacak…Ne yazık ki böyle… tam da burada tasavvuf, özellikle aleksitimiklerin yardımına ulaşıyor. Çünkü, mesela fert, cömertlik gerektiren bir durumda, hem duygu ve fiil olarak bunu yaşıyor ve başlangıç itibariyle de kendisine böyle durumların görev tanımı yapılmış ve özellikle cömert olması söyleniyor. Yani duygunun sonucunda gelişecek fiili durum, en başından kendisine adeta kırmızı çizgilerle bildiriliyor ve karşılığında, Allah (Celle Celalühü) rızası gibi yüksek bir motivasyon ve reel bir süblimasyon (yüceltme) yapılıyor. Yani karşılığı Allah (Celle Celalühü) rızası olan birşeyi, ya da fiili yapması öneriliyor. Aksi halde düştüğü pozisyonun cimrilik yani Allah'ın (Celle Celalühü) sevmediği bir fiil oluşu ise, ferdin cimrilikten kaçmasını sağlayan bir doğru duygulanım alanı oluşturuyor.
Ne kadar dengeleyici ve insana has bir vasat değil mi? Eğer, düştüğü durumun adı cimrilik ise de bunun cimrilik olduğunu, kendini kandırması mümkün olmayan bir psikoloji ile ferdin bunu farketmesi de sağlanarak, doğrultucu bir farkındalık eğitimi ile insan kendi içinde adeta duygu bombardımanı tutuluyor. Bu savaşın adını koymak gerekirse, herhalde buna aleksitimiyle dört dörtlük mücadele dense yeridir diye düşünüyorum. Hele bunun her ahlâk ya da ahlâksızlık durumunda merhamet ya da merhametsizlik, tevazu ya da saygı, edep açısından, sevgi ya da sevgisizlik açısından değerlendirildiğini düşünürsek, duygu fakiri bir insanın önünde tam bir pratikler dünyası açılmış demektir.
Psikiyatristler "Aleksitimi" kavramını keşfedeli 30 yıl oluyor. Günümüzde iletişim ise zirvelere tırmanmış durumda. Hayatın aktif öznesi insanın ve insanlığın en büyük sorunuysa iletişim kuramamak. savaşların dinmeyişinde ve barışların bir türlü dikiş tutturamamasında duygusal küntlük içindeki bu insan türünün ve kurgulanan prototipin payı oldukça fazla...
700 yıl öncesinden Mevlânâ Hazretleri, 'Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibarettir.' ayetini yorumlarken; oyun ve eğlencenin çocuklar için olduğunu, manen gelişmemiş insanın çocuk olduğunu, hayatın anlamını kavrayamadığını, oyun ve eğlence mantığında dünyaya sarıldığını anlatıyor. Büyüyen ve olgunlaşanların ise, ancak insan-ı kamiller olduğunu, sadece onların dünyayı oyun ve eğlenceden ibaret görmekten kurtulduklarını, hayatı kendi ciddiyet ve ağırlığı içinde doğru algıladıklarını anlatıyor. O nedenle Mevlânâ Hz., dünyadaki barışların da savaşların da çocukça olduğunu, hayatın anlamından kopuk olduğunu anlatıyor. Ontolojik olarak hayatın anlamından kopuk ve şizofrenik, duygusal dünyasında ise aleksitimik olan insanın, hayatı tasavvufla tanımaya olan ihtiyacı o kadar fazla ki… Tasavvufçular ise 1000 yıldır konu üzerinde çalışıyorlar. Şimdi asıl iş, insanlığın hizmetine tasavvufu en anlamlı şekilde sunmakta…