Akla Ziyan Bir Düşünce “Kur’ân Bize Yeter!” Söylemi… / Prof. Dr. Saffet Sancaklı

Öncelikle hadise karşı olumsuz tavır takınma konusunda gündeme gelen “hadis inkârcılığı”, “hadis karşıtlığı” ve “hadis tenkidi” tabirleri hakkında bilgi verip, değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?
Öncelikle hayati öneme sahip olan bu konuda röportaj teklifinde bulunduğunuz için sizlere müteşekkiriz. Sayenizde günümüz fitnesi olan hadis inkârcılığı konusunda insanımızı aydınlatma ve bilgilendirme imkânını bulmuş olmaktayız.
Din alanında günümüzde bazı fitnelerle karşı karşıya olduğumuz hepimizin malumudur. Bunların başında Kur’ân’ın tarihselliği, Kur’ân’ın yerelliği, sünnetin reddedilmesi, mezhepsizlik, âlimlere düşmanlık gibi fitnelerin olduğu müşahede edilmektedir.
Hadis ilmi, günümüzde en çok gündeme gelen ve tartışma/polemik konusu yapılan bir ilim dalıdır. Özellikle son zamanlarda hadisin güvenilirliği, karşıtlığı ve inkârcılığı gibi konular çok sık olarak değişik konumlarda gündeme gelmekte ve bunun olumsuz etkilerinin olduğunu üzülerek müşahede ediyoruz. Maalesef hadis karşıtlığı hareketi, salt Kur’ân Müslümanlığına, İslam Kur’ân’dan ibarettir anlayışına götürmektedir. Örneğin bu bağlamda kader, kabir azabı, mucize, miraç, şefaat, teravih gibi pek çok mesele inkâr yoluna gidilerek reddedilebilmektedir. Bunu da Kur’ân merkezli Müslümanlık gibi etkileyici, yaldızlı söylemlerle cazip hale getirmeye çalışmaktadırlar. Günümüzde gitgide bu söylemler daha da yaygınlaşmakta, hadislerin bize gelişi şüpheli ve güvenilmez denilerek hadise karşı olumsuz bir tavır takınılmaktadır. Dolayısıyla bu meselenin günümüz fitnelerinden birisi olduğu söylenebilir. Bugün maalesef pek çok kişinin zihninin karıştığını müşahede etmekteyiz.
Sorunuza gelince hadis inkârcılığı, isminden de anlaşılacağı üzere hadisleri reddetmek, kabul etmemek manasına gelmektedir. Hadis karşıtlığı da benzer manaya gelmektedir. Hadislerin dinî hiç bir değerinin olmadığı, bunların kabul edilmesinin mümkün olmadığı ifade edilmektedir. Günümüzde dillendirilen “Kur’ân bize yeter.” veya “Kur’ân Müslümanlığı” söylemlerinin temeli de bu zihniyettir. Hadis tenkidi kavramı ise hadis âlimlerinin ihdas ettiği ve kullandığı temel kavramlardan birisidir. Senet ve metin tenkidi olmak üzere ikiye ayrılan hadis tenkitçiliği, hadislerin araştırılıp incelenmesi, sıhhat durumlarının tespit edilerek sahihi ile sakiminin birbirinden ayırt edilmesi demektir. Hadis tenkidi bir anlamda hadislerin sübut ve delaletlerinin sağlamasının yapıldığı bir yöntemdir. Hadisçiler, tarih boyunca bu konu üzerinde çalışmışlar ve cerh-ta’dil ismiyle çok önemli bir ilim dalı oluşturmuşlardır. Bu çalışmalar, hadisi korumaya yönelik olduğu için takdire şayan çalışmalardır.
Hadis inkârcılığını daha da netleştirerek şunları söyleyebiliriz. İster Hindistan ve Mısır olsun, isterse diğer ülkeler veya bizim ülkemiz olsun, hadis ve sünnet düşmanlığı yapan, sünneti doğrudan veya dolaylı olarak reddedenlerdir. Dünyanın neresinde olursa olsun hadissiz/sünnetsiz Kur’ân Müslümanlığı söylemini savunan kişileri kastediyoruz. Esasında hadis karşıtlarının ortak söylemi her zaman aynı değildir, bazıları hadisleri tamamen reddediyor, bazıları akla uymayanları, bazıları Kur’ân’a aykırı olanları reddetmek gerektiğini söylüyorlar. Bazıları da günümüz değerlerine uymayan hadisleri reddetmek gerektiğini ifade ediyorlar. Dolayısıyla böylesine farklılıklar ortaya çıkmış olsa da ortak payda hadislerin kısmen veya tamamen reddi söz konusudur.
Hadis inkârcılığının tarihçesi hakkında ne dersiniz, bu mesele ne zaman ortaya çıkmıştır?
Tarihte hadislere karşı ilk tepkinin “Hüküm ancak Allah’ındır.” âyetini slogan edinerek ortaya çıkan Hariciyye mezhebinin doğuşuyla neşet ettiğini söyleyebiliriz. Ancak Hariciler arasında sünnete son derece mesafeli duranlar olmasına rağmen sünneti topyekûn reddetme faaliyeti de gözlenmemektedir. Yani bu kısmi hadis karşıtlığıdır. İlk olarak sünneti topyekûn inkâr hareketi ise; Müslümanlar arasında değil, batılı oryantalistler arasında gelişmiştir. Bu kişilerin ortaya attıkları sünnetin inkârı meselesi zamanla İslâm dünyasında da kendini göstermiştir. Özellikle İngiliz sömürgesi altında olan Hindistan ve Mısır gibi bölgelerde, oryantalistlerin önemli görevlerde bulunması, Müslümanların da onlardan etkilenmeleri sonucunu doğurmuş, bu da Kur’âniyyûn akımıyla kendisini göstermiştir. Bununla birlikte Türkiye’de de bu akımın tezahürleri mealcililer diye adlandırılan grupta ya da Kur’ân İslâm’ı söylemlerinde ortaya çıkmaktadır. 50-100 kadar veya daha fazla bazı hadislerde problem varsa bu hadislerin tetkiki ve incelenmesinin yapılması yerine tüm hadisleri veya bir kısmını bu yüzden reddetmek, hadis külliyatına karşı şüphe uyandırmak, hangi akla, vicdana, ahlaka ve insafa sığmaktadır?
İmam Şâfiî döneminde de hadise muhalif olan bazı insanlardan bahsedilmektedir. İmam Şâfiî, kendi döneminde ortaya çıkan hadis muhalifleriyle mücâdele etmiş ve bu tür kişilerle ilgili olarak “el-Ümm” adlı eserinin “Cimâu’l-İlim” kısmında bunlar için özel bir bölüm açmıştır. İmam Şâfiî, yaşadığı dönemde Sünnet’e karşı oluşturulan menfi hareketleri üç grupta toplamaktadır: Birinci grupta olanların iddiası şöyledir: Kur’ân her şeyi açıklamıştır. Hadis ise, insanlar tarafından nakil ve rivâyet edilmektedir. Durum böyle olunca; Sünnet, din ve teşri’de Kur’ân-ı Kerim’e karşı nasıl müvâzî delil olarak kabul edilir. Kur’ân’ın hadise muhtaç olmadığı ve hadis râvilerinin, hata, unutkanlık ve yalandan sâlim olmadıkları sebebiyle hadisin İslâm teşri’inde yerinin olmadığı görüşü ileri sürülmektedir. İkinci grubun görüşü de şöyledir: Bir konuda vârid olan hadisler, ancak Kur’ân tarafından o konuda açıklama yapılmış ise kabul edilir. Bunun dışındakiler kabul edilemez. Yâni Sünnet’in Kur’ân’a ilave hüküm getiremeyeceği ileri sürülerek Sünnet kısmen devre dışı bırakılmaktadır. Üçüncü görüşe göre, sadece mütevâtir hadisler kabul edilmeli, haber-i vâhidler ise reddedilmelidir. Bu gruba göre de hadislerin tamamına yakın bir kısmı inkâr edilmiş olmaktadır. İmam Şâfiî, bu grupların görüşlerini aktarmakla beraber bu görüş sahiplerine gereken cevapları vermiştir. Bunlar küçük marjinal gruplar olması hasebiyle bu görüş sahiplerinin kim olduğu dahi tespit edilememiştir.
19. asırda Batılılar İslâm ülkelerini işgal edince tekrar hadis inkârcılığı nüksetmiştir. Batı sömürgeciliği neticesinde kısmi ve toptan inkârlar 19. asırda gelmiştir. 1850’lerde Hindistan, İngilizlerin işgaline uğramış ve İngilizlerin sömürgesi olmuştur. Akabinde Mısır da aynı yıllarda İngilizlerin sömürgesi haline gelmiştir. Sömürgeciler, İslâm üzerine yetkin ve hâkim olmak için ve Müslümanları parçalayıp, düzenlerini yıkarak darmadağın etmekten ibaret olan emperyalist planlarının gerçekleşmesi adına çirkin düşünce ve fikir akımlarını yaymaya başladılar. Sömürgeciler, Sünnet’e yaptıkları saldırıları, O’nun hüccet oluşuna, Sünnet’i rivâyet edenlerin dürüst ve samimiliğinde şüpheler uyandırmaya yöneltmişlerdir. Dolayısıyla bu hareket ülkemiz dahil pek çok yerde etkisini göstermiştir.
Hadis inkârcılarının iddiaları nelerdir?
Ortaya atılan iddiaların ve söylemlerin hedefi, hadisin güvenilir olmadığı noktasında şüpheler uyandırmak, neticede hadisin itibarsızlaştırılarak dışlanmasını sağlamaktır. Pek çok kişiye bu söylemler ilk etapta hoş ve cazibeli gelebilmekte ve bu görüşlerin etkisi altında kalabilmektedir. Bunun günümüzün en büyük fitnesi olduğunu söyleyebiliriz. Bu görüşlerin hızla yayıldığı, tehlikeli bir duruma geldiğini görüyoruz.
Hadisle ilgili olumsuz söylemleri ileri sürenlerin hadis usulünden, hadis tarihinden bihaber olduğunu, yeterince bu kitapları okumadığını, en basit bir hadis meselesini dahi ilmi olarak bilmediklerini görmekteyiz. Sahih hadisin, zayıf hadisin ilmi bir tanımını yapamazlar. Kur’âniyyun ekolünün bir fıkıh, tefsir ve hadis usulü gibi altyapıları da yoktur. Hadise karşı gelen bir kişiyle karşılaşan bir hadis hocası kendisine Kur’ân’da kişinin torunuyla evlenmesinin yasak olduğuna dair bir ayetin olmadığını, bu durumda “Sen torununla evlenebilir misin? “ diye sorulduğunda, “Kur’ân’da yoksa evlenirim.” cevabını vermiştir. Başka bir ilahiyat hocası da bir gün hadisi inkâr eden birisinin kendisini ikna etmek için yanına geldiğini, hayli uzun uzun tartıştıktan sonra namazı kılmak için ayağa kalktıklarını, aynen Hanefilerde olduğu üzere namazı beraber kıldıklarını anlatır. Hoca, namaz sonunda ezan, kamet, subhaneke vb. pek çok konunun hep hadise dayandığını ifade ettiğinde, o şahsın kendisine herhangi bir cevap veremediğini söylemiştir. Hadis karşıtlarının hemen hemen hepsinin branşının hadis olmaması, tarihçi, edebiyatçı, felsefeci gibi branşlarda çalışmış olmaları da dikkat çekicidir. Alt yapısı yetersiz olan bu insanların ileri sürdüklerinin de ilmi bir değerinin olamayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Örneğin bir ilahiyatçının tıp alanında bir doktor gibi veya mühendislik alanında bir mühendis gibi konuşması, o alanlarla ilgili bazı şeyleri iddia etmesi ne kadar ilmidir ve doğrudur? Böyle bir durum karşısında o branşın elemanları da o kişiyi anında aforoz ederler, cahillikle suçlayarak buna fırsat vermezler.
Bugün moda haline gelmiş ve düşünülmeden sorulan sorulardan birisi de, dini bir konu tartışılırken “Kur’ân’da var mı?” şeklinde sorulan bir sorudur. O konu Kur’ân’da yoksa, akabinde eğer bu konu önemli olsaydı bu, Kur’ân’da olurdu şeklinde bir yaklaşım tarzı serdedenler, bir nevi hadisi hafife almakta ve hadisin dindeki yerini ve önemini kavrayamamaktadırlar. Kur’ân’da yeri var mı, şeklindeki bir soruyu bazıları kasıtlı olarak sormaktadır. Çünkü İslami bir meselenin Kur’ân’da yerinin olması şart değildir. Allah, önemli konuları Kur’ân’da zikrettim, önemsiz olanları zikretmedim şeklinde bir ifade kullanmıyor. Dolayısıyla hiçbir zaman Kur’ân’ın dışındaki konular önemli değil manasına gelmez.
“Kur’ân’ın tek kaynak olduğu” görüşünü savunan ve kendilerine “Kur’âniyyûn” ya da “Ehl-i Kur’ân” denilen bu kimseler, sünnetin hücciyyetini tamamen inkâr etmişlerdir. Bunların inkârlarının ardında ise sünnetin kaynağının vahiy olmadığı görüşü yatmaktadır. Bu ekol, sünnet inkârcılığı zemininde sünnetin vahiy ile ilişkisini reddetmektedir. Bunlara göre, “Sünnet vahiy değildir. O, sadece insanların Allah Resûlü’ne nispet ettikleri sözlerden oluşmaktadır. Allah Resûlü’ne Kur’ân dışında herhangi bir vahiy de gelmemiştir.” Dinî hükümlerin kaynağını sadece Kur’ân’la sınırlayıp başka hiçbir kaynak kabul etmemektedirler.
Hadis inkârcılığının tutarlı tarafları var mıdır?
Kur’ân İslâm’ı söyleminin aslında tarihî hiçbir dayanağı yoktur. Zira İslâm tarihi boyunca Hz. Muhammed’in (s.a.v.) örnekliğini ve önderliğini, vefatından sonra bu örnekliğin yegâne ifadesi olan sünnetini ve sünnetin yazılı ve sözlü malzemeleri olan hadislerini toptan reddeden, İslâm Kur’ân’dan ibarettir diyen hiçbir fırka, grup olmamıştır. Herkes biliyor ki, din, salt Kur’ân’dan ibaret olmayıp, Din=Kur’ân+Sünnettir. Hadissiz, Kuran Müslümanlığı söyleminin hiçbir ilmi dayanağı ve gerekçesi yoktur, bu söylem Batı’nın bir projesi olup, ideolojiktir.
Sünnet düşmanlığı, İslâm’ı bozmak demektir. Meşhur zâhid Bişr b. el-Hâris el-Hâfî’nin (ö.227/842): “İslam Sünnet’tir, Sünnet de İslam’dır.” sözü meseleyi çok güzel bir şekilde özetlemektedir. Sünneti kaldırmak demek İslam’ı kaldırmak demektir. Bu da çok tehlikeli bir durumdur. Sünnet karşıtlığı bu açıdan düşünüldüğünde en basitinden bir ihanettir. Çünkü İslâmi hükümlerin % 80’i sünnete dayanmaktadır. Sünneti kabul etmemek demek bütün bu ahkâmı yok saymak demektir. Dolayısıyla Kur’ân’ın açılımı olan Sünnet, İslâm’ın pratiğe yansımış şeklidir diyebiliriz. Onun için Peygamber Efendimize (s.a.v.) yaşayan Kur’ân, yürüyen Kur’ân, canlı Kur’ân denmiştir. Bir benzetme yapacak olursak bardak hadistir, içindeki su da Kur’ân’dır. Bardak kırıldığında su akıp gider. İşte bu bağlamda hadis Kur’ân’ı her açıdan korumaktadır. Hadisi devre dışı bıraktığınız takdirde İslam’ı tümüyle uygulama imkânınız da söz konusu olamaz.
Hadis inkârcılığı kimin projesidir?
Batılılar, tarih boyunca İslam’a düşman olmuşlar ve Müslümanlarla sürekli savaşmışlardır. Asırlarca süren haçlı seferleri de bunun bir göstergesidir. Osmanlı’yı çökerttikten sonra strateji değişikliğine giderek Müslüman ülkeleri içten çökertme faaliyetlerine, İslam’ı bozmaya, tahrip etmeğe girişmişlerdir. Oryantalistlerin ilk olarak Kur’ân’ın Allah’tan gelmediğini, yani vahiy olmadığını ispat etmeye çalışmışlardır. Oryantalisler, Kur’ân’ın vahiy olmadığını, “Muhammed’in kitabı” şeklinde bir iddiada bulunurlar. Onun için İslam’a “Muhammedinizm” derler. Buradaki hedef; Kur’ân’a yönelik idi. Bunda başarılı olamayınca Peygamber Efendimizin (s.a.v.) şahsiyetini, siretini ve hadislerini hedef aldılar. Uydurma olduğu görüşünü yaymaya çalıştılar. Hadislere de aynı şekilde şaşı bakarak hadislerin güvenilir olmadığını ve hepsinin veya çoğunun uydurma olduğunu iddia ederler. Dolayısıyla oryantalistler, sünnete gelenek (tradisyon) demek suretiyle sünneti itibarsızlaştırma yoluna gitmektedirler.
Batılılar, halkı Müslüman olan ülkeleri her yönüyle sömürmektedirler. İktisadi, siyasi, askeri ve kültürel sömürü söz konusu olduğu gibi, dini ve ahlaki yönden de sömürgecilik söz konusudur. Batılıların dini ve ahlaki yozlaştırma ve bozma gibi plan ve projelerinin olmadığını kimse söyleyemez. İngilizlerin İslâm coğrafyasını işgal ettiği modern döneme kadar tarihte Hz. Peygamber’in (s.a.v.) dindeki otoritesini reddeden bir fırka bir mezhep çıkmamıştı. Onlarca bid’at fırka türemiş olmasına rağmen hadisi topyekûn reddeden olmamıştır. Tarihte ilk kez modern dönemde, İngilizlerin Hindistan’ı işgal etmesiyle Allah Resûlü’nün (s.a.v.) dinî otoritesi direkt olarak hedef alınmıştır. Bu yapılan, bir İngiliz projesiydi. Sünnet karşıtlığını benimseyenler bundan sonra hep onların getirdiği delilleri tekrar ettiler. İngilizlerin “Sir” unvanı verdikleri Seyyid Ahmed Han, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) misyonunu postacı misyonuna indirgemiş, ona göre “Bir postacının görevi, emanet olarak taşıdığı mesajı adresine ulaştırdıktan sonra nasıl sona eriyorsa, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) misyonu da Allah’ın mesajını (Kur’ân-ı Kerim’i) insanlığa ulaştırdıktan sonra sona ermiştir.” demektedir.1
Batı’dan gelen görüşleri tamamıyla benimseyenler, aynı zamanda oryantalist söylemin temsilcisi konumunda olduğunu da ortaya koymaktadırlar. İslâm toplumunun Batı karşısındaki mağlup ve mahkûm konumunun zirveye çıktığı 19. yüzyılda “her şey”in Kur’ân’da mevcut olmadığının herkes gibi onlar da farkındaydılar. Lakin Kur’ân’ın hayata geçirilmiş formu olan Sünnet’in devre dışı bırakılması, adeta bir moda haline getirilmeye çalışılmaktadır. Hâlbuki hadis, Kur’ân’ın Allah’tan gelen bir vahiy olduğunu söylemekte, İslâm dininin Allah tarafından gönderildiğini yine hadis ifade etmektedir. Hz.Peygamber (s.a.v.), bizi Kur’ân’la buluşturmuştur. Yine hadis yoluyla Kur’ân’ın vahiy olduğu bildirilmiştir. Şayet meselelere şüpheyle bakılacak olursa o zaman, Kur’ân’ı kim bize nakletti, aynı kişiler değil mi gibi şüpheler zihinlerde oluşacaktır.
Şunu net bir şekilde söyleyebiliriz ki, sünnet ve hadisi reddetmek de aynı şekilde bir Batı projesi olup, bir oyun ve tuzaktır. Bunu bazı ilahiyatçılar, nasıl fark edemiyorlar, anlamak mümkün değildir. Hem emperyalizme karşı çıkıyorlar, hem de bu oyuna gelerek batının oyuncağı/piyonu oluyorlar. Bu büyük bir çelişkidir. Batı’nın İslam dünyasına neler yaptıklarını her gün haberlerden seyrediyor ve öğreniyoruz. Emperyalizme karşı çıkılacaksa topyekûn karşı çıkılmalıdır. Çünkü sömürü her alanda kendini göstermektedir.
Hadis inkârcılarının en büyük yanılgısı nedir?
Bugün, sünnet karşıtlığının ortaya çıkmasının en büyük nedenlerinden birisi hiç kuşkusuz Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yetki alanlarının ve yerine getirdiği görev alanlarının daratılmasıdır. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yetki alanını sadece tebliğ ile sınırlandırdığımızda bir postacı gibi ilâhi mesajı adrese teslim etmekten başka bir görevinin olmadığını düşünüp onun elini-kolunu bağlamış oluruz. Böyle bir peygamber tasavvurundan hadis karşıtlığı, hadis inkârcılığının ortaya çıkmaması mümkün değildir. Örneğin, Allah’ın kontrolü ve denetimi altında O’nun izniyle hüküm koyma yetkisinin olmadığını, sünnetin hüccet olmadığını, gaybla ilgili bilgilere sahip olmadığını iddia eden bir kişinin peygamber tasavvuru çok farklı olacaktır. Böyle bir tasavvura sahip olan bir kişi, gelecekle ilgili tüm hadisleri reddedecektir. Hüküm koyma yetkisinin olmadığını iddia eden bir kişi de, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) koyduğu hükümleri kabul etmeyecektir. Hâlbuki dinin ahkâmla ilgili koymuş olduğu hükümlerin çoğu %80 civarında hadise dayanmaktadır. Belki hadis karşıtlığının, hadis inkârcılığının kökeninde en önemli etkenlerden birisinin bu olduğu söylenebilir. Aynı zamanda sünnetin vahiyle bir ilişkisinin olmadığını iddia eden bir kişi, sünnetin delil oluşunu da kolay bir şekilde reddedecektir. Bütün bu meseleleri halletmenin yolu, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yetki alanını doğru tespit etmekle mümkündür. En başta Kur’ân-ı Kerim, O’nun sahip olduğu yetkilerini doğru bir şekilde ortaya koymuştur. Hz. Peygamberin (s.a.v.) sünneti ve uygulamaları da bu yetkileri teyit etmiştir.
Mü’min olmanın gereği ve şartı öncelikle Allah’a ve Peygamberine kalpten imân etmektir. Peygambere iman meselesi onun misyonuna, yetkilerine, onun konumuna inanmak demektir. Onun yaşama biçimi olan Sünnet’ini kalpten benimseyerek kabullenmektir. Aksi takdirde Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yetkilerine, konumuna ve icra ettiği görevlerine, onun yaşama biçimi olan sünnetine şüpheyle bakmak veya bu konuda karşıt görüşlere sahip olmak imân açısından tehlikeli ve riskli bir durumdur. Dolayısıyla imân esasları arasında yer alan Allah’a ve peygamberine iman eden kişi için aynı zamanda Allah’a ve Rasûlüne itaat de söz konusudur. Böyle bir kişinin Allah’a ve Rasûlüne itaat etmemesi, isyan etmesi, onların otoritesini kabullenmemesi düşünülemez. Allah’a itaatten kasıt Kur’ân-ı Kerim’e itaat, Peygambere itaatten kasıt da onun Sünnet’ine itaat olduğu görüşü âlimler arasında kabul gören bir görüştür.
Hadisi niçin devre dışı bırakmak istiyorlar, bununla neyi hedefliyorlar?
Hadis karşıtları, hadisi reddettiklerinde İslam’ın anlaşılması noktasında bu sefer hadisin ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yerine kendilerini koyduklarını ve bu boşluğu bu şekilde doldurduklarını, İslâm’ı istedikleri şekilde yorumladıklarını görmekteyiz. Çok rahat tefsir yapabilmekte, istedikleri şekilde içtihat edebilmektedirler. Dolayısıyla kendi açıklamalarını, görüşlerini, izahlarını Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yerine koymaktadırlar. Her şeyi biz yeniden dizayn ederiz şeklinde bir anlayış ortaya çıkmaktadır. İslam’ı istedikleri şekilde dizayn etme imkânına sahip olduklarını zannederek insanları yanıltabileceklerini düşünerek, saatlerce konuşup İslâm’ı istedikleri şekilde yorumlamaktadırlar. Hâlbuki bu tür şeyleri Hz. Peygamber’e (s.a.v.) layık görmemektedirler. Bizi de kendi İslami anlayış ve görüşlerini kabul etmeye zorlamaktadırlar. Hatta kabul etmeyenlere alayvari/hakaretvari yaklaşımlar sergileyebilmektedirler. En fazla yaptıkları da karşı tarafı şirkle itham ederek kendi görüşlerini kabule zorlamaktır.
Şayet hadis dışlanırsa, Hz. Peygamber (s.a.v.) itibarsızlaştırılırsa her bir kişi, kendisini Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yerine koymuş olup, böylece 1,5 milyar yeni Müslümanlık anlayışı ortaya çıkmış olur. Hadissiz/sünnetsiz Kur’ân Müslümanlığı anlayışına dayalı bir İslâm medeniyeti inşa edilebilir mi, siyer, tefsir, fıkıh, kelam vb. ilimler nasıl inşa edilir? İslâm tarihi hadis olmadan nasıl inşa edilir? Her şeyden önce İslâm dini yaşanabilir mi? Bu tam bir çıkmaz sokaktır. Aklı başında ve samimi bir insan bu çıkmaz sokağı tercih edemez.
Bu kesimin en çok zihinleri karıştırmada kullandıkları söylem hadisleri Kur’âna arz edelim, aykırı hadisleri reddedelim. Bu konuda ne dersiniz?
Hadis karşıtları, bazı hadisleri Kur’ân’a aykırı gerekçesiyle tasfiye etme yöntemi olarak sürekli ileri sürdükleri ve gündeme getirdikleri husus hadislerin Kur’ân’a arz meselesidir. Israrla bunu gündeme getirmeleri onların iyi niyetli olmadığını göstermektedir. Eğer bir hadis Kur’ân’a ters düşüyorsa reddedilmelidir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) Kur’ân’a ters bir şey söylemez ve yapmaz. Eğer Kur’ân’la hadis arasında çelişki varsa o hadis Hz. Peygamber’e (s.a.v.) ait değildir. Yani sahîh değildir. Bunlar, önlerine gelen her türlü hadisi Kur’ân-ı Kerim’e arzederek, âyetleri te’yid eden haberleri kabul edip, diğerlerini kabul etmemekle hadisin hiçbir teşriî değeri olmadığını kabul etmektedirler. Dolayısıyla onlar Kur’an’a arzı, hadisleri tasfiye için kullanmaktadırlar. Ahkâm hadislerini, gelecekle ilgili hadisleri Kur’ân’a aykırı diyerek tasfiye etmeyi amaçlamaktadırlar. Ancak bunu gizli ve sinsi bir şekilde yapmaktadırlar.
Ebubekir Sifil’in konuyla ilgili şu güzel tespitleri vardır: “Arz’ın birçok şartları ve incelikleri vardır. Tanıdığım birçok kişi, hadisi Kur’ân’a arz etmeden önce kendine arz ediyor! Hadislerin Kur’ân’a arzı meselesi son derece önemli. Zira günümüzde şu veya bu isim altında ortaya çıkan bid’at yapılanmaların temel hareket noktalarından birisini oluşturuyor. Denebilir ki, “Hanefî mezhebinde de hadislerin Kur’ân’a arzı diye bir usul kriteri vardır. Dolayısıyla bu durumu “bid’at” olarak nitelemek yanlıştır.” Ancak Hanefîlerin hadislerin Kur’ân’a arzından anladığı ile günümüz bid’at ehlinin anladığı birbirinden farklı şeylerdir. Söz gelimi Hanefîler -hiçbir istisna söz konusu olmaksızın- evli zanilerin cezası, kadının halası ve teyzesi üzerine nikâhlanması gibi fıkhî, kıyamet alametleri, kabir azabı, şefaat, sırat, mizan… gibi itikadî hükümleri kabul ve gereğince amelde Ehl-i Sünnet’i oluşturan diğer kesimlerden hiçbir şekilde farklı düşünmezken, şimdiki bid’at ehli tarafından bu meseleler “Kur’ân’a aykırı” olduğu gerekçesiyle reddedilmektedir.2
“Hadis-i Şerif’ler sistematik olarak ne zaman yazıya geçirildi?” “Hadis-i Şerif’in rivayet edilmesi yasaklandı mı?” gibi sorular günümüzde de çok soruluyor. Bu çerçevede bir bilgi alabilir miyiz?
Hadis karşıtlarının iddiaları ile müsteşriklerin iddiaları birbirleriyle örtüşmektedir. Müsteşrikler hadislerin Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında yazılmadığı, iki asır sonra kitaplara geçirildiğini iddia ederler. Müsteşrikler tarafından ileri sürülen bu iddialar, tamamen ilmi gerçeklere aykırı ve kasıtlı olarak ileriye sürülen iddialardır. Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında hadislerin hıfz ve kitabet yoluyla zabtedildiği bir gerçektir. Günümüz ilim adamlarından Mustafa el-A’zami, 52 kadar sahabenin hadis yazdığını ispat etmektedir. Bu veriler de göstermektedir ki, ashab arasında hadisleri kaydedenlerin sayısı küçümsenmeyecek derecede idi. Yazma ve hıfz faaliyeti tâbiîn, tebeu tâbiîn ve daha sonraki dönemlerde devam etmiştir. Onlar güvenilir kişiler oldukları için Rasûlullah (s.a.v.) tebliğini onlara iletmiş, onlara da daha sonra gelenlere ulaştırma görev ve sorumluluğunu yüklemiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ashabı, onun sünnet ve hadislerini diğer insanlara iletmeyi kendileri üzerindeki bir sorumluluk olarak algılamışlardır. Zira ilk dönemlerden itibaren hadisler hem ezberlenmiş hem de yazılmıştır. Ashabın görerek ve duyarak aldıkları hadisleri koruyup nakletmeleri ise hıfz ve kitâbet yoluyla gerçekleşmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.), hadislerin nesilden nesile nakledilmesini şiddetle tavsiyede bulunmuş ve emretmiştir: “Bizden bir söz işitip, o sözü aynen işittiği gibi koruyan ve başkalarına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ak etsin”3 “Sizden bir haberi görüp işitmede hazır bulunanlar, orada bulunmayanlara tebliğ edip ulaştırsın. Umulur ki kendisine bir haber ulaştırılan kimse, onu, işitenden daha iyi ezberleyip koruyabilir.”4 Sahabe de, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) vefatından sonra ondan işittikleri hadisleri çevrelerindeki insanlara nakletmişlerdir. Hz. Ali b. Ebi Talib’e atfedilen, “Birbirinizi ziyarete gidiniz ve çokça hadis müzakere ediniz. Eğer böyle yapmazsanız, hadis kaybolur gider.” sözü hadis rivayetine verilen önemi dile getirmektedir.
“Hadis Tenkidi” konusu hadis usulünde ve fıkıhta ayrı ayrı ele alınan daha ıstılahî bir kavram. Tam olarak ne anlama geliyor? Hadis tenkidi konusunun bir usulü var mıdır? Hadis tenkidi konusunun ilmi liyakati nasıl bir eğitimi zaruri kılmaktadır?
Sünnet muhaliflerinin ileri sürdükleri iddiaların başında sünnetin güvenilir olmadığı iddiası gelir. Günümüze gelişi/intikali konusunda şüphelerin olduğunu ileri sürerler. Hâlbuki hadis tarihi, hadis usulü okuyanların hadisin bize olan intikalinin basit bir şekilde değil de sened yoluyla geldiğini, senedi olmayan hadise hadis denmediğini bilirler. Hadis=sened+metindir. Metni olmayan hadise de hadis denemez. Bir hadisin senedinin olması da yeterli olmayıp, bu senedin cerh-tadile tabi tutulduğunu, neticede sahih, hasen, zayıf ve mevzu hadislerin ortaya çıktığı söz konusu olmaktadır. Muhaddislerin sened, ravi, cerh-tadil konularında yaptıkları çalışmalar incelendiğinde akıllara durgunluk vermektedir. Binlerce ravi araştırılıyor, tetkik ediliyor ve kaynaklarda durumları, kişilikleri, biyografileri, olumlu-olumsuz yönleri her yönüyle yer almaktadır. Bugün de isteyen herkes, bu ravileri tanıma imkânına sahiptir. Dolayısıyla hadisin bize intikali konusunda çok büyük cehd ve gayretler sarf edilmiştir. Ulu orta baştan sağma bir hadis rivayeti söz konusu değildir. Onların en büyük yanılgılarından biri de maalesef budur. Aynı zamanda hadis tenkidi yapıldığı gibi metin tenkidinin de yapıldığını biliyoruz.
Uydurma hadislerin var olması ve diğer hadislerle karıştırıldığı iddiası hakkında ne dersiniz?
Sağlam ve sağlam olmayan hadisler, birbirine karışmıştır ve bu yüzden güvenilemeyeceği söylemi kabul edilemez bir söylemdir. Böyle bir söylemi öne sürmek demek hadis tarihini ve usulünü hiç bilmemek demektir. Hadisler arasında mevzu hadisler kategorisinin var olduğu asırlarca bilinen bir gerçektir. Uydurma hadis var diye bu hadislerin topyekûn reddedilmesine veya hadislerin tamamının şüpheli olduğu iddiasına bir gerekçe olamaz ve onları da hiçbir surette mazur kılamaz. Bu, ilmi bir yaklaşım tarzı hiçbir zaman olamaz. Çünkü her alanda gerçek olanın yanında, sahte olanları da ortaya çıkmıştır. Sahte olanlar var diye, gerçek olanları inkâr etmek, akıl ve mantık dışı bir şeydir. Tarihte sahte ilahlar, sahte peygamberler, âyet-hadis uyduranlar hep olagelmiştir. İslami ilimleri düşündüğümüz zaman tefsirde İsrailiyat, uydurma haber, uydurma kıssalar vardır. Aynı şekilde tasavvufta da gerçek olmayan pek çok haber bulmak mümkündür. Bütün bu olumsuzluklara karşın tefsir ilmini, tasavvuf ilmini tümüyle reddetmek, ilmi bir anlayışa aykırıdır. Gerçek ve doğru olanları alırız, aykırı olanları da eleriz. Toptancı bir yaklaşım her zaman kabul görmeyen, sakat bir anlayıştır.
Hadis usulü ve hadis tarihi kitaplarının ilgili bölümlerinde yeteri kadar konu hakkında bilgi verilmektedir. Bu eserlerde çok kıymetli bilgiler söz konusudur. Hadis uzmanları geçmişte olduğu gibi, günümüzde de gerekli performansı göstererek bu kuşkuları ortadan kaldırabilirler. Hadis âlimleri, kılı kırk yararcasına hadisin sahihini/sağlamını çürüğünden ayırt etmek için çok yoğun çalışmalar yapmışlar ve sistemler geliştirmişlerdir. Bunları görmezlikten gelmek veya bu muhaddislerin bu sahadaki çalışmalarından haberdar olmamak kişiyi ön yargılara, yanlış anlayışlara sürükleyecektir.
Kısaca diyebiliriz ki, Kur’ân ve Sünnet, İslâm dinini meydana getiren, et ve tırnak gibi birbirinden ayrılması mümkün olmayan bir bütünün iki parçasıdır. Nasıl ki, hidrojen ve oksijen olmadan su meydana gelemiyorsa İslâm dininin de Sünnet ve Kur’ân olmaksızın oluşması mümkün değildir. Birliktelik açısında Sünnet Kur’ân’dan, Kur’ân da Sünnet’ten ayrı, birbirinden kopuk ve bağımsız olarak düşünülemez. Sünnet Kur’ân’a alternatif veya rakip olarak da algılanamaz. Kur’ân’ın birinci derecede, Sünnet’in de ikinci derecede kaynak olduğu konusunda âlimler arasında ittifâk vardır. Dolayısıyla Sünnet olmaksızın bir Müslümanlık düşünmek de mümkün değildir.
Meseleyi formüle edecek olursak; Kur’ân’a muhalefet etmeyen bir insan, hadise de muhalefet edemez, çünkü Kur’ân, hadis karşıtlığını kesinlikle reddeder. İslam’ın Rasulullah (s.a.v.) zamanında ilk defa pratiği yapıldı, merkezde Hz. Peygamber (s.a.v.) vardı. Sünnet belirleyici, uygulayıcı, yaşayan İslam’dır. Tarih boyunca sürekli olarak “Din, kitap ve sünnetten ibarettir.” görüşü bütün bir ümmet tarafından ittifakla kabul edilmiştir. Din sadece Kur’ân’dan ibaret olmadığı gibi, sadece sünnetten ibaret de değildir. Tek kaynak da Kur’ân değildir. İslam dini tek kaynaktan ibaret olmayıp ikinci kaynak hadistir. Tarih boyunca tüm Müslümanlar, sünnetin kaynak oluşunda, sünnetin kısmen vahiy oluşunda, bağlayıcılığı, hüküm koyma yetkisini kabul etmede hiçbir tereddüt yaşamamıştır.
1. Serdar Demirel, Modern Bidat; Hadis Karşıtlığı, http://www.yeniakit.com.tr//modern-bidat-hadis-karsitligi-8437.html, erişim: 01.10.2016.
2. Ebubekir Sifil, Hadislerin Kur’an’a Arzı, https://ebubekirsifil.com/gazete-yazilari/hadislerin-kurana-arzi/ erişim: 07.02.2017.
3. Darimi, Mukaddime 24; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I, 437, III, 225, IV, 80, 82, V, 183; Ebu Davud, İlim 10; et-Tirmizi, İlim 7; İbn Mace, Mukaddime, 18.
4. Darimi, Menasik, 72; Ahmed b. Hanbel, IV, 31, 32; V, 4, 37, 39, 40, 45, 72, 342, 366, 411; VI, 385, 456; Buhari, İlim 9, 10, 37; Hac 132; Sayd 8; Edahi 5; Meğaz151; Fiten 8; Tevhid 24; Müslim, Hac, 446; Kaserne 29, 30; Ebu Davud, Tetavvu’, 10; et-Tirmizi, Hac, 1; Nesai, Hac, lll; İbn Mace, Mukaddime, 18.