Abdurrahim Reyhani Efendi'nin Ardından

Ramazan Ayının 25. gecesi, Hakka yürüyen Büyük Tasavvuf alimi Abdurrahim Reyhani (k.s) Efendi Hazretlerini anlatmak O'nu anlamaktır. Anladığımız gibi bir iddiayı aklımıza dahi getirmeden kendi daracık penceremden O'nun geniş ufkundan görebildiğim ufak bir kesit sunmaya çalışacağım. 

  Hatam olursa; hizmetinde geçen 22 senenin her saatinde, sınırsız merhamet deryasına düşürdüğüm hata damlalarından biri olarak kabul edeceğini umuyor her zamanki gibi merhametine sığınıyorum. 
O, sevgisizlikten adeta buzul çağı yaşayan dünyamıza ve üzerinde yaşayan insanlara kendi eliyle kurduğu ocaklarında kıvılcımını, Büyük Allah (Celle Celalühu) aşkından aldığı ateşler yakmış ve günümüzde sayısı 500'ü aşan bu ocakların etrafında halkalanan bir milyonu aşkın insan o ocağın sıcaklığını iliklerine kadar hissederek ısınıyor, ısınıyor ve hiç bir kıskançlık emaresi göstermeden yeni gelenlere halkada yer açıyor ve büyüdükçe o kutlu halka, büyüyor o kutlu aşk ateşi.

Hz. Eyüp (a.s.)' e emsal dert, ızdırap ve çilelerle yoğrulu hayatı boyunca bir gün dahi durmadan, açtığı ocakların ateşini büyültmek için büyük bir çaba sarfetti. Türkiye'nin her ilini ve ilçesini dolaştı yetmedi. Orta doğuya oradan Avrupa'nın hemen hemen her ülkesine yeni ocaklar ve yeni halkalar oluşturmak için sağlık problemlerini hiçe sayarak gece gündüz çalıştı.

1976 yılından bu yana 22 yıldır O'nun "Sohbetimiz herkese açıktır sarhoşlar, günahkarlar dahi gelsin sohbetimize" sözlerinin arkasına sığınarak bulunduk sohbetlerinde. Müritliğine layık olmamakla birlikte muhipliğimizi inkar etmeden bulunduk sohbetlerinde ve halkalarında O'nun ve müritlerinin engin hoşgörüsüne sığınarak yer bulduk kendimize.

Birgün O'nun müritlerinden biri olabilmek ümidiyle gücümüzün ancak kafi geldiği bedeni hizmetler yapmaya çalıştık. Onu da beceremedik biliyorum, ama O'nun en küçük hizmeti bile büyük gören engin bir hoşgörüşü vardı ve noksan ameli tamamlamak gibi büyük bir tasarrufun sahibiydi.
Bazen siyah, bazen kahverengi, bazen ela olarak gördüğüm gözleri, gördüğü güzelliklerin güzelleştirdiği bakınca insanın sinesine bir hançer gibi saplanan ve başka hiç bir varlığı görmek istememe gibi bir duygu aşılayan gözleri, O Gözlerin baktığı her cismin arındığı, temizlendiği hissini veren gözler hiç bir kelimenin, cümlenin anlatmaya yemeyeceği gözleri.

"Her neye bakarsan Hak gözüyle bak." Gözlerinin en güzel tarifi bu beyanları olsa gerek.
Sınırsız merhametini ve hep saklamaya çalıştığı zuhur edince de pirimizin kerameti deyip geçiştirdiği ve büyük kısmına şahit olduğumuz şu açık hal ile anlatmaya çalışacağım.

İsminin saklı tutlmasını isteyen bu kardeşimiz şöyle anlatıyor:" Birgün sohbetinde rabıtadan bahsediyor. Ben de o günlerde Necip Fazıl Kısakürek'in bir eserinde resimlendirdiği bir rabıta şekliyle meşgulüm. Efendim Hazretleri beyaz bir atın üzerinde başında beyaz bir sarık, sırtında siyah bir cübbe müritlerini arkasına takmış bir kervan gibi yol alıyor çölde. Ve nefsim topal ve uyuz köpek şeklinde o kervana yetişmeye çalışıyorum, düşe kalka.

Sohbetin bir yerinde yine bu rabıta şekli geldi aklıma ve iradesiz olarak gözlerim kapandı. Yukarıda bahsettiğim hal eskisinden çok daha canlı bir şekilde sanki bir filim seyrediyormuşum gibi, bir farkla nefsim de o filimin içinde. Kervan hızla yol alıyor, bense çaresiz çırpınışlarla yetişmeye çalışıyorum. Ve birden önce düşünmediğim bir kapı çıkıyor. İstanbul Üniversitesinin kapısına benzeyen fakat ondan çok daha büyük bir kapı. Cennetin kapısının olduğunu düşünüyorum. Önde Mübarek, arkasında bağlıları giriyorlar kapıdan içeri.

Ben geldiğimde önüne çoktan kapanmıştı o kapı. Korku ve dehşetle sıyrıldım düşüncelerimden, gözlerimi açtığımda Efendim Hazretleri ve orada bulunanlar hayretle beni seyrediyorlardı. Sonra birden Mübarek ayağa kalktı, abdest için dışarı çuktı. Arkasından ben ve birkaç ihvan çıktık, abdest suyunu döktüm, havlusunu kendisine uzattığımda gözlerini gözlerime dikti. Ve kendisine has tebessümüyle "Düşünceniz güzel ama noksan. Gerçek mürşitler bütün müritlerini sokmadıkça kendileri girmez o kapıdan". Sonrasını hatırlamıyorum. Uyandığımda sohbet hanenin hemen bitişiğindeki odada yatıyordum."

Bilmiyorum; kerametle merhameti o kadar kısa bir cümlenin içinde yoğurup bir çırpıda ifade edebilen mürşidi nasıl anlatayım size.

Aradan yıllar geçti 1998 yılının Ramazan ayının 25. günü bir hastahanenenin odasında oldu son beraberliğimiz. Halsizdi, bitkindi zorla ve son kez açtı gözlerini baktı yüzüme, bana bilemedin kıymetimi, kadrimi der gibi geldi. Sonra bir ah çekti derinden, sanki benim yerime yumdu gözlerini. O gece Hakk'a yürüdü. Bu ifadeyi daha önce birçok gazete ve dergi yazdığı için kullandım. Yoksa O Hakk'dan hiç ayrı olmadı ki.

Ve Erzincan'da Ramazan'ın 27. günü yine beyaz bir atın üzerindeydi. Onbinlerce seveni arkasından yürüyordu ve bu sefer en arkada ben vardım. Benim dört ayağım da topaldı, sürünerek gittim arkasından. 

Ne mutlu o gün ayrılık ateşinin hüznüyle gözünde biriken kanlı yaşları içine akıtıp, o geceki vuslat düğününe koşan erlere.

Şimdi ben neredeyim diye düşünüyorum. Kendime O'nun ocakları etrafında oluşan halkalarda bir yer bulmak umudu kaybolmak üzere. Son bir çare olarak O'nun manevi varisi eliyle, yaşlılığıma bakılmadan ocakta yanmayı bekleyen bir odun misali yanmayı bekliyorum.

Manevi mirasını kim devraldı diye soranlara da haddimi aşarak diyorum ki, kapısına gittim ve baktım, o kapıdan ayrılma sakın buyurduğu için gittim ve baktım. 30 yaş gençleşmişti sanki ve dolaşıyordu bahçesinde dergahının. Sen misin dedim yok dedi. Varisimisin dedim yok dedi Olmayı bekliyormusun dedim yok dedi, layıksın dedim yok dedi. Ver elini öpelim dedim yok dedi. Mübareğin ağzından hakkında duyduklarımı söyledim, yüzü kızardı, gözleri doldu ben duymadım dedi. Fakat o yoklar kendini ele verdi.

Sadece yüzü değil özü de, sözü de O'na benziyordu. O da hiç şu var demedi ki, O da hiç ben demedi ki, O da hiç istemedi ki.


İçeriye girmek için yürüdü, giderken arkasından Beklerim boynum eğip giryanızar / Umarım ki rahmede bu ahıma figanıma , mısraları döküldü dilimden. Duydumu bilmiyorum. Duysa da duydum demiyecekti. Beklemek benim işim sultanımı bekliyorum. Ve geleceksin biliyorum. 

82. SAYISINDAKİ DİĞER YAZILAR
Abdurrahim Reyhani Efendi'nin Ardından